ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 14-11-2023 20:33   Güncelleme : 14-11-2023 21:47

Oysa Edirne - Heybem / Hakan Cucunel

Yazan: Hakan Cucunel -OYSA EDİRNE / HEYBEM

Oysa Edirne - Heybem / Hakan Cucunel

OYSA EDİRNE / HEYBEM

Bazen düşünürüm de, yanlış yerdeyim gibime gelir. Ancak artık vazgeçilmeyecek kadar çok zaman geçtiğini hissederim. Bu duyguyu hissettiğim an, her neredeysem oradan ayrılacağımı anlarım. O an bulunduğum yerde; "Ne işim var?" benim derim.

Daha da derinden kazırsak aslında insanların içinde; "Ne işim var ki?" derim. Benim onlarla ortak düşündüğüm, ortak hissettiğim ne var ki? Belki bu nedenle çerçi gibi bir şey olabilirdim. Olmalıydım. Yalnız yollarda, yalnız olmak. Güneşin doğuşunu da batışını da görmek. İnsanların yanından, onlara dokunmadan ve onlarla kirlenmeden geçip gitmek. İnsanlar kirletir de bazen. İnsan kiri zor temizlenir. Belki de temizlenmez ve hep izi kalır.

Heybemde ne var? Bir heybem var mı? Vardır. Herkesin olur. Ama çerçi olmalıydım. Sadece çerçi. Gezgin. Ağaçların ve otların dillerinden anlamak, bu yeterdi. Ağaçlar. Zamanın kaygısız bekleyicileri. Onların ömrünü kıskana kıskana geçerdim yanlarından. Kabuklarını, yapraklarını, çiçeklerini tanırdım. Köpüren ve kuruyan nehirleri, mevsimlerin dönüşünde toprağı izlemeliydim. Heybemizde neler vardır da, unutmuşuzdur.

Böyle düşünüyordum. Yemekhaneden bahçeyi seyrediyordum. Bölüm başkanı Ali Hoca, o gün odasına çağırmıştı beni. Koridordan geçerken önceki bölüm başkanlarının fotoğraflarına bakmadım o defa. Kapıda durup bekledim. Kapalı kapıların önünde dururum nedense. “Şöyle bir baksaydım kendime bir aynada” diye düşünürüm. Tahta kapıya iki tık ve kolu tutup aşağı çevirdim.

Toprak renklerini severdi. Her zaman takım elbise, kravat ve mutlaka süveter giyerdi. Bir şeyler yazıyordu. Bıyıklı bir adamdı ve bıyıksız düşünemezdim onu. Masasına doğru birkaç adım kala durdum. İşine bakmaya devam etti. Sonra bakışlarını bana çevirip bir süre yüzümü inceledi. Masasındaki paketten bir Bafra sigarası çekip yaktı, burnundan kalın bir duman bırakırken; “Yabancı dilin var. İ.T.Ü’ye yollayacağım seni. Derslere asıl.” dedi. Konuşması devam edecek zannediyordum. Vurgusundan öyle anlaşılıyordu. Başını eğip az önce baktığı haritayı incelemeye devam etti. Bekliyordum. Yüzüme yeniden  baktı; “Hadi git de, yüksek matematiğe çalış biraz.” dedi. Maden mühendisi olabilirdim. İşim gücüm de hazırdı. Keşan’da açık bir maden ocağında çalışacaktım. Aklımda hiçbir şey canlanmadı. Heveslenmedim. Gidebilirdim dediği bölüme.

Herhalde birkaç gün sonraydı. Bir gece, Selimiye Camii'sini izliyordum. Benim yattığım ranzadan bir tablo gibi görünürdü Selimiye. Zamansız, sakin, ne istediğini bilen bir yağmur yağmış, camları ıslatmıştı. Bütün camiyi pırıl pırıl yıkamıştı. Kubbesinin kurşuni koyu rengi iyice belirginleşmişti. Bu renk zaten yalnızca camilerin kubbelerinde güzel görünür. Minareler daha endamlı, daha biçimli görünüyordu. Meriç, kabarmış, hafiften şırıldamaya başlamıştı.

Ağaçlar çıldırmış bir yeşil giyinmişlerdi. Yollar tertemizdi. Sokak lambalarının ışıkları sanki ıslak yollarda yanıyordu. Gökyüzü gri-mor bir renkte olmasına rağmen çekiciydi. İnsana; “bir şeyler yap”der gibiydi. “Uyuyorsun, uyan artık, alıştın yine, çürümeye başlayacaksın” der gibiydi.

Yurttaydım. İyi arkadaşlarım da vardı. Sonraki gün bir otobüse binip İzmir’e dönmek geldi içimden. Bunu düşünmemiş veya tasarlamamıştım. Arkadaşlarıma söyledim. “Şaşırmadım” dedi Mekuli. Yeni adı Mesut’tu. Ama Mekuli kalmıştı bir kere.  “Burda ne işin var ki senin?” dedi. Okuduğum bölümü bana yakıştıramıyordu. “Kutlayalım ama” dediler. Kutladık. O gece lunaparka gittik. Gondola ve çarpışan arabalara bindik. Meriç boyunda gezdik. Erkeklerin dostluklarının gerçek olduğunu bir kez daha anladım. Beni yolcu ederken ağladılar bile. Severken bile küfür ediyorlardı; “Keşke hiç tanışmasaydık seni be, kapçık ağızlı” dedi Özkan.
İzmir’e gitmeliyim gibime geliyordu. Kurumaya başladığımı zannediyordum. Bedenimdeki su çekiliyordu sanki.

Oysa Edirne güzeldi. Hem de yeni değil yüzyıllardır güzeldi. Sinan’dan beri güzeldi. Hava kararmaya başladığında Çingene kızları, dört tekerlekli arabalarını yan yana sıralar, közde mısır satarlardı. Bir Çingene kızın öldürücü derecede güzel olabileceğini Edirne’de öğrenmiştim. Bana bakıp alaylı gülümsemesi ve tertemiz Türkçesiyle “Gözlüklü” diyen, son heceyi uzatarak söyleyen ama adını bilmediğim bu kız; dünyanın en beyaz tenli, en kocaman gözlü ve en güzel elli kızıydı. Ona hiç itiraz edemezdim. Közde mısır alırdım her seferinde. Sevdiğim veya aradığım bir şey değildi közde mısır. Ama o, sepetteki mısırları tek tek yoklayarak sözüm ona en iyisini seçip, mısırın koçanlarını, ustalıkla soyarken közün üzerine yatırıp özene bezene çevirerek pişirirken şahane ellerini seyreder ve her seferinde büyülenirdim.

Aklıma Sabahattin Ali’nin “Değirmen” öyküsü gelirdi. Mısırın yeterince közlendiğine karar verince, işveli işveli ve korkmadan bakar, gülümserdi. Düzgün dişleri hafiften görünürdü. Arkalarında duran çınar ağacının altındaki bankta onları seyrederdim. Aklımı şahane düşlerle süsler, yurda dönerdim. Ne kadar mutlulardı. Neşe, onların damarlarında ve nefeslerindeydi. Zaten yalnızca Edirne’de közde mısır yemişim, bunu da sonradan fark ettim.

Yine de İzmir’e gitmeliyim, bulunduğum yerden ayrılmalıyım gibime geliyordu. Bir nedeni yoktu. Büyük ve sıra dışı bir olay yaşamamıştım. Ak diyen yoktu kara diyen yoktu. Hiç bir şey olmamıştı. Hayat aynı hızında, aynı insanlarla devam ediyordu.

Oysa Edirne güzeldi. Çok güzeldi. Meriç boyuna gitmek, batan güneşin esmerleştirdiği gökyüzüne bakmak, ağaçların arkasında başka bir ülke olduğunu bilmek güzeldi.  Çınar ağaçlarının nemli ve loş yolundan Karaağaç’a yürümek çok güzeldi. Meriç’in insanı dindiren, yavaşlatan geniş geniş akışı beni mutlu ediyordu. Başka bir nehir yoktu o zamana kadar hayatımda. Ama Meriç, güzeldi. En güzeldi. Onun kıyısında Haşim okumak güzeldi. Melâli anlamayan nesle aşina olmayışına şaşırmıyordum. Melâl, güzeldi. Edirne güzeldi. Hep aynı çınar ağacının altında otururdum. Gündüzleri, güneş ışığının yapraklardan süzülüp, parıltılı, kırık camlar gibi yere serilmesinden, bu kırık cam parçalarına benzeyen ışıkların her rüzgârda yer değiştirmesini izlemekten hiç sıkılmazdım.  Ayçiçeği yüklü kamyonları takip eden kargalar güzeldi.

Bu, eski başkente, yüzyılları eskiten heybetiyle Meriç’i izleyen Selimiye sığıyordu, güzelim Meriç sığıyordu ama sığamıyordum ben. Bazen kendi içime de sığamıyordum. Hareket etmem, yer değiştirmem gerekiyordu. Bunu ruhumun en derin yerlerinden gelen bir şeylerden anlıyordum. Sözlerle anlatamazdım. Ama artık bir yerleri ve bir şeyleri terk etmem ve İzmir’e gitmem gerekiyordu.

Oysa güzeldi Edirne. Selimiye’nin altındaki bedestende dolaşmak, beyaz tenli göçmen kızlarına uzaktan hayran olmak güzeldi. Hamamlar, camiler, mezarlıklar güzeldi. Çınar ağaçları güzeldi. Tanıdığım ikinci yeni şehir olarak, kendiliğinden seven bir kadın gibi sarmıştı beni. Denizi andıran ayçiçeği tarlaları güzeldi. Okuluma yürüyerek giderdim. Biriket yapan Şeyhmus’a selam vermek ve her seferinde çay içme teklifini kabul etmek güzeldi. Şeyhmus, ilkokul mezunuydu ama ezberden yüzlerce şiir okurdu. Onunla zift gibi çaylarımızı içer, yurtta yemek saatine kadar okuduğu şiirleri dinlerdim.

Yolun sağındaki eski mezarlığa gitmek, eski ve yosunlanmış mezar taşlarından isimleri okumaya çalışmak güzeldi. Her birinde bulunan sembollere anlam vermeye çalışmak güzeldi. Sanki yaşamın yeni bir sırrını daha çözüyordum. Var oluşuma bir anlam keşfediyordum. Kiminin üzerinde bir kabartı bile kalmamıştı. Rüzgâr ve yağmur okşaya okşaya yumuşatmış ve silmişti bütün yazıları. Kimi artık bir tarafa yatmıştı. Kimi yüz üstü veya sırt üstü devrilmişti. Kimi bir ağaca yaslanmıştı. Onların arasında olmak, eğer okuyabilmişsem yaşadıkları yılları geriye doğru hayal etmek ve kitapları orada okumak güzeldi. Yine de İzmir’e gitmem gerekiyordu sanki.

Oysa Edirne, güzeldi.
Tümay da güzeldi. Benim gibi birini, kendi verdiği bir kararla ansızın sevmeye başlaması ve rengi tarifsiz gözleri güzeldi. Mimarlığın önünde, geleceğinden emin olarak onu beklemek... Güzelden de öteydi. Şahaneydi. Saçlarındaki güneşe bakmak, konuşurken nedense en beklenmedik zamanlarda susup gözlerimin içine, evrenlerime belki de benim bile bakamadığım heybeme bakması ve o heybenin içini gördüğünü düşündürmesi, gördüklerini sevmesi, onlara şaşırmaması güzeldi. Bakışlarında -nedense- beliren anlaşılmaz hayranlık güzeldi. Dinlemeyi çok sevmesi, dinlerken kendi konuşma sırasını beklememesi muhteşemdi. Ne anlatırsam anlatayım, bir mucizeyi dinler gibi dinlemesi eşsizdi. Bir şey konuşmasa bile her şeyi anlatması, her söylediğime ikna olarak bana her istediğini yaptırması da güzeldi.

Her seferinde onu evine bırakmak sonra sakin ve huzurla dolu olarak yurda yürümek, evlerin, insanların, sokakların yanından geçmek, ruhuma iyi geliyordu. Her akşam evine girerken sanki beni bir daha görmeyecekmiş gibi kapıdan aceleyle yanıma gelip, öylece dikilmesi, göğüslerini gövdeme bastırarak kısacık sarılması, binaya girmeden önce ille de son bir kez gülümsemesi beni iyi ediyordu, sanırım çok eski zamanlardan beri kırılmış olan ruhumu onarıyordu. Değerli hissettiriyordu kendimi. Evine gittiğinde gülümsüyor olduğundan emindim. Hiç oyun oynamaması, ne hissediyorsa onu yaşaması, onu söylemesi güzeldi.

Uçsuz bucaksız susuşu, en beklemediğim zamanlarda bilmediğim bir çiçeğin açılışına benzeyen ve affeden gülüşü güzeldi. Hemen küsmesi, gözlüklerinin arkasında, gözlerinin eşsiz su yeşili rengine şaşırmak da güzeldi. Asla küs kalmayışı, hemen barışması, barışmadan yaşayamayacağına inanması, kolayca ikna olması, yurda varınca “ara” demesi, aramazsam saatlerce telefon başında yurt telefonunu düşürmek için uğraşması, ranzamda kitap okurken adımın anons edilmesi,  hep çok merak etmesi, her akşam bir mektup yazması güzeldi. 
Ama İzmir’e dönmeliyim gibime gelmişti o akşam.

Yurt dolabımın kapağının asma kilidini açtım. Bir süre bütün mal varlığıma öylece baktım. Üst rafta kitaplarım vardı. Elde yıkama deterjanımı yeni almıştım. El sabunum da yeniydi. Çamaşır leğenimi, deterjanımı, old spice traş kolonyamı ve başka her şeyimi arkadaşlarıma verdim. Kitaplarımı ve walkmenimi sırt çantama koydum. Çanakkale Turizm otobüsüne bindim. Her zamanki gibi 1 numaralı koltuktaydım. Eceabat’a kadar şoför hiç susmadı. Hiçbir şey düşünemedim. Sanki bu kararı bir başkası vermişti de ben onu yalnızca izliyordum. Babamın da haberi yoktu. Babam, bir iş hanında çaycıydı. Otogardan Kemeraltı’na kadar yürüdüm. İş hanına girdim. Çay ocağımız en sondaydı. Elinde tepsisiyle Matbaacı Kamil’in sade kahvesini götürüyordu babam. Omuzumu sıktı, “Geç otur ben geliyorum” dedi. Kafa tatili yaptığımı zannetmişti. Birer demli çay yapıp karşıma oturdu. “Okulu bıraktım, yeniden sınava gireceğim” dedim. Hiç şaşırmadı. “Neden bana sormadın?” demedi. En küçük kızma ifadesi belirmedi yüzünde. “Doğrusunu sen daha iyi bilirsin oğlum.” dedi yalnızca.

Oysa meslek lisesi mezunuydum. Fizik, kimya, biyoloji, bunların hiç biri yoktu bende. Edebiyat dersi bile görmemiştim doğru dürüst. Biz okulun istenmeyenleri, it ve kopuklarıydık. Oraya da uyum sağlayamamıştım. Oysa o liseye birincilikle girmiştim. Çınarlı Anadolu Teknik Lisesi. Ama hazırlık sınıfından atılmış ve meslek lisesine gönderilmiştim. Kaç defa disiplin cezası aldığımı hatırlamıyorum bile. 
Kafamda ODTÜ Tarih ya da Hacettepe Edebiyat vardı. Bölüm başkanından çıkış belgemi istediğimde; “Ne işin var lan senin üniversitede, siktir gir Toshiba’da çalış işte, Allah’tan belanı mı istiyorsun, zaten nasıl başaracaksın?” dedi. Cevap vermedim. Masasının önünde, belgemi vermesini bekledim ve bir şey demeden çıktım.
Bir sene çalıştım. Aşkla, tutkuyla çalıştım. 488 puanla bölümü kazandım. Ama öğretmen ol. Öğretmenevinde otur. Dijitürk’ten maçları seyret. Arada bir halı sahaya git. Denk geldiğinde balığa kaç. Bazen başka şeyler de yap. Otur oturduğun yerde. Ama hayır. Tutturdum. Şiir, öykü. Tutturdum da ne oldu. Hiç bir şey olmadı. Aklım fikrim yazdıklarımda ve yazmayı tasarladıklarımda kaldı.

Belki her insan bazen, biraz böyle hisseder. Ne için yaratıldığımı keşfedemedim. Herhalde benim cümlem budur bu hayatta. Yapamıyorum. Belli bir sürenin sonunda anlıyorum ki gitmem gerekiyor. Terk etmem gerekiyor.

Oysa güzeldi Edirne. Orada ben hayatımda ilk defa nasıl davranmak istiyorsam öyle davranıyordum. Kim olmak istiyorsam o, oluyordum. Geçmişimde olan ve bana iyi gelmeyen bütün ayrıntıları unutuyordum.
Benim hayatımda iki kadın, anne olmuş. Böyle öğretmişler, ikisine de “anne” demişim.
Bir ağbim varmış. Ölmüş. Köy yerinde bakamayız da ölür diye düşünmüşler. Beni anneanneme vermişler. Anneannemle Kars’tan trenle İzmir’e gelmişiz. Annemden ayrılırken ağlamış mıydım? Yüzümde nasıl bir ifade vardı? Trende neler hissetmiştim acaba? Ya da yeniden annemlerin yanına bırakıldığımda nasıl bir yabancılık yaşamıştım. Hatırlamıyorum. Üç dört sene onun yanında kalmışım. O süre nasıl geçmişti.

İki kadına “anne” demek nasıl bir şeydi? “Bir” olması gereken bir varlığı, ikiye bölmeyi başarabilmiş miydim? Yoksa “bir” bile olmamış mıydı? İki kadına da “anne” diyordum. Böyle öğretilmişti. Ama ikisinden de “anne” yakınlığı alabildiğimi hatırlamıyorum. “İki” kadın vardı ama “bir” “anne” yoktu. Anneannem, temas etmeyen, sarılmayan, varsa bile sevgisini göstermeyen bir kadındı. Uyurken hep duvara dönerdim. Duvarda çok küçük bir çivi deliği vardı. Oraya bakardım. Karşımdaki duvarda bir şahmeran resmi vardı. Yıllarca hep aynı yerinde durdu. Kim almış ve oraya asmıştı? Teyzemler de soğuk ve mesafeli kişilerdi. Ben dokunmayı bu nedenle mi çok sevdim acaba? Dokunmadığım hiçbir şeyi sevemedim neredeyse.

Orada geçen zamanlarımda, hiç oraya ait olmadım. O zamandan sonra da bir yere ait olduğumu hissetmedim.

Bir süre sonra birinci annem ve babam İzmir’e gelmişler. Bir misafir gibi. Geldikleri gece onlara kim diye bakmıştım acaba? Kim geldi demişlerdi bana.  Onları ilk gördüğümde ne düşündüm. Bir gece kaldıktan sonra Kars’a giden bir trene binmişiz. İkinci annemden nasıl ayrılmıştım? Onu sever miydim? Ayrılırken ağlamış mıydım? Tren yolculuğu boyunca, onların yanında nasıl davranmıştım? Onların yüzlerine nasıl bakmıştım? Sütünü bile ememediğim ama beni doğuran bir kadın vardı. Hiç sarılmadığım beni de sarmayan, sarmaya çalışsa bile yabancıladığım bir kadın. Bir anne. Ya da yarım anne. Bir annenin yarısı. Bir yarımın annesi diğer yarım için ise yabancı bir kadın.

Köye vardığımızda neler hissetmiştim? Geldiğimiz o yeni evde bir kardeş ve bir abla vardı. Acaba onlar, aralarına yeni giren yeni çocuk hakkında ne düşündüler? İkinci anne İzmir’de kalmıştı. Onu özlemiş miydim?  Hâlâ gaz lambası yanan bu yeni evde, bir anne ve bir de tanımadığım bir adam ya da baba vardı. Çok da iyi hatırlayamadığım o yıllarda neler hissederdim acaba? Aklımda neden hiç anne kokusu olmadı. Neden anne sarılması denilen duyguyu hiç anımsamıyorum. Annenin olmayışı benim ruhumda nasıl izler bıraktı? Ya da izlerin olması gereken o yer bomboş mu kaldı? Her şey, her duygu, ayrılmalar, düşlenenler, özlenenler o kadar uzakta ki…
İzmir’e gitsem iyi olacak gibiydi. Bir yerleri, bir şeyleri, birilerini terk etsem iyi olacak gibiydi.

Oysa güzeldi Edirne. 
Çocukluğu gömüyoruz. Evet, kelimenin gerçek anlamıyla gömüyoruz. Bir ölü gibi. Bir ceset gibi. Gömdüğümüz yeri bile unutuyoruz. Kendimi ablamın ve kardeşimin yanında sonradan eklenmiş, aslında o aileden olmayan biri gibi hissederdim. Zamanım nasıl geçerdi? Yeni gelen çocuk kabul görmüş ve sevilmiş miydi? Kime sorulur, kimden öğrenilir bu? Kim, gerçekten olanı anlatır ki? Bu hisler, nerelere gömüldü. Gömüldüğü yerde çözündü mü? Bilmiyorum. Yoksa aynı ilk günkü canlılığı ile duruyor mu? Bunu da bilmiyorum. Benim, çocukluk dünyamda olmayan annemin yerine birini koyabilmiş miydim? İnsan annesini gerçekte ne kadar sevebilir, anne sevilen, yerli yersiz, yalnızca canımız istediğinde sarıldığımız bir kadın mıdır? Ben, hiç sarıldım mı anneme? Hatırlamıyorum. Kokusunu bilmiyorum. Ya da yıllar yılı bilmedim.
İzmir’e gitsem iyi olacak gibi geliyordu bana. Selimiye bir tablo gibi bekliyordu ıslanmış kubbesiyle. Seziyordum. Zamanı yaklaşıyordu. Gitmeliydim. Bir yerleri ve bir şeyleri ya da her şeyi terk etmeliydim.

Oysa güzeldi Edirne. Çok güzeldi. Hem de yeni değil yüzyıllardır güzeldi.

Anasınıfından atılan bir çocuk duymadım. Ben atıldım. Öğretmenimi hiç sevmemiştim. O da beni sevmiyordu ve bunu çok net hissediyordum. Bu öğretmen, benim sınıfta olmamı istememişti. Birinci dönem bitmeden beni ana sınıfından aldılar. Eve döndüm. Radyodan “Arkası Yarın” adlı radyo tiyatrolarını dinlerdim. “Zeytin Gözlüm sana meylim nedendir?”şarkısı hep hüzünledirirdi beni. Birisinin zeytin gözlü bir sevdiği vardı demek. İlkokul birinci sınıfı orta ile bitirdim. Ama o yıldan sonra hep, okulun en iyi öğrencisi oldum. Hayatımın mucizesi, ilkokul öğretmenim İsmail İmece oldu.

Edirne’den ayrılacağımı anlamıştım. Yaklaşmakta olan krizi hissederler ya saralılar, ben de insanları, şehri terk etmem, göç etmem gerektiğini hissediyordum. O gece, ranzamda otururken anlamıştım. Ben “(yeşil)Zeytin Gözlüm”ü, beni kendiliğinden seven, merak eden bir kadını, sebepsiz ve haksız olarak Edirne’de bırakıyordum. Yeşil gözleri ağladığında başka bir renge geçiyordu. Kötü müydüm acaba ben de? Zeki değildim. Bunu fark ediyordum. Ama öğrenim hayatım boyunca ödev yapmadım diyebilirim. Yazım çok kötüydü. Defter tutmazdım. İşitsel biriydim. İyi dinlediğimde anlıyordum. Dinlemediğimde anlayamıyor ve aklımda tutamıyordum. Öğrenmek istiyorsam kendime sesli olarak anlatıyordum konuları. Yazmama gerek kalmıyordu.

Bu hayatta bir şey başardım mı bilmiyorum. Başardıysam da kendim yaptım. Hiç kimse işlerimi kolaylaştırmadı. Bu hep böyleydi. Heybemde neler var bilmiyorum. Bilsem ne değişecek ki zaten. Hiç bir şeyi keşfetmiş olmayacağım. Bilmek istemiyor da olabilirim.
Kimler, heybelerinde ne olduğunu bilir ya da bilmek ister? Oysa heybemiz, omuzumuzda duruyor. Onu atamayız. Ondan vazgeçemeyiz. İçindekileri boşaltıp yeni şeyler dolduramayız. Bunu da biliyorum. Hemingway’in dediği cümle çok çarpar beni. “Yazmakta bir şey yok. Tek yapmanız gereken daktilonun başına oturup kanamak.”

Bir daktilom yok. Ama kanıyorum işte. Kanıyoruz işte. Heybemizde neler olduğunu kim bilir? Çerçi gibi terk ettiğimiz her şehirde, her insanda bir heybemizi bırakıyoruz.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi