Bir çocuk unutkanlığında olsaydı kalbim
Acıların rengi bu kadar koyu olmazdı
Zamanın uzayan gölgesinde
Yüzümün çizgilerinde eskimezdi hüzün
Ah sızısı dinmeyen eski yaram…
Başta da söylediğim gibi, ben bir uzman değilim. Yine de yaşadığım hayat iklimi nedeniyle, öncelikli konularım arasında, hep çocuklar, özellikle sorunlu ve kimsesiz çocuklar oldu. Ömrüm olduğu sürece olmaya devam edecek. Bu başlık altında anlatacağım şeyler de, yaşadığım gördüğüm ve tanığı olduğum, sadece kendi kişisel gözlemlerime dayanmaktadır.
Hepimiz bu dünyaya çocuk olarak doğarız. Her çocuk doğduğunda masum, günahsız, içine bir şey yazılmamış, saf ve tüm sayfaları beyaz tertemiz bir defter gibidir.
Bu temiz defterin sayfalarına her gün, etrafımızda olan önce anne-baba ve yakınlarımız, sonra da toplum tarafından bir şeyler yazılmaya başlanır. O sayfalar nasıl doluyorsa, biz de zaman içinde öyle birisi haline geliriz. Yazılan bu sayfalar içinde genel olarak toplum ve sistemin ana felsefesi yer alır. Kaç yaşında olursak olalım, hiç kimse bu yazılanları isteyip istemediğimizi, bizim de yazmak istediğimiz farklı bir şey var mı diye, sormaz sorgulamaz.
Sistem bizim birey olmamızı değil, iyi ve toplumla uyum içinde birisi olmamızı ister. Duygularımıza bakmadan, bize sorulmadan, nasıl ve neyle mutlu olacağımız öğretilmeye başlanır.
Sistemin bir parçası olursak sorun yoktur; ama zamanla girdiğimiz kalıp bize dar gelmeye ve biraz sistemden uzaklaşmaya başlayınca, o zaman toplumla aramızda sıkıntılar da başlamış olur.
Bize öğretildiği şekilde davranmadığımız zaman, davranışımızda görünen bir suç olgusu ve ahlaksızlık olmadığı halde, çevremizdeki bazı insanlar bize yanlış davranıyorsun diyecektir. O zaman, yaşadığımız toplumun büyük kesimine göre, iyi birisi olamayız. Biz de, bunu söyleyenlere;
“Siz kendi söylediğinizi kendiniz yapın, ama eğer kimseye zara vermiyor, özelinize girmiyorsa, başkasına bunu yap, şunu yapma demeye hakkınız yok. Bu hakkı size kimse vermedi,” diyemiyoruz.
Doğduğu zaman, hiç bir çocuk, tek başına varlığını sürdüremez. Bu nedenle diğer canlılara oranla daha çaresizdir. Başkasına duyduğu ihtiyaç, belirli bir yaşa gelinceye kadar devam eder ve hep bir baskı altında büyür. Kendi olabilmesi, yaşamını daha özgür yürütebilmesi, gelişmesi, eksiklerini gidermesi için zaman gerekir. Ailesinde ve çevresinde, hep baskı altında büyüdüğü için bunu yapması da kolay değildir.
Bunun yanında her çocuk, önemsenmek, kendinin toplumda kabul edilmesini bekler. Duygularını, düşüncelerini sevgisini, başarı ya da başarısızlığını, hayal kırıklıklarını ailesiyle paylaşmak ister.
Sevildiğini hissetmeyen, beklediği yakınlık ve ilgiyi göremeyen, sürekli eleştirilen, olduğu gibi kabul edilmeyen her çocuk, kendisini değerli hissetmez ve özgüveni oluşamaz. Kendisini değerli görmeyen, özgüveni olmayan çocuğun, yaşadığı aile, çevre, okul ve toplum içinde problemleri hiç bitmez. Bu nedenle hayata iyi tutunamaz. Yaşadıklarım, gördüklerim ve deneyimlerim, bana şunu söylüyor.
Hepimiz bir zamanlar çocuktuk. Bunun için biliriz ki çocukların duygu dünyaları oldukça farklıdır. Eğer bir çocuk çok küçükken masumiyetine ağır bir darbe almamışsa, çabuk unutur, kolay affeder ve uyum sağlamakta zorluk çekmez. Yok dilinden anlamaz ve onun ne olduğunu bilmez. Yaptığı bir şey için, uzun süre suçluluk duymaz. Her zaman ilgi bekler. Geleceğin hep iyi olacağına inanır. Belirli bir yaşa geldikten sonra, iletişimini iyi yaparsa, başkalarını anlamaya çalışır. Kendini iyi ifade eder, hakkını korur, gerektiğinde etkin bir şekilde şikâyet ve mücadele edebilir. Hiçbir zaman duygularının esiri olmaz.
Bazı uzmanlara göre, çocukluk döneminde, kendine yeterince değer verilmeyen çocuklar, değersizlik duygusunu, sonraki yıllara da taşır, kendisine değer vermeyenlere, doğal olarak, onlar da değer vermezler. Bu iki yönlü yaşanan bir duygudur. İyi bir şey yaptıklarını düşündüklerinde, kendilerini anne, baba ve büyüklerinin gözünde arar, onlar tarafından onaylanmak ister, bu ilgiyi bulamayınca da içte içe hayal kırıklığı ve ilişkilerinde tutarsızlık yaşarlar.
Değersizlik duygusu yaşayan çocuklar, tüm güçlerini bu amaca harcarlar. Bu durum, ileriki yıllarda kişilik bozulmasına da neden olabilir, bunun sıkıntısını çekebilirler. Yaşamın ilk yıllarından başlayarak, gelişmesi gereken çocuk, kendisini değersiz hissettiği için, özgüveni gelişemez.
Her çocuğun ilk yedi yılının kişilik oluşmasında çok önemli olduğu söylenir. Bu nedenle anne ve babalara önemli görevler düşmektedir. Tutumları, yetiştirme tarzları burada çok önem kazanır.
Büyüklerinden gördüğü sevgi, yakınlık, fikirlerine ne kadar değer verildiği, önemsendiği, güven duyulduğu bir çocuk için çok önemlidir. Kendine güven duyulan, sorumluluk verilen, girişimleri desteklenen, yaptığı hatalarda, doğruya uygun biçimde yönlendirilen ve sahip olduğu özellikleriyle kabul edilen bir çocuğun, özgüveni gelişir. Gelecek olumsuz tepkilerden çok etkilenmez, bunu çabuk atlatır.
Öte yandan sevilmediğini, beklediği yakınlık ve ilgiyi göremeyen, sürekli eleştirilen, olduğu gibi kabul edilmeyen, başkalarıyla kıyaslanan çocuk, kendini değersiz hisseder ve özgüveni gelişmez. Bu çocuklar; yaşadığı aile, çevre, okul ve toplum içinde çeşitli sorunlara neden olur. Özgüveni olmayan bir çocuk kendinden şüphe duyar. Kendine güveni yetersizdir. Sevilmediğini düşünür. Yalnızlık hisseder, eleştirilere karşı alıngandır. Başarısızlıktan çok korkar ve çok sık hayal kırıklığı yaşar.
Çocuklarımız için yapabileceğimiz en iyi şey onlara iyi örnek olabilmemizdir. Ebeveynlerin sözlerini dinlemeyen çocukların, onları taklit ettikleri bilinen bir olgudur. Bu nedenle sözlerimiz değil yaptıklarımız önemlidir.
Bizim en büyük yanlışlarımızdan birisi, çocuklarımızı başka çocuklarla kıyaslamamızdır. Her çocuğun kendine özgü farklı özellikleri, yetenekleri ve başarılı olduğu alanlar ile yapıp yapamayacağı şeyler vardır. Birinin başarıyla yaptığını, başkasının da aynı başarıyla yapması beklenmemelidir. Bir çocuktan, üstesinden gelemeyeceği bir şeyi istemek, onda büyük bir hayal kırıklığı ve onun kendine karşı güvensizlik hissetmesine, başarısız olmasına sebep olabilir.
Bu durum aslında büyükler için de geçerlidir. Her çocuğun farklı yetenek ve donanımı vardır. Bunu bilmemiz sevmediği, başarılı olamayacağı işleri, zorla yaptırmamamız gerekir.
Eğer bir çocuk, istediği bir şeye sahip değil, o konuda beklenti içindeyse, önce anneyi, babayı suçlar. Bunun örneğini çok gördüm. İnsan doğal olarak, kendinde olmayan, gördüğü, bildiği bir şeyi arar. İstediğini elde edemeyince de öfkelenir kızar ve yanlış yollara girer. Çareyi, sorunlarını çözeceğini sandığı bir takım maddelerde arar. Sonunda yine zararını kendi görür. Öfkeyle beslenen hiçbir duygunun, sahibine bir yararı olmaz; ama zararı ise sayılamayacak kadar çoktur.
Ülkemizde dokuz milyondan fazla küçük, büyük yaşta engelli olduğu söyleniyor. Aileleriyle birlikte ilgi ve etki alanları da düşünüldüğünde, bu sayı neredeyse ülke nüfusunun üçte birine denk geliyor. Benim burada özellikle üstünde durmak istediğim engelli çocuklar ve onların aileleridir.
Aynen sokak çocukları kavramında olduğu gibi, bazen “özürlü veya engelli” sözlerine çok takılıyor, hangi tabiri kullanmam gerektiği konusunda kararsız kalıyorum.
Hangisi daha doğru veya ikisi de doğru veya yanlış mı? Bazen ikisini eş anlamlı kullananlar da var.
Engelli çocuklarımızın, fiziksel ve zihinsel engellerin yanında, toplumdaki acıma ve merhamet duyguları, onların hayata uyumunu, ne yazık ki daha da zor hale getirmektedir. Gösterdiğimiz acıma, merhamet duyguları yerine, onların hayatlarını kolaylaştıracak fiziki ve duygusal engelleri ortadan kaldırmamız gerekmektedir.
Toplumun bu bakışı nedeniyle, engelliler ve ailelerinin, ne kadar sıkıntı yaşadıklarının görev yaptığım illerde çok yakın tanığı oldum. Bu toplumdaki herkesin görevi, onların yaşadıkları ortamda, daha sorunsuz ve daha mutlu nasıl yaşayabilirler. Bunun arayışı içinde olmaları, bunun için çaba göstermeleri gerekmektedir.
Bu durumun farkında olmayanlara, küçücük bir önerim var. Yalnızca bir gün için gözlerinden birisini kapatarak, yirmi dört saat öyle dolaşsınlar. Ya da bir tekerlekli sandalyede, bulundukları şehrin sokaklarında tek başına dolaşıp bir gün geçirsinler.
Gözlerinin biri gördüğü halde, yaşadıkları zorluğu, iki gözü görmeyenlerin çektiği sıkıntının boyutunu, dolaştıkları yerlerdeki fiziki engelleri görüp, buna göre bir değerlendirmede bulunup küçücük bir duygudaşlık yapsınlar. En önemlisi hastalık derecesine varan şu acıma duygusundan vazgeçsinler.
Bazı insanlar, başkalarına acımayı neden bu kadar çok sever, durumu olduğundan daha çok dramatik hale getirirler, işte bunu anlayamıyorum. Böyle yaparak kendi benliklerini onardıklarını mı sanıyorlar? Belki de kim bilir?
Çok az sayıda olsa da, bilgisiz ve bilinçsiz zihinsel engelli çocuk sahibi aileler, kendi çocuklarının değerli olduğu gerçeğini hep göz ardı ediyorlar.
Kütahya’da İl Emniyet Müdürü olarak çalıştığım yıllarda, uzun süre onlara yakın olmuş birisi olarak, bunun az da olsa örneklerini gördüm, yaşadım. Tanıdığım ailelerin bir kısmı, onların hep zayıf ve eksik yönlerini görüp, kendi çocuklarının ne yapabileceğinin, farkında bile değillerdi.
Oysa içlerinde öyle enerjik, o kadar çok şey yapabilme kapasitesinde olanlar vardı ki, ailelerin bunun farkında olmamaları beni çok üzüyordu. Kendi engellerinin yanında, bir de anne, baba ve öğretmenler engel çıkarır, yapamayacakları şeylere değil de yapabildiklerine bakmaz, onlara gereken yardım, destek ve değeri vermezlerse, zaten zor olan hayatları, bu engeller ve bilgisizlikle nasıl kolay olacak. Hele bu iletişim ortamında, engelli olanların neler yapabildikleri göz önündeyken, ailelerin bu tutum içinde olmaları nasıl anlaşılır bir durumdur bilemiyorum. Burada bir anımı anlatmak isterim.
Kütahya’da eğitilebilir zihinsel engelli çocukların, Emniyet Müdürlüğüne yakın bir okulları vardı. Okul küçük bir bahçe içinde, fiziki bakımdan çok kötü, kapasitesi de yeterli olmayan eski tek katlı bir binaydı ve ihtiyaca cevap vermekten uzak bir yerdi.
Okula halktan ve kurumlardan çok fazla ilgi gösteren de yoktu. Fırsat buldukça bu okula gidiyor, her gidişimde de içim bir başka acıyordu.
Büyük özveriyle çalışan, okul müdürü, öğretmenler, diğer görevliler çocukların tek başlarına bir şeyler yapabilmesi için, çok büyük çaba gösteriyorlardı. Okulda çocuklara bir şeyler öğretebilmek için gösterdikleri sabır, özen ve hoşgörü gerçekten inanılmazdı. Çocukların olumlu yönlerini ön plana çıkarıp, bu yönde olağanüstü çalışmalarını sürdürüyorlardı.
Okulun müdürü ile yaptığımız sohbetlerde, okulun fiziki yetersizliği nedeniyle, yapmak istediklerini ve düşündüklerini tam olarak yapamadığından söz ediyor, bunun için gerçekten acı çekiyordu. Diğer sorunların yanında, bir de okulun fiziki yetersizliği daha başka bir önem kazanıyordu.
Belki yeni bir bina yapma imkânı yoktu ama başka bir yerde daha uygun bir yer var mı diye, bir gün bütün şehri dolaştım, tüm boş binaları bu gözle inceledim. Bu sırada Eskişehir yolu üzerinde, beş katlı dıştan bakınca, boş ve kullanılmadığı anlaşılan büyük bir bahçe içinde, bakımsız eski bir bina dikkatimi çekti. Yattırdığım araştırmada, binanın halen faaliyetini sürdüren ve aynı arazi içinde yer alan gübre fabrikasının, özelleştirilmesinden sonra, valiliğin kullanımına verildiğini öğrendim.
Hemen okul müdürünü aradım ve binanın olduğu yere gelip gelemeyeceğini sordum. Gelebileceğini söyledi ve vakit geçirmeden de geldi. Birlikte binayı inceledik. Okul müdürü, binanın iyi ve kullanışlı olduğunu, eğer çocukların durumuna uygun olarak gerekli tadilatlar yapılabilirse, ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılayabileceğini söyledi. Bunun için önce vali beyin onayının alınması gerekiyordu.
Bir şey demeden, onu boş yere umutlandırmadan ve vakit geçirmeden hemen vali beyle konuyu görüştüm. Binanın durumunu bilmediği için, haklı olarak, hemen olumlu bir yanıt veremedi ve durumu inceleteceğini söyledi.
Bir süre bekledim, vali beyden ses çıkmadı. Sonra ayda bir olarak yapılan İl Geneli Asayiş Durumu toplantısında, Tugay komutanı ve belediye başkanının da devreye girmesini sağladım. Toplantı sonrası, birlikte binayı görmeye gittik ve orada bulunanların da desteğiyle vali beyden sözünü aldım.
Okul müdürünü aradım ve durumu bildirdim. Tekrar aynı yerde buluştuk. Giderken yanıma bu işten anlayan ilgili bürodan bir arkadaşımı da aldım. Yapılması gerekenleri en ince detayına kadar konuştuk. Tek tek ihtiyaçlarını tespit ettik.
Vali beyden bina sözünü aldığımın ertesi günü, her gün yapılan, asayiş toplantısı öncesi, makama geldiğimde milli eğitimden sorumlu vali yardımcısı ile milli eğitim müdürünün içeride olduğu söylendi. Özel bir şey olabilir diye, İl jandarma komutanıyla özel kalemde bir süre bekledik. Vali yardımcısı ve milli eğitim müdürü çıkışta, engelli çocuklar için sözünü aldığım, bina durumunu, neden kendileriyle konuşmadığımı söyleyerek ikisi de bana sitem ettiler.
Milli eğitim müdürüne, halen eğitimin görülmekte olduğu bu okula gidip gitmediğini, okulun fiziki durumunu bilip bilmediğini sordum. Cevap verememesinden, o güne kadar hiç okula gitmediğini, durumu bilmediğini hiçbir şeyin farkında olmadığını anladım.
Sinirlerime hakim olmaya çalışarak; “Bana bunları söyleyip sitem edeceğinize, okulun eksik olan işlerini tespit edip siz gereğini yapsaydınız. Benim de böyle bir arayış içinde olmama gerek kalmasaydı. Kaldı ki, benim bunu size söylemek gibi bir görevim de yoktur. Bu görev benim değil sizin. Bu nedenle bana sitem edeceğinize teşekkür etmelisiniz müdür bey” dedim.
Bana karşı tutumlarından, içeride konuşulan konunun da bu olduğunu anlamış oldum. Daha fazla sözü uzatmadan, vali beyin makamına girdim.
Makamdan çıktıktan sonra, vakit geçirmeden Kütahya Porselen’in sahibi değerli iş adamı, aynı zamanda sanayi odası başkanı olan Sayın Nafi Güral Bey ile görüştüm. Genel durumu anlattım.
Onun yardımıyla, hemen diğer iş adamlarını da devreye girdi. Hemen işe başlandı. Pencerelere, çocuklar zarar görmesin, aşağıya düşmesinler diye, demir korunaklar yapıldı. Derslikler, yemekhane, okul çevresi ihtiyaca göre tamamen yenilendi. Devletin kasasından tek kuruş harcanmadan, yardımsever iş adamlarının desteğiyle, çok kısa bir süre içinde, bina hazır hale getirildi. Çevre düzenlemesini de bitirdikten sonra, hemen okul buraya taşındı.
Sonra da, eşim ve polis eşlerinin desteğiyle okul müdürünün tespit ettiği, çocukların okuyabileceği kitaplar satın alındı, bir kütüphane kuruldu. Yavrularımız sorunsuz bir eğitim almaya başladılar.
Engelleri çocuklarımızı tanıyıp dünyalarına girdikten sonra, içimdeki sevgiye aç çocuğun duygularını, zihinsel engelli bu çocuklarla paylaşmaya, onlardan gelen olağanüstü sevgi ışığıyla beslenmeye başladım.
Bu durumda olan iki okulu, on beş günde bir ziyaret etmek bende alışkanlık ve içsel bir görev haline gelmişti. Bunu en çok da kendi ruhum için yapıyordum. Onlarla zaman geçirmek, benim için inanılmaz keyifli zamanlardı. Rutin olan ziyaretim işlerim nedeniyle süre biraz uzarsa içimde bir boşluk oluşuyor ve gerçekten onları çok özlüyordum.
Bu çocuklarda bulduğum ve gördüğüm sevgiyi, bu güne kadar hiç kimseden görmemiştim. Bu benim içimdeki hem korkak, hem de sevgiye aç çocuk için müthiş bir keyif ve keşifti. Onlarla daha sık olmaya ve ayda bir de polisevinde moral günleri düzenlemeye başladık.
İl emniyet müdürünün bu yerlerle ilgilenmesi, doğal olarak özellikle yerel basının dikkat ve ilgisini çekiyordu. Konu basında sıkça yer alınca da, Kütahya halkının gözlerinin bir bakıma bu yerlere çevrilmesine yol açmıştı.
Zamanla iş öyle bir hâle geldi ki, maddi durumları iyi olan ildeki bazı insanlar, bu okulların ihtiyaçları karşılamaları, moral günlerini benim gözetimimde, polis evinin salonunda kendilerinin katkılarıyla yapılması konusundaki istekleri giderek artmaya başladı. Bu etkinliklere çocuklar, ilgili dernek başkanı ve yöneticilerinin yanında, yine şehrin değişik sosyal kesimlerinden katılanlar da oluyordu. Bu durum çocukların, ilişkilerini geliştiriyor, ufkunu da açıyordu. Çünkü önceleri aileleri ve öğretmenleri dışında kimselerle bu kadar yakın ve içten ilişki içinde olamamışlardı.
Polisevindeki bu etkinliklerde hem resmi görevli polislerle, hem de halkın bir kesimiyle beraber olmak, onlar için müthiş bir keyif ve deneyim olmaya başlamıştı. Bu günler aynı zamanda katılanlar ve kendi teşkilatım bakımından da, ilginç, yararlı, aynı zamanda eğitici bir durum ve farkındalık yaratmıştı.
Sadece zihinsel engelli çocuklarla değil, zaman zaman bedensel engelli çocuklarımızla da bu ortamı paylaşıyorduk. Onların sorunlarına toplumun dikkatini çekiyor, biraz rahat nefes almaları için, ne yapabileceğimiz konusunda, karınca kararınca çalışmalar yapıyorduk. Bulunduğum yer ve konum, bu işleri yapmaya çok uygundu. Geçmiş yaşantımı bilen toplumdaki büyük çoğunluğun, bana karşı bakışları değişmiş, güvenleri ve destekleri daha da artmıştı.
Gittiğim diğer okullarda, eğitim gören çocukların, ziyarete gelen, üniversite öğrencilerinin dikkatini bu yerlere çekmeye çalışıyordum. Öncelikle engelli çocukların eğitim yaptığı okulları, sonra da yetiştirme yurdu ve çocuk yuvasını ziyaret etmelerini istiyordum.
Toplumda kendi bulunduğu yeri ve değeri bilmeyen çok çocuğumuz var ne yazık ki. Bu yerlere giden çocuklardaki olumlu gelişmenin ve değişmenin de, yaptığım gözlemlerle farkına varıyordum. Bu şekilde giderek toplumda karşılıklı çok olumlu bir bilinç oluşmuştu.
Engelli olarak doğmak bu çocukların hiç birinin suçu olmamasına karşın, hem zor şartlar altında eğitim görüyorlar, hem de hayatları kolay değildi. Onlarda gördüğüm yaşama azmi inanılmazdı. Hepsi kendilerinden beklenmeyen şeyler yapıyor ve onları izleyen hemen herkesi şaşırtıyorlardı.
Tüm engelli çocukların, birini diğerinden ayırmadan söylüyorum. Hayata tutunma arzularına karşın, onlara sunulan imkanlarının ne kadar az, ne kadar yetersiz olduğunu herkesin görmesini ve bilmesini çok isterim.
Toplumda birçok insanın, bırakın bunu görüp desteklemeyi, onları ve onlara yardım eden bir avuç insana, nasıl köstek olduklarını, onların bu durumundan faydalanarak, durumu nasıl kötüye kullandıklarını, bu ilişkiler esnasında yakından gördüğüm için biliyorum.
Bu bir hastalık, hem de iflah olmaz bir hastalıktır. Yoksa yaptıkları bu şeyler, başka nasıl anlatılır. Esas özürlü ve engelli bunlar bana göre. Bu nedenle, görmek ve farkındalık düzeyimizi geliştirmemiz gerekiyor.
Keşke demeyi pek sevmem; ama yine de bunun için diyeceğim. Keşke herkes içindeki utancın farkına varabilse anlık zevkler, başarılar ve kazançların ardından koşup, onların esiri olmasa.
Keşke uyuyan, uyurgezer değil, uyanık bir toplum olabilsek. Bu toplumu derin uykusundan uyandıracak insanlar çoğalsa. Ülkemizde bazı gerçeklerin farkına varabilsek de gördüklerimiz ve yapabileceğimiz şeyler konusunda bu kadar boş vermişlik yapmasak. Bu kendimize de yapabileceğimiz, en önemli iyiliklerden biri olurdu.
Hele onların ailelerinin yaşadığı durumu, gözden hiç kaçırmamalıyız. Ben özellikle Kütahya’da çalışırken, bedensel ve zihinsel engelli çocuklarla birlikte, onların ailelerini de, çok yakından tanıma fırsatım oldu. O zamana kadar, benim de farkında olmadığım birçok şeyin farkına vardım.
Öyle ki, çocuklarının bu özel durumu nedeniyle kendini suçlayanlar, hayatından bıkanlar, bir gün kendileri olmadığında, bu çocukların karşılaşabileceği durum nedeniyle gelecek korkusu, onları çok derinden etkiliyordu. Hemen hepsi inanılmaz bir duygusal baskı altındaydılar.
Engelli çocukların ailelerinin, özellikle annelerin, neler çektikleri her hallerinden belli oluyordu. Çoğu çaresizdi ve maddi durumları iyi değildi. Bazılarının bilinç düzeyleri ve eğitim durumları düşüktü. Birçok annenin ağzından haklı olarak şunu duydum.
“Şimdi çocuğuma ben bakıyorum. Bundan da hiç yakınmıyorum. Ya benden sonrası ne olacak. Ben ölürsem kim bakacak çocuğuma. Bizim çocuklarımız ömür boyu bakıma ve ilgiye muhtaç,” diyorlardı.
İşte aileler içlerinde hep bunun sıkıntısını taşıyorlardı. Kendilerini unutmuş, tüm hayatlarını onlara adamışlardı. Bazılarının gerçekten psikolojileri çok bozuktu. İsyan ederek, günaha bile girdiklerini düşünenler, dünyaya getirdikleri için suçluluk duyanlar, az da olsa hayatından bıkanlar bile vardı.
Bu duygu sarmalı da onların hayatında başka bir baskıyı getiriyordu. Bunun yanında toplumun çocuklarına ve bakışları onları çok yoruyordu. Hayatları tamamen sınırlı ve çocuklarına endeksliydi. Onların günlük hayatlarını biraz daha kolaylaştıracak bir yaşam ortamının olmaması, en büyük sıkıntılarıydı. Yine de çocuklarının okula gitmesi, bir süre kendi ortamlarından kurtulmaları onlar için çok önemliydi.
Ben bu çocukların yanında, babalardan çok anneleri gördüm. Babalar daha uzak duruyorlardı, haksızlık etmek istemiyorum ama belki de bana öyle geldi. Özellikle yük annelerin sırtında olduğu için, onlarda bu tür sıkıntılar daha fazlaydı. Çocuklarının biraz olsun gerçek hayata uyum sorununu aşmaları konusunda, çok da yardım alamıyorlardı. Bu nedenle de çocuklar daha çok anneye bağımlı oluyorlardı. Tek şansları ve tesellileri bu konuda eğitim veren kurumlar, buralarda özveriyle çalışan kişilerdi.
Engelli bir çocuğa, anne ve baba olmanın, ne kadar zor olduğunu, insan ancak onların yaşamlarını, gözleriyle görünce daha yakından tanıyınca anlayabiliyor. Çocuklarıyla birlikte sanki onlar da engelliydi. Gün içinde yapmak istedikleri birçok şeyi yapamıyor, özgür hareket edemiyorlardı. Az sayıda olsa bile, bazı ailelerin bu durumu kabullenemediğini, çoğunun ise kaderine razı olduğunu gördüm.
Onları en çok da kendilerine ve çocuklarına toplumun yadırgayıcı ve acıyan duygular içinde bakmaları, bunu hissettirmeleri üzüyordu. Bu bakış açısından bıkıp usanmışlardı. Onların çocukları başka dünyalı değildi. Bu toplumun birer parçasıydılar. Bunun yanında, bir de meraklı bakışlar yok mu, işte o daha başka bir sorundu. Şimdi de aynı sıkıntıyı yaşamaya devam ediyorlar. Öncelikle toplum içindeki herkes, bu tavrının farkına varıp hemen değiştirmelidir. Bu bakış, zaten kendilerini yalnız hisseden aileleri, daha da çok yalnızlığa itmektedir.
Okulda bulunduğum zamanlarda, bazı ailelerin, çocuklarını okula bırakıp hemen oradan hızla uzaklaştıklarını gördüm. Bu durumu çok eleştirenler olsa da, onları anlamaya çalıştım. Hiçbir zaman ayıplamadım, eleştirmedim. Bu yanlış olurdu, çünkü ne yaşadıklarının çok yakın tanığı olmuştum. Neler çektiklerini az çok biliyordum. Anne-baba bile olsa, bir insanın dayanma gücü nereye kadardır. Bunu dışarıdan bakan insan nasıl bilebilir. Onlarında rahat bir nefes almaya hakları vardı.
Bu okullara her gidişimde karışık duyguların girdabına düşüyordum. Kim bilir evlerinde, sokaklarda daha başka neler yaşıyorlardı. Korku, belirsizlik, yargılanmak, utanç, endişe ve daha birçok şey. Ailelerin küçük de olsa bir kısmı, kaçmakla yakalanmak arasında bir çizgide gezip duruyorlardı. Ne zaman kaçsalar, sonunda yine kendi gerçeklerine yakalanıyorlardı.
Bu dayanılmaz, çekilmesi zor bir durumdu bana göre. Hele onlarla ilgili gelecek kaygısı nedeniyle korku, endişe ve belirsizlik, her şeyin önüne geçiyordu. Farklı düşünenlerin, ne demek istediğimi anlamakta zorluk çekenlerin, en azından birkaç gün bu okullara gitmesini çok isterim.
Lütfen bir an bütün ön yargılarınızdan arınarak, içsel duygularınızın sesini bir dinleyin. Bu çocuklara, ailelerine, ne kadar anlayış gösteriyor, işlerini ne kadar kolaylaştırıyoruz. Onlara bakınca şunu düşünmeden edemiyordum.
Bu çocukların aileleri kim bilir, ne düşünceler içinde, bu yavruları dünyaya getirdiler, nelerle karşılaştılar. Onlar dünyaya geldikten sonra, tüm hayatları, nasıl değişip etkilendi. Ülkemizde zaten çocuk büyütmek oldukça zorken, bir de engelli bir çocuk sahibi olmak, nasıl bir duygudur. Bunu ancak yaşayanlar bilir. Yapılacak şey; “Neden ben?” demeden, durumu kabullenip ona göre çözümler üretmekten geçiyor. Tek çıkar yolun da bu olduğunu düşünüyorum.
Benim engelli çocuklarımızla ilgilenmem, toplumun dikkatini bu okullara yönlendirmem, ailelerde çok farklı duygular yaratıyordu. Birlikte, dertleriyle dertlendiğimiz, ağladığımız, neşeleriyle neşelendiğimiz çok farklı günlerimiz oldu. Çocukların beni gördüklerinde yüzlerindeki o sevgi dolu ifadeyi hiç unutamıyorum.
Her çocuk farklı bir dünya; ama bu çocuklar gerçekten benim için içleri sevgi dolu, her türlü riyadan, yalandan uzak, daha da farklı bir dünya oldular.
En çok sevgiye, ilgiye ihtiyacı olan bu çocuklara, ne yazık ki çok değişik nedenlerle, bu sevgi ve ilgiyi vermiyor, yeteneklerini ortaya çıkaramıyoruz. Onlar için okul açmak, yasal düzenlemeler yapmak, elbette önemli bir görev ancak, bunu destekleyen, diğer çocuklarla, insanlarla eşit koşullarda olan ortamların yaratılması da çok önemlidir.
Ayrıca bu konuda ailenin, özellikle anne adaylarının ve toplumun bilinçlendirilmesi de ayrı bir önem arz etmektedir.