ANI
Giriş Tarihi : 13-09-2022 13:50

Önce Babam Sonra Çinçin Öldü / 1980 Darbesi

Yazan: Ahmet Suat Düzgün - ÖNCE BABAM SONRA ÇİNÇİN ÖLDÜ /1980 DARBESİ

Önce Babam Sonra Çinçin Öldü / 1980 Darbesi

ÖNCE BABAM SONRA ÇİNÇİN ÖLDÜ
(1980 DARBESİ)
 

Gece tüm karanlığı ile dünyanın yarısını sarmıştı. Bizim içinde bulunduğumuz kısım şimdi karanlıkta idi. Ama gökyüzünde yanıp sönen yıldızlar oralarda birilerinin yaşadığını gösteriyordu âdeta. Onlar da karanlıkta kalmış olmalı ki evlerinin ışıklarını yakmışlardı. Onlar o kadar uzaktan lambalarının yakıp söndürerek bize sanki haber yolluyorlardı.

Gecenin sessizliğini bozan bir mavzerden çıkan kurşun sesi herkesi bulunduğu yere çakmıştı. Kısa bir süre sonra evlerden çocuk ağlama sesleri geliyordu. Uzun ve huzursuz bir ağlama sesi mahalleyi sarmıştı. 

Sebepsiz bizde yanan gaz lambalarının ışığı altında ağlamaya başlamıştık. Babam radyoyu açmış ayar düğmesi ile oynuyordu. Şimdi radyodan gelen anonsta Kenan Evren konuşuyordu:
-Bir defa daha belirtiyorum ki TSK aziz Türk Milletinin hakkı olan refah ve mutluluğu vatan ve milletin bütünlüğü ve gittikçe etkisi azaltılmaya çalışılan Atatürk ilkelerine yeniden güç ve işlevlik kazandırmak, kendi kendini kontrol edemeyen demokrasiyi sağlam temeller üzerine oturtmak, kaybolan devlet otoritesini yeniden tesis etmek için yönetime el koymak zorunda kalmıştır.

‘‘Darbe olmuş!’’ dedi, babam; "Darbe olmuş!" 
Ellerini başının arasına aldı ve derin derin mahalleden gelen gürültüler eşliğinde düşünmeye başladı. Üzeri giyinik ağzında yanan sigarasının külleri beyazı bol olan siyah beyaz kazağı üzerine dökülüyordu;"Bir türlü rahat göremeyecek miyim?" diye geçiriyordu içerisinden. Daha temizlik görevlisi olarak yeni girmişti büyükşehir belediyesine. 

Ulus Meydanı ondan soruluyordu. Üzerine kışlık ve yazlık olmak üzere iki farklı kıyafet vermişlerdi. Lacivert ağırlıklı idi kıyafetleri. Palaska gibi bir kemer ve iki adet bot ona verilen diğer kişisel donanım malzemesiydi. Sabahları süpürmek için gittiği ulusta bir kabinden çalı süpürgesini alıp Atatürk heykelinin oradan Anafartalar Caddesi ve iş merkezlerinden yukarı doğru halin oraya kadar her yeri tertemiz ediyordu. Tam refaha ermişken tam her şey düzelecekken tam bir şeyleri yoluna koyacakken nereden çıkmıştı bu darbe! 

Sigarasının küllerinin düştüğü yeri eliyle temizliyor sırtını sıvazlıyordu babamın annem. Gözlerinden bir buğu ve derin hüzünle:
‘‘Bizim çocuklarımız öldüğünde her şey yoluna girer!’’ diyordu annem. 

Ülkede değer verdikleri destekledikleri çocukları gençleri yok eden bir ne olduğu kime hizmet ettiği belli olmayan sistem vardı. İnsan odaklı ve kim olursa olsun insanların ölmesine üzülen bir aileydi bizim ailemiz. Empatiyi en derin haliyle yaşayan annem ve babam kimse ölmesin diye dua ediyorlardı. 

Gece derin bir sessizlik içinde sokağımızın önünden geçen postal sesleri ile inliyordu. Gecekondumuzun penceresinin yüksekliği yerden seksen doksan santim yukarıdaydı ve ben uzansam dışarıyı görebiliyordum. Ama tercihimi karyolanın altına saklanarak kullanmıştım. Suna da benimle kıvırcık saçları ile yanımda sessizce ağlıyordu neye ağladığını bilmeden. Zaten bir süre sonra olduğu yerde uyuya kalmıştı. Annem halının üzerinde uyuyakalmış kardeşimin üzerini bir kalın yorganla örtmüştü. 

Babam evde sigara üstüne sigara içiyordu ve içi ruhu daralmıştı. Artık evde yalnız kalıp beklemek zor geliyordu. Çok sevdiği Uzun boylu kıvırcık saçlı iri cüsseli esmer arkadaşı Hüseyin amcanın evlerine gitmeye karar verdi. Orada olup biteni konuşmak ve sabahı etmek için Murat ağabeyim Funda ablam olmak üzere herkesi uyardı. Üzerimizi sıkı sıkıya giyinmiştik. 

Annem; "Benim güzel kızım." diyerek kucağına uykudaki Suna’yı almıştı. Babam da benim elimden tutup ağabeyimi sırtına almıştı. 

Evimizin karşısı fırındı. Fırının ışıkları normal zamanlarda hiç sönmezdi ama o gece zifiri karanlıkta kalmıştı. Ne sokak ışığı ne başka bir ışık. Sanki darbeden yıldızlarda söndürülmüştü. Gökyüzünde bir tek yıldız göremiyorduk. Fırının üst katında yaşayan birkaç aile vardı. Şimdi mutlaka cam önünden bizim küçük bir konvoy gibi geçişimizi seyrediyorlardı. Cam arkasında bizi izleyen gözleri hissedebiliyorduk. Askerlerin devriyesi aşağı mahalleye ulaşmıştı. Bu boşlukta fırının önünden geçip Selman Bakkalın arkasında oturan Hüseyin amcalara gelmiştik. Babam ve Hüseyin amca birbirlerini omuzlarından tutup sarılmışlardı. 
‘‘İyisin! İyi. Hüseyin ne olacak? Ne oldu yine?’’ dedi. 
‘‘Ne olduğu olacağı yok. Evren Paşa darbe yapmış işte. Radyodan dinledik biraz evvel hanımla.’’
Gülbahar abla ise annemi elinden tutup çekmişti içeriye. Sonra dışarıda kimsenin olmadığından emin olunca kapıyı kapatıp bir derin sohbete dalmışlardı. Gülbahar abla ufak tefek sevimli bir kadındı. Ne zaman gitsek önümüze şekerli tatlılar koyar meyveleri dizer sonra oradan uzaklaşırdı. Bizde kardeşler olarak ilk hamleyi yapıp tabağa uzanacak kimseyi beklerdik. 

Ağabeyim Murat portakalı aldıktan sonra az evvel masaya konmuş her şey bitmiş olurdu. Kapış kapış. 
Işıklar sönük evde siyasetin insan öldüren bir silah haline gelmesinden bahsediyorlardı. En tehlikeli şeyler arasında birinci sırada oy için insanları birbirine düşüren siyasete küfrediyorlardı; "Allah belasını versin." dedi Hüseyin amca. 
Sokaktan gelen postal sesleri yaklaşmaya başlamıştı. Babam ve Hüseyin amca bizlere zifiri karanlığa alışmış gözlerimize bakarak susun işareti yapıyordu ellerini dudaklarına götürerek. 

Askerlerin homurtusu Hüseyin amcaların evin önüne gelince kesilmişti. Kısa süren bir sessizlikten sonra kapıyı vurmuştu asker. “Açın kapıyı!”
İçeri dolan askerler evin altını üstüne getiriyorlardı. Başlarındaki komutan olduğunu anladığımız kişi kaşları çatıktı. Yüzünde nefret vardı. Korktuk ve ağlamaya başladık. Babam sinirlenmişti. 
‘‘Ne oldu ne arıyorsunuz?’’ dedi. 
‘‘Senin evin mi?’’ dedi komutan. 
‘‘Hayır, arkadaşımın evi. ‘’
‘‘O zaman sus ve bırak evin sahibi konuşsun.’’ dedi komu-tan. 

Hüseyin amca sanki radyodan haberi almamış dinlememiş gibi neler olduğunu soruyordu. Komutan ise askerin yönetime el koyduğunu ve sokağa çıkma yasağının duyurulacağını söyledi. Askerler ellerini sürdükleri her yeri yıkıp geçiyordu. Çatıya çıkmışlardı. Çatı arasına kaldırılmış kim bilir ne zaman konulduğu belli olmayan kitaplar aşağıya indirilmişti. 
‘‘Bunları sen mi okuyorsun?’’ dedi komutan Hüseyin amcaya bakarak. 

Gülbahar abla eşini korumak için kendini öne atmıştı;
‘‘Hayır, ben okuyorum. ’’dedi göğsünü şişirerek. 
Oysa okuma yazması da öyle aman aman değildi. Kitap içerisinde ne vardı? Ne yazılı idi de bundan bu kadar rahatsız olmuşlardı. Gülbahar ablayı karakola götürmek için aldılar. Hüseyin ağabey de babama sarılıp;
‘‘Sen çocuklarını al git sonra konuşuruz merakta kalma. ’’dedi. 

Onlar karakol yolunu tutarken biz de eve doğru gitmek için tekrar dışarı çıkmıştık. Hepimizin gözleri fal taşı gibi açıktı. Evimizin önündeki meydanda top oynadığımız yerde askerler sırtlarında tüfekleri ile kucaklarında kitapları meydana dökmüş yakıyorlardı. 

Birçoğunun yüzü gülüyordu. Kitaplardan nefret ediyorlardı ama yanan kitapların yaydığı ısı ile içleri ısınıyor yüzleri aydınlanıyordu. Durum böyle iken kitaplardan korkmak nedendi? Belki o zaman günün birince yazmak zorunda olduğumu düşünmüştüm. Daha çok yazmak daha büyük aydınlıklar daha büyük sıcaklıklar kalplere dolmalıydı. Onlar kitapları birer ikişer yakarken beş çocuklu babam askerlere “selamın aleyküm” diyerek eve sokmuştu bizi. 
Annem çok korkmuştu. Korkusundan eve girdiğinde bizleri yatırdıktan sonra uzanmış ve uzandığı gibi bayılır gibi uykuya dalmıştı. Babam o gün hiç uyumadı. Açtığı Kuran’ı Kerim’den dualar ayetler okumuş Allaha ellerini açıyordu. Sabah ise kafası pencerenin camına dayanmış askerlerin anonsu ile uyanmıştı ancak.

Darbenin sabahı dut ağacının dibinde oturan askerlere annem çay ve ekmek peynir ikram ediyordu. O zaman çocuk aklımla düşünmüştüm hatta sormuştum. Onlar bizim kitaplarımızı yaktı. Bizi korkuttu sen neden onlara çay ekmek veriyorsun? Demiştim. 
‘‘Onlar da insandır oğlum. Emir kulu onlar. Günahtır yazıktır. Kin gütmek olmaz. Her şey yoluna girer inşallah!’’ diyordu. 

Herkes annem kadar vicdanlı ve merhametli olsa diye içimden geçirdim. O zaman dünya çok güzel olabilirdi. Bende annemin yaptığı gibi yaptım. Elimdeki lolipop şekerimi askerlerden birine götürüp korka korka da olsa verdim. Yanağımı okşadı yüzü güldü ve duygulandı. Sevgi karşılık bulan bir şeydi. Sonra annemin dedikleri aklıma geldi. 
‘‘Günün birinde bir yerlerde birileri sevgiyi damarlarına kadar işleyecek evladım. O zamana kadar pes etmek yok.’’

Evet, biz bunun için yaşamalıydık. İyilik insana huzur veriyordu kötülük ise korku ve endişe. İdamlardan bahsediliyordu.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi