ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 16-04-2024 16:04   Güncelleme : 25-04-2024 23:27

Muştu / İbrahim Şaşma

Yazan: İbrahim Şaşma -MUŞTU / 2024 TRUVA EDEBİYAT DERGİSİ 7. ÖYKÜ YARIŞMASINA KATILAN ÖYKÜ

Muştu / İbrahim Şaşma

MUŞTU

Bıçak sırtına yatırmıştım bütün sevgileri. Temmuzun ortasında üşüyordum nedense. Tren sesleri, gemilerin ayrılık düdükleri, kuşların geceye sızan çığlıkları çınlıyordu kulaklarımda. Dokunsalar ağlayacak gibiydim yitirilmiş umutların bahçesinde. Balonunu kaybetmiş bir çocuğa benziyordum, yaşım elliye dayansa da. Canım yanıyordu benim, yüreğimin her tarafı insan yanığıydı.  Güzel bir bakışa, içten bir dokunuşa, yüreğimi titretecek seslenişe hasret kalmıştım. Gönlümün ücra köşelerinden ağlayan çocukların seslerini duyuyordum. Solgun silik ve siyah beyaz bir fotoğrafta yüzü belirsiz bir kadındım ben.

Menzilimin son dönemecinde itilen, kakılan ve ötelenen bir kadındım. Yarım kalan hikâyelerim vardı. Yağmur beni ıslatamıyor, güneş ışık huzmelerini yüzüme değdiremiyordu. Ayın şavkı girmiyordu penceremden içeriye. Gözyaşlarımın ise hiç hükmü yoktu.

Hiç büyümemiştim ben. Göğüslerim çıksa da, ay halimi görsem de, ben hiç büyümemiştim. Çocukken yakama yapışan menenjit hastalığı yüzünden dilsiz kalmıştım. Bedenim kocaman bir kadın olurken yüreğim ve beynim beş yaşında kalacaktı hep.  Annem bir başıma bırakmazdı beni sokağa. Bütün erkekler benim için potansiyel bir tehlikeydi ona göre. Bilmezdim bu yasak saatler beldesinde bugün ayın hangi günüdür, bu kaçıncı mevsimdir.

Hayatın rahminde yoktum ben. Sokağa çıkarsam tufan başlayacaktı anneme göre, evren bir siyatik ağrısı çekecekti sanki. Zincirlerim yoktu ama dört duvar arasına müebbet bir hükümlüydüm ben. Bazen namazının ardından dua ettiğini duyardım annemin. “Benim ardıma koyma Allah’ım, onu benim ardıma koyma” dediğine şahit olurdum.

Ben bilmezdim onun ardında kaldığımda bana ne olacağını. Kaldım da, bir şubat sabahı, kanadı kırık bir kuş havalanırken yüreğimden, bir parça hüzün ve bir avuç acı tutuşturdular ellerime. Bu, senin annenden sana yadigardır diyerek.

Koca bir köyü sancı tutmuştu da kimseler acı çekmiyordu. Kapı önlerinde kadınlar sol ellerinin içerisine sağ ellerinin sırtını eyvah dercesine vuruyor, klasik söylemlerden sonra hayat onlar için yine devam ediyordu.

- Nerde kalacak bu kız, kim bakacak bu kadına, yazık yahu
- Yurda verseler, bakımevine verseler bari.
- Yapamaz yapamaz o tek başına.
- Teyzesi var ya, belki o bakar.

Günleri günlere dikiyordum, günlerin söküğü de bitmiyordu ki. Ömrüm ayazlar içerisindeydi. Bir iki hafta kadar bir yakınım yanına almıştı beni. Gözlerindeki memnuniyetsizlik, yüzüme baktıklarında benden duydukları rahatsızlık o kadar belliydi ki. Kokuyormuş tenim, yattığım oda kokuyormuş, elimin değdiği yenilmezmiş, içtiğim su kirece yatırılmadan kullanılmazmış.

Duydukça kar yağıyordu tenime. Duydukça acımı içime sağıyordum. Düşlerime koşuyordum, kâr etmiyordu. Göçmüş ve geçmiş zaman dilimlerine sığınıyordum.
Sararmış bir tül perdenin ardından sokağa bakıyorum. Sırtımı yasladığım duvar halısındaki suya inmiş ceylanlarla konuşuyorum. Başka kimse konuşmuyor ki benimle. Ne zaman huzursuz kalsam ceylanların sesini duyuyorum. Teyzem de sevmiyor beni, biliyorum bunu. Gözleri öyle söylüyor, bakışları, ses tonu, benden iğrenişi, hissedebiliyordum. Gönülsüz bir ev sahibinin gönülsüz misafiriydim. Yasaklarım vardı, sokağa çıkmayacaktım, bahçe kapısından adımı sokağa atmayacaktım. Erkeklerin yüzüne bakmayacaktım. Kimseden de şeker istemeyecektim. Mahallede oynayan çocukların arasına karışmayacaktım. Esen rüzgârlarla, rüzgârın kaldırdığı toz bulutlarıyla yarışmayacaktım. Oysa benim de bir yüreğim vardı, ben bu çocuklarla neden seksek oynamayacak, arada bir küsüp neden barışmayacaktım. Ne zaman yaşayacaktım ben, ne zaman gülecektim.  Ben hep benim olmayan evlerin içinde mi ölecektim.

Gündüz sevilen gece öldürülen bir kadın olsaydım keşke. Aynı şarkıyı yüz defa söyleyebileydim. Masumiyetimin ve günahsız oluşumun yanında, günahlarım da olsaydı keşke. Zincirlerim olmasaydı. Camları kıramıyorum şimdi, gökyüzünü göremiyorum. Bir başına boğuluyorum teyze. Sokağın kapısında ceberut gözlerinle bana bakarak dikilme artık. Gelmedi mi tahliye zamanım? Yürümek istiyorum köy meydanında.

Şadırvanda yüzümü yıkamak, muhtarlığın önündeki sarı güllerden koparmak istiyorum. Razıyım mahallenin en haşarı çocukları “Deli Güllü” diye bağırsınlar bana, yine taşa tutsunlar beni, yine kanasın sol kaşımın üstü.  
Altı aydır aynı evde, aynı odadaydım.

Hüviyetsizliğimle, yalnızlığımın kıyılarına vurup duruyordum. Saç tellerime ak düşüren masumiyetimdi, kıyamet arifesinde kalışımdı.

Endülüs’te İspanyol esmer bir çingeneyle raks edişime de karışamaz ya bu teyze. Düşlerime tutunuyordum sadece. Siyah ve kırmızı eteklerimi savuruyordum gözlerimi her kapatışımda. Annemin mezarına götür beni diye ağlıyorum iki gündür.  Güllü’yü benim ardıma koyma Allah’ım, onu benim ardıma koyma” diyen annemin mezarına Hüsn-ü Yusuf çiçekleri dikmek istiyordum.

- İşin yok mezarlıkta falan. Oku duanı, işine bak.
- Ben gidemem köyün bir ucuna.

Kulaklarımda çınlıyordu teyzemin söylemleri. Gülhatmilerle tütsülemek istediğim bir mezar vardı. Yasaktı gitmek. İpekten fistanlarımı savura savura yürümek ve koşmak istiyordum köy meydanından, yasaktı. Bir dünya düşlemek bile aklımın ötelerinde, yasaktı. Benim ölgün yıldızlarım vardı sadece ulaşabildiğim.

Ömrümün kayıp baharını arıyordum. Ağlamak yasaktı bu evde. Suratımı asmak yasaktı. Hele hele misafirlerin yanında ağlamayacak, suratımı asmayacaktım. Benim suratımın asıklığı demek, bana teyzemin iyi bakmadığı anlamına gelecekti. O yüzden bu eve gelen her kim olursa olsun, yüreğim kan ağlasa da, içimde kancık sancılar olsa da ben suratımı asmayacaktım.

Karanlığın her rengiyle boyanmış hayatımda kadın olduğumu unutmuştum. En çok avuçlarıma kına yakmasını istemiştim teyzemden. O kızıllığı ve o kokuyu çok seviyordum çünkü. Yakmadı, “kına yok” dedi, “ bayram değil düğün değil” dedi, yakmadı. Üç günde bir öğüre öğüre beni yıkarken “kirli köpek” diye seslenmeye başlamıştı bana. Kendimi sokağa atılmış, gözleri görmeyen bir kedi yavrusu gibi hissediyordum. Saçlarımı neden taramıyordu bu kadın. Neden çiçekli entariler giydirmiyordu bana. Düğünlere neden beni götürmüyordu. Akide şekerlerinin tadını unutmuştum. İçimde çürüyen bir şeyler vardı biliyordum.  Nefesim kokuyordu, ruhumda küf lekeleri vardı. İç acılarımın toplamı kadın olduğumu unutturuyordu. Kalbim artık ölü umutların mezarlığı haline gelmişti. Kadındım, kadınlığımı yaşayamıyordum, 50 yaşında bir çocuktum, haylazlık edemiyordum, şımaracağım kimsem yoktu.

Üç gündür sudan başka bir şey değmemişti dudaklarıma. Canım hiçbir şey istemiyordu.  Göğsümün üzerinde bir ağırlık hissediyordum. Yer yatağındayım. Kesif bir idrar kokusu yokluyordu ara bir genzimi. Gözlerimi hiç kırpmadan toprak damlı evin tavanına bakıyordum. Bir deri bir kemik kalan ellerimi, kollarımı kaldırmaya gücüm yoktu artık. Geçen her gün, kadınlığımın ve çocukluğumun yasak kılındığı her gün, bedenimden ve ruhumdan çok şey koparmıştı.  Göğsümün cılız nefesimle her inip kalktığında bir kadının eli değer gibi oluyordu elmacık kemiklerime. Annem değil miydi bu?

Ölüyorum. İyi de oluyor aslında. Endülüs’te İspanyol esmer çingenenin sesini duyuyordum “güllü haydi artık” diyordu bana. Göz bebeklerimin son yağmur duasıdır bu. Yarın olur da ölmezsem yine gelir mi bu çingene, yine çağırır mı beni. Teyzemin ceberrut gözlerinin ağırlığı altındayım. Nefesimin her kesilişinde kına kokusu yayılıyordu etrafıma, dışarıdan şen şakrak çocuk sesleri geliyordu.

Kadın gibi ölmek istiyordum. Mahkum kıyafetiyle değil, en süslü ve en pullu esvaplarla.  Melekler giydirir mi beni diye, kendi kendimi yokluyordum Ve son noktayı koymak için nur yüzlü ihtiyarları bekliyordum.

Yerimi biliyorum. Yerimi buluyorum. Gözün aydın anne, ben bugün ölüyorum.

***

- Öyküyü sesli dinlemek için görsele tıklayın 

 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi