ANI
Giriş Tarihi : 25-08-2022 06:07

Savunma

Yazan: Turan Demirci - SAVUNMA

Savunma

SAVUNMA

O uzun koridoru yürürken, görmenin insana bahşedilmiş nasıl bir nimet olduğunu yaşayarak öğrendim. İlk defa ayaklarım bilmediğim bir yere doğru gidiyordu. Yaptığım her hareket, kollarımdan tutan iki insana rağmen bir yere çarpacağım endişesiyle tedirgindi. Önce basacağım yeri arıyor ve ayağımın tamamı yere değdiğinde içimde kısa süreli bir rahatlama yaşıyordum. Neticesini bilmediğin her şeyin ne kadar uzun ve ne kadar sıkıcı olduğunu o gün bütün benliğimle hissettim.

Gözlerim o kadar sıkı bağlanmıştı ki başımı, alttan sızan belli belirsiz ışığı yakalamak için yukarı doğru kaldırsam da kollarımı tutan askerlerden duyduğum tedirginlikle merak duygumun arasında gidip geliyordum. İnsan görme duyusunu kullanamadığı zaman diğer duyu organlarına daha çok yükleniyor.

Bir kapının açılışını ve burnuma gelen keskin kömür kokusunu, arkasından insan iniltilerini zihnimde bir yerlere oturtmaya çalışıyordum daha doğrusu bedenime bütün bunlar arasında bir yer bulmaya çalışıyordum. Henüz 15 yaşındaydım, lise birinci sınıf öğrencisiydim ve tek güç aldığım şey elimde tuttuğum çantanın sert kulpuydu.
***

“Yarın sabah,” demişti abi “okulun ikinci giriş kapısında birisi olacak bir sırt çantasıyla. İçeri girmesine yardım et.” 12 Eylül’ün üzerinden henüz bir-iki ay geçmişti. O gün hava soğuktu. Yelekli takım elbisemi özenle giydim, kravatımı bağladım, ayakkabılarım boyalıydı ama tekrardan sildim, bond çantamın içine kitap ve defterlerimi özenle yerleştirdim, kabanımı üzerime giyip sokağa çıktım.

Yolda devriye gezen askerlerin aramalarından sırayla geçtim. Köprü giriş ve çıkışlarındaki arama noktalarında arandım. Kendimi son derece rahat hissediyordum, suç teşkil edecek hiçbir şeyim yoktu, daha doğrusu suç oluşturacak yere henüz varmamıştım. Hava aydınlanmamıştı fakat okulun birinci kapısının yanındaki duvarın köşesinde bekleyen ve elinde büyük sırt çantası olan çocuğu gördüm, sadece başımla bir selam verdim ve devam ettim. İkinci  kapıya gittim. Kapıda bekleyen iki askerden birinin önünde durdum ve ellerimi yanlara açtım, asker yukarıdan aşağıya aradıktan sonra içeri girdim. Direkt yürümeye başladım. Eğer birinci kapıya doğru yönelirsem dikkat çekeceğimi düşündüğüm için okul binasının giriş kapısına kadar gittim. Biraz bekledim. Sonra birinci ve ikinci kapının arasında bulunan kantinden bir şey almak için geri dönüyormuş gibi yaptım ve kantinin önünden ikinci kapıya giden merdivenlerden geçerek kapıya ulaştım. Dışarıdaki çocuk, bulunduğu köşeden kapıda arama yapan askerlere görünmemeye çalışıyordu. Sadece vücut diliyle anlaşıyorduk. Demir parmaklıklı kapının yanına geldi ve elindeki çantayı parmaklıkların arasına koyup diziyle içeri doğru ittirmeye başladı. Bende bir taraftan çekerek çantayı içeri aldım. Çocuk ikinci kapıda araması tamamlanıp okul bahçesine girdiğinde ben kantinin önündeydim. Kendime bir çay aldım, hava yavaş yavaş ağarmaya başlamıştı.

***

Ahmet Muhip Dranas’ın “Fahriye Abla” şiirinde şöyle bir mısra vardır: “Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar…” Gözlerim bağlı ayakta dururken hissettiğim o keskin kömür kokusuna karışan insan iniltileri ve derinden gelen çığlıklar, sert emirler ve alaycı konuşmalara karışıyordu. Elimdeki çantayı ileri doğru ittiğimde sert bir yere çarpmasından yüzümün duvara doğru olduğunu hissettim. Sağ tarafımdan ama aşağı seviyeden bir inleme sesi geliyordu. Arada bir açılıp kapanan kapının sesi de yine sağ tarafımdaydı fakat kömür kokusunun geldiği yer belirgin değildi. Kafamı ne tarafa çevirsem o kokuyu duyuyordum.
***
Üçüncü ders yeni bitmiş, zil çalmıştı. 3. kattaki sınıfın penceresinden ileride görünen denize ve Prens Adaları’na bakıyordum. Yukarıdan atılan kağıt parçaları okulun geniş bahçesine doğru dağılmaya başladığında kapıda nöbet tutan askerler omuzlarındaki silahları bir anda ellerine alıp okulun giriş kapısına doğru koşmaya başladılar. Okul müdürümüzün, uçuşan kağıtları tutmaya çalışmasını hiç unutamamışımdır. Pencereden aniden çekilmek dikkat çekici olabilirdi, izlemeye devam ettim. Biraz sonra askerlerin koridorlarda koşarak sınıflara girip çıktıklarını duydum. O çarşamba gününden cuma gününe kadar okula sayısız askeri araç ve polis otoları gelip gitti ve sayısız öğrenciyi karakola çevrilmiş okulun nezarete dönüştürülmüş kalorifer dairesine taşıdı. Kendimden emindim, bana ulaşacaklarını hiç tahmin etmiyordum, güvenin en büyük yanılgı olduğunu o zaman anladım.

Cuma günü son derste en arka sırada iki arkadaşımın arasında oturuyordum. Olayın olduğu günden itibaren kıyafetime çok dikkat ediyordum fakat akkabılarım ayağımı sıkmıştı biraz, o yüzden de ayağımdan çıkarmıştım. Açılan kapıdan içeri giren komiser, öğretmenimize bir şey sorduğunda sınıftaki uğultudan ne dediğini duyamamıştım.

Yanımdaki arkadaşa, kimi arıyorlar, diye sordum, yüzüme ürkmüş bir şekilde baktı ve seni, dedi. Ayağa kalktım, komiser bizimle geleceksin dediğinde bir dakika dedim, ayakkabılarımı giyeyim. Olağanüstü durumlarda beklenmedik bir hareketin karşınızdakinde yanıltıcı bir etkisi olduğunu bilirim, komiserin yüzüme bakışından beklentisinin dışında biri olduğum hissinin hâkim olduğunu hissettim, bu iyi bir şeydi.

Karanlığın korkuyu körükleyen bir tarafı var. Sadece bu bile sizin yılmanızı isteyen birileri için çok iyi bir koz. Buna bir de içinde bulunduğunuz yeri bilmemek eklenince belirsizliğin ruhunuzda nasıl bir baskıya dönüştüğünü yaşamadan anlayamazsınız. Uzun süre ayakta durmaya başladığınızda vücudunuzun her zerresi bir altındaki zerre için ağır bir yüke dönüşmeye başlar. Vücut ağırlığınızı, iki ayağınız üzerinde değiştirerek vermeye çalışsanız da bu süreler gittikçe kısalır ve bir süre sonra yaptığınız her hareket size ağır gelmeye başlar.

Derin nefesler alıp zihninizi bedeninizden uzaklaştırmaya, hayaller kurarak içinde bulunduğunuz durumdan uzaklaşmaya çalışırsınız ama ruhunuzun kötü yanı sizi sürekli bulunduğunuz duruma çekmeye çalışır. Kendi içinizdeki bu çatışmadan nasıl çıkacağınız, karşınızdakilere göre de yerinizi belirler.

Sanıyorum hava kararalı epeyce olmuştu ve sınıftan alınmamın üzerinden sekiz saate yakın bir zaman geçmişti. Gözlerini açın, diye sert bir emir duydum. Bir el hızla başımdaki sargıyı çözmeye başladı. Gözlerimin bulanıklığı ile ilk gördüğüm, arkadan vuran ışıkla duvarda yansıyan gölgemdi.
 “Geriye dön!” Sert asker nidasının yankılandığı mekanda geriye döndüğümde tam karşıma düşen öğrencilerin hemen arkasındaki dev kömür kazanı ilk dikkatimi çeken şey oldu. Bulunduğumuz yer okulun kalorifer dairesiydi. Ellerinin baş parmaklarını kemerine takmış komutan sırasıyla yüzlerimize baktıktan sonra hızla döndü ve kapıdan çıkıp gitti. O saate kadar sağ tarafımdan gelen iniltinin kime ait olduğunu görmek için döndüğümde, sandalyenin üzerine yığılmış iri kıyım ama yediği dayaktan hiçbir yanı tutmayan o çocuğu gördüm. Bitmişti.

Kalorifer dairesinde yaklaşık yirmi kişiydik. Daha önceden gelenler, yedikleri dayaklardan dolayı az sayıdaki sandalyelerde oturuyordu. Sandalyede oturamayanlar, kimi çocukların yere serdiği parkalarının üzerinde yatıyorlardı. Aralıksız olarak iniltileri geliyordu ama çevreyle göz göze gelmemek için yüzlerini duvara doğru dönmüşlerdi. Olağanüstü durumlarda zihnimin iyi çalıştığını bilirim, heyecanlanıp kontrolümü kaybetmem gerekirken tam tersi olur. O yüzden de bu yanımı aklımda tutarak kendimi rahatlatmaya çalışıyordum ama plan yapmalıydım. Burası zor bir yerdi ve bütün beklentilerimin, hesaplarımın dışında olabilecek her şeye hazırlıklı olmalıydım.

Bir insanı etkilemede görünüş önemlidir. Hele de kuvvet dengesi, karşısına çıktığınız kişinin tarafında fazlasıyla ağır basıyorsa hâkimiyeti kıramazsınız belki ama nüfuz edebilirsiniz. Bunun da yegâne yolu göze ve kulağa hitap edebilmektir. Orada kaldığım üç gün boyunca kıyafetime çok özen gösterdim, ayakkabılarımın tozunu mendilimle özen göstererek sildim. Kravatımı hiç çıkarmadım, gömleğimin kırışmaması için dikkat ettim. Sorguya ne zaman götürüleceğimi bilmiyordum, o yüzden hep hazır bekledim. Üçüncü günün gecesi askerlerden biri, bunun gözünü bağlayın, dediğinde ilk iş olarak elimin çantama gittiğini hatırlıyorum, diğer elimle ceketimin önünü ilikledim. Belirsizlik, kollarımdan tutan insanların yabancılığı, ayaklarımın yeri bir türlü bulamaması ve ilk defa kömür kokusu olmadan soluduğum hava…  

Asker gözlerimi açtığında tam karşımdaki masanın arkasında oturan komutan, ayaklarını masanın kenarına üst üste koymuştu. Yanında, ayakta dikilen bir başka asker daha vardı. O zamanlar rütbenin ne olduğunu tam bilmiyordum ama sanırım onun yardımcısıydı. Beni getiren askerler, odadan çıktı.

Masanın üzerinde, orta boyda bir tepsinin içinde kuruyemiş ve ufak -daha sonra kimi otellerde gördüğüm- içki şişeleri vardı. Ballantines ismi o gün bu gündür aklımdan hiç gitmez. Bir viski markası olduğunu ise sonradan öğrendim.

Ortaokul yıllarımızda sınıf öğretmenliğimizi yapan Türkçe öğretmenimizi sınıf olarak saygı ile anarız. Hayatımız boyunca kullanacağımız anahtarları bize hep o vermiştir. Tartışmanın, tartışmada galip gelmenin, hayatın bir kurgular bütünü olduğunun ve galibiyetin asla tesadüfi olmadığının gerçeğini biz ondan öğrendik. Sorguya gelmeden önceki üç gün boyunca kurgumu yapmıştım. Burada itiraz etmenin karşılığı diğer çocuklara olduğu gibi dayak olurdu ve beni suçluluğa götürürdü, öyleyse yapmam gereken şuydu: Hiçbir şeye hayır demeyecektim, sorulan sorulara evet diye karşılık verip kendimce haklı gerekçeler sunacaktım.

Komutan masadan bir kağıt aldı ve bir süre baktıktan sonra “Turan Demirci sen misin?” diye sordu.  Evet, dedim.Okulumun adını söyleyerek “Burada mı okuyorsun?” diye sordu. Evet, dedim. Bir önceki okulumu söyleyerek “Bu okula, o okuldan mı geldin?” dedi. Evet, dedim. Beklediğim soru tam o anda geldi. Okulumuzda nöbet tutan bir asker tarafından vurularak öldürülen kızın ismini söyledi, “Yürüyüşüne katıldın mı ?” dedi. Evet, dedim.
Tartışmalardan edindiğim bir tecrübe vardı.

Karşınızdaki şahıs size zihnindeki beklentiyle yaklaşır. Beklentisine karşılık vermeniz onun rahatlamasını sağlar. Sizin kazanacağınız yer de tam bu rahatlığın başladığı yerdir. Komutanın elinde, beni ihbar eden kişinin verdiği dilekçe vardı. O yüzden hayır demem komutanın bir önceki işini kötü yaptığı anlamına gelirdi. Ona bir şeyler vermeliydim. “Peki, neden katıldın yürüyüşe?” diye sordu.Yanıtım, “Oradaki bir yürüyüş değildi. Bahsi geçen kız, arkadaşımdır. Okul dışında da sohbetimiz vardı. Biz cenaze töreni diye katıldık ama daha sonra gelen gruplar törenin seyrini değiştirdi ve yürüyüşe döndü.” oldu.

İkinci soru kalorifer dairesinde kaldığım günler boyunca yanımda inleyen çocukla ilgiliydi. Bizden üst sınıflarda okuyordu, abilerdendi.
- Tanırmısın? diye sordu.
-Tanırım, dedim.
- Nereden tanıyorsun?
-Okul kantininin önünde kimi zaman öğrenciler toplanır. Bu abi de orada kimi zaman konuşmalar yapar.  Kim olduğunu sordum çünkü dikkatimi çekti. Önde biriydi, oradan tanırım.

Zaman ilerliyor, arka arkaya sorular geliyordu. Komutanın ses tonundan, vücut dilinden ruh halini çözmeye uğraşıyor, bir yandan da aklıma çeşitli komik şeyler getirerek üzerimdeki baskıyı atmaya çalışıyordum. En zor durumlarda ise elimdeki çantanın sert kulpunu sıkarak dikkatimi hâkim olduğum yere odaklamaya çabalıyordum. 15 yaşındaydım, pencerenin ötesi gece karanlığıydı.

Uzaktan ayak sesleri ve komut sesleri geliyordu. Yalnızdım ve yalnızlık o gün orada bütün ömrüm boyunca kalmak için içime işliyordu adeta.

Hissettiğim şey korku olmaktan çıkmıştı, pençesini kadife bir eldivenin altına saklamaya çabalayan bir hayvan gibi hissediyordum kendimi. Son sorusu “Okulda senden başka Turan Demirci var mı?” oldu. “Bildiğim kadarıyla yok.” dedim. “Bunu,” dedi,“falakaya yatıralım.”

Birisinin kararını yıkmanın yolu karşı gelmek değildir, bu onun azmasına neden olur. Sessizlik insanı düşünceye sevk eder. Kişi, sizin karşı duruşunuza karşılık kararlılığını koruyup tarafını tutmaya devam etmek yerine kendi kararını sorgular. Sadece durdum ve gözlerine baktım. Bir yandan çantamın kulpunu sıkıyor, zihnimi başka bir şeyle meşgul etmeye uğraşıyordum ama gözlerimi hiç çekmedim. Yanındakine döndü ve “Yok yok,” dedi, “içeri gönder bunu.”

Bugün 48 yaşındayım ve hayatımda en sevmediğim duygu, savunmasız olma hâlidir. O gün oradan tek bir fiske yemeden kurtuldum. Bu bir başarı mıdır? Bilmiyorum ama bildiğim bir şey var. Bir insanın hayatında bir travma yaratmak istiyorsanız onun bütün savunma mekanizmasını kırın, bu onun bütün ömrünü etkileyecektir.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi