ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 08-09-2022 02:10

Orkestradaki Zili Çalmak 

Yazan: Betül Eren - ORKESTRADAKİ ZİLİ ÇALMAK

Orkestradaki Zili Çalmak 

ORKESTRADAKİ ZİLİ ÇALMAK 

 Büyük orkestralarda orkestranın en arkasında duran ve çalınan müzik parçasına göre, tüm parça  boyunca bir ya da iki kere zili çalan bir orkestra üyesi vardır. Hep onun ne kadar heyecanlı olduğunu ve zamanı geldiğinde, kaçırırsa ne olacağını düşünürüm. Birdenbire bir kaç saniye farkla çıkacak uyumsuz bir ses, veya tam zamanında çalınan, yerine oturan bir ses…
Bu aralar nedense kendimi o orkestradaki zili çalan müzisyen gibi hissediyorum. 

Sanki çalmayı hep kaçırmışım da hep ahengi bozan sesler çıkarmışım da… Neden hayatımın  müzik sesini yakalayamadığımı düşünüyorum? Neydi engel olan bana zamanında o zilleri birbirine vurup da o olağanüstü sesi çıkarmamı istemeyen?
Garip sesler çıkarmışım da sanki salonda yer alan tüm müzikseverler kötücül bakışlarıyla 
bana bakıyor gibi. 

Ne mi hissediyorum? Pişmanlık, mahcubiyet, adına ne derseniz deyin işte.
Hayatlarımız bir senfoni olsaydı, vurmalılar, nefesliler, yaylılar falan derken ahenk içinde yükselen sesler duysaydık her zaman. Ama, olmuyor işte. Biri geliyor, bir şey oluyor, dikkat dağılıyor, düzen bozuluyor yeni bir düzen kurulana kadar da zorlanıyoruz. 

Anlamsız sözler, anlamsız insanlar, anlamsız sesler… Sonrası mı? Kendimizi tekrar toplama ve yeni düzene uyumlandırma süreci başlıyor. Hissediyorum ki, yeniden o zilleri birbirine hızla vurma zamanı yaklaşıyor benim için. Son kez değil, daha aralarda bir kaç kez daha vurmam beklenecek de, peki vurabilecek miyim? İşte orası bir muamma…

Bu aralar içimde binlerce iç ses var, birbirlerine çalım satan, birbirlerinin dediklerini beğenmeyen… Yenilik arayan veya tam tersi eski günleri arayan, özleyen. Neleri mi özlüyorum kendimce?
Çocukluk günlerimi, babamın koruyucu gölgesini, arkadaşlarımı, okulumu, o günlerdeki ülkemi, sabahları okuduğum yansız gazetelerimi, gazetelerden yükselen kağıt ve mürekkep kokusunu, mizah çizen, karikatüristleri, haber programlarını, çocuk programlarını, Tom ve Jerry’ yi, Tweety’ yi, siyah beyaz televizyon dizilerini, tartışma programlarını, müzik programlarını, ev gezmelerini, ailece yapılan sohbetleri, bahar geldiğinde kırlara gitmeyi, deliler gibi aşık olduğum günleri, çalıştığım günleri, oğlumun henüz küçük bir çocuk olduğu günleri, pazar sabahları şimdiki gibi bir yerlere gidilip yenilen değil de evlerde edilen mükellef kahvaltıları, konserleri, liseler arası yarışmaları, çılgın gibi örgü örmeyi, her hafta bir ya da iki kitap okuyup bitirmeyi, merak ettiğim her konuyu sonuna kadar araştırmayı, “Adam sen de…” demeden uğraşmayı, didinmeyi, gitar çalmayı, avazım çıktığı kadar bağırarak şarkılar söylemeyi, marşlar söylemeyi, bir şeyler hayal etmeyi, bir kıyafet alınca sevinmeyi, ayakkabı ayağını vursa da, hiç vurmuyormuş gibi neşeyle  giymeyi, hayatı sevmeyi, neşeyle uyanmayı, menfaatlerin bu kadar ön planda olmadığı günleri, etrafımdaki güzel insanların varlığını hissedebilmeyi, yarınımdan bugüne göre daha emin olmayı, okuduğumda sevindiğim sağda solda açılan fabrika haberlerini, saf, masum gençlik yıllarımı…

Kampana defalarca çalmış hayatımda, kimisi yerli yerinde, kimisi faz farkıyla… Hepimizin hayatları benzerdi o yıllarda ne birbirinden eksik, ne birbirinden fazla. Bu senfoni henüz bitmedi, hala devam ediyor. Hala bundan sonra çalacak zilleri  zamanında vurmayı bekliyorum… Bekliyorum, ne kadar zaman kaldığını bilmeden…

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi