ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 05-11-2022 20:02

Mülteci

Yazan: Ümit Polat - MÜLTECİ

Mülteci

MÜLTECİ 

Aylan Bebek ve Faruk’a…

“Ulan oğlum, anlamıyorsunuz beni herhâlde. Herkes gidiyor, herkes böyle yapıyor, bana inanmıyorsanız civar köylerden gidenleri de mi hiç duymadınız? Dört bin doların binini buradan binerken vereceğiz, üç binini de biz oraya varıp telefon edince bizimkiler verecek. Tüm sıkıntı, güvenilir şebeke bulmak ve de kazasız belasız, yolculuğu atlatabilmekte.

Almanya’ya varınca: ‘Biz iç savaştan kaçtık, bizi halkımızla savaştıracaklardı, hem de zorla. Biz de arada kalıp buraya kaçtık.’ dedik mi önce iltica, sonra süresiz oturum izni… Bakarsın bir de vatandaşlık almışız, yavrum be… Ne dersiniz?”  dedi, ukala tavırlarıyla akranlarından hep daha bilgili olduğunu ispatlamaya çalışan, onları çocuk gibi görüp kendini sürekli olduğundan olgun gösteren Kâzım.

Kendisine her zamanki zoraki, dikte edici liderlik havasını vererek, iki metreye yakın boyu, iri kıyım, insan azmanı gibi duran cüssesini hızlı, çevik bir sıçrayışla topladı; uzun iki bacağını yanlara açarak henüz oturmakta olan arkadaşlarının başına onlara meydan okurcasına dikildi: ”Evet, ne diyorsunuz, haber edeyim mi şebekeye, Almanya tırına yer  alalım mı?”

Ondan iki üç yaş büyük, kısa boylu geniş omuzlu, uzun bir hastalıktan yeni kurtulmuşçasına yorgun duran arkadaşı, konuşmaya takati kalmamış umursamaz sesiyle: “Tabi, tabi yavrum, elin gâvuru da keriz ya bizi bekliyorlar, hemen vatandaş edecekler.”

Aralarında en küçüğü, uzuna yakın boyuyla, esmere kaçan kemikli yüzüyle, henüz tam kalınlaşmamış ete doymamış ama yine de heybetli duran, köy işinde çalışmaktan kollarında hortlamış kaslarıyla göze batan Haluk, hayatının fırsatını yakalamış da her an kaçıracakmış gibi heyecanla: “Ben gelirim hem de ne pahasına olursa.” dedi. 

İstediği aşağılama fırsatını yakalayan Kâzım, hiç ses çıkarmayan iki arkadaşına uzunca boyu ile daha da üstten bakarak: “Siz zaten ana kuzusunuz, sizin şartlarınız oluşacak da beylerimiz gelecek. Yok tır dorsesi, yok soğuk, yok yok yok… Haydi onlar kuzu. Anaları babaları var ya senin neyin var Ramazan?

Ben gibi yetimsin ulan! Neyine korkarsın da. Oğlum, çocuk daha reşit bile değil; mırın kırın etmeden evet diyor, sizi yarın bir gün yakanızdan tutup götürecekler. Şunun şurasında ne kaldı? Hem Ramazan sen ne zamandır saklanırsın, neyine güvenip de gelmezsin. Helal olsun Haluk’ a, utanın ulan! Arkadaş benim yaşım geldi de geçiyor, onlar götürmeden ben tüyeceğim.”

Kâzım, söylene söylene uzaklaşırken Hayri, kardeşi Haluk’a: “Oğlum sen de hemen inandın buna. Hava atacak bir şey bulamadı şimdi de bunu konuşur bütün kış.” dedi.

Haluk abisini dinlemiyor, karanlığın içine karışan o uzun gölgeye bakarak: “Kış gelmeden gitmeli.” diye sayıklıyordu. Nasırlaşmış iri ellerini ağzına çanak yaparak uzaklaşan gölgeye: “Sakın beni de söylemeyi unutma, parayı bulacağım.”  diye bağırdı. 

***

Tırın dorsesi soğumaya başlamıştı. Demek ki gece olmuştu. Sabah namazından önce gece karanlığında bindirilmişlerdi. Ezan sesi yüreğine nasıl da korku ve yalnızlık yüklemişti. Kâzım’la Ramazan da olmasa büsbütün yalnız hissedecekti. Gerçi diğer amcaoğlu Muhammet ben ölmekten korkuyorum, ağabeyi Hayri ise zaten İsveç’teki nişanlım beni yanına alacak deyip gelmemişlerdi.

Ama sonuçta üç kader ortağı köylerini, geçmişlerini, beraber yaşanmışlıklarını ve ortak hayallerini de yanlarına alıp yolculuğa adım atmışlardı. Şimdiye dek en fazla şehre kadar gidip gelmişti, şimdiyse belki Yunan, belki Bulgar, belki de Romen sınırındaydı. Nereden nereye gelmişti. Demek ki her şey bir anlık karar vermeye bakıyordu. Kararını verip harekete geçince o karar seni teslim alıp gereğini yapıyor, seni peşi sıra sürüklüyordu. Şimdi yaşadığı tam da buydu. İki gün öncesine kadar anasının dizi dibinde, çardağın gölgesinde oturuyor, anası dahi gideceğine inanmıyordu. O ise tereddüt etmeden kararsızlığına son noktayı koymuştu. Tahminine göre yola çıkalı iki gün bile olmamıştı. Köyünden ikindi vakti çıkmışlardı. Bir gündüz iki gecedir yol alıyor olmalıydı. 

Başına tekrar ağrılar saplandı. Ne kadar zamandır yoldalardı, karıştırır olmuştu. Kolundaki saatini bile çıkarmışlardı. Saat yasak, zaman yasak, konuşmak yasak, hareket etmek yasak, yemek yasak, tuvalet yasak, yasak, yasak… On yedi yıllık hayatında yasaklara ilk kez bu denli canıgönülden uyuyordu.

Dorsedeki on kişinin hepsi yasakları hayatlarının teminatı olarak görüp içselleştirmişti. Öylesine benimsemişlerdi ki biri uyurken horlayacak olsa -özellikle tır hareket hâlinde değilse- diğerleri onu hemen uykusundan uyandırıyordu. Fısıltı dışında konuşmuyorlardı. İnsanın kurallara uyması için o kuralların ya menfaat ipine sıkı sıkıya bağlı olması ya da bazen onların hayatlarına mal olması gerekiyordu. 

Dorsenin ortasına dikdörtgen biçiminde yapılmış, uzunluğu üç metre civarı; eni ve yüksekliği bir metreyi az geçkin özel bir bölmede oturuyorlardı. Altlarında, üstlerinde, yanlarında hep tırın yükü olan battaniyeler vardı. 

Şoför, sigara dumanından kararmış dişlerini gösterip sırıtmış: “Siz dua edin de battaniye yüklüyüz, yoksa Alplerde, Karpatlarda donardınız. “ demişti. Şebekenin adamı şoförün aksine ciddiyetini bozmamış, peşinatını alıp gitmiş, kimin nerede indirileceğine dair listeyi muavine vermişti. Şoför haklı çıkıyordu; açlık bir yandan, soğuk bir yandan, havasızlık bir yandan sersemletmeye başlamıştı. 

Yalnızca sınırlı sayıdaki bisküvilerini yiyorlardı. İki bidon vardı: Birinden su içiyorlar, diğerine işiyorlardı. Herkesin üstünde kendine ait bir battaniyesi vardı, ona sarılıp oturdukları yerde birbirlerine yaslanarak yatıyorlardı. Sırayla ayaklarını uzatıp dizlerini dinlendiriyorlardı.  

Kaçakların hepsi aynı yöredendi. Hemen hemen hepsi yirmili yaşlarının bir altında veyahut birkaç yaş üstündeydi. Haluk’un yaşını duyunca hayrete düşüyorlardı. İçlerinde en zevzeği kıs kıs gülerek: “Yahu bunun kimliğinde fotoğrafı bile yoktur.” dedi. Haluk’u hayrete düşüren ise aralarındaki bir kişinin evli ve çocuklu olduğu hâlde bu riski göze almasıydı. 

Burada Kâzım’a çokbilmişlikte bir rakip çıkmıştı, üstelik aynı zamanda külhanbeylikte de üstüne yoktu. Yolculuğa başladıklarından beri kimin kıpırdadığına, kimin konuştuğuna her şeye karışır, kendini şoförün adamı görür olmuştu. Son olarak Ramazan’a ayaklarını fazla uzatıp dinlendirdiğini söylemiş, ayaklarını toplaması için ona tekme atmıştı. Ramazan o mecalsiz sesiyle sadece bir “of” diyebilmişti. Şimdi ise gözüne Kâzım’ı kestirmiş, kontrol noktasında herkes sus pus olmuşken su içen Kâzım’ın elinden su bidonunu çekmişti. 

Tır tekrar hareketlenip hızlanınca Haluk kalan son gücünü de toplayıp homurdanan sesin geldiği karartıya sağ eliyle yapışıp onu boğazından kavradı:

“Erkeksen şimdi konuş, sen kimsin oğlum, kendini ne sanıyorsun, bir sıkımlık canın var?” diyerek sözünün sonunu, şimdiye kadar binde bir kullandığı ve her kullanışını hatırladığında utandığı okkalı bir küfürle bitirdi. Tehditlerindeki hırıltılı, korkunç sesine kendisi bile şaşırdı. İnsanoğlu böyleydi, en olmaz şartlarda bile illa ki birileri çıkıp bu çöplüğün horozu benim deme ihtiyacını hissediyor ve yine birilerinin çöplükte herkesin çöp olduğunu ona hatırlatması gerekiyordu. Belki de bu hatırlatmanın akılda kalmasında sadece kendisinin kaba kuvveti ile tehditleri değil de üç kişi olduklarının bilinmesinin de etkisi vardı. Hasmının gözünde o üç kişiyi (g)üç gösteren de Haluk olmuştu.    

***

Oturdukları bölme soğudukça soğumuştu. Soğuğu bu denli hissetmelerinde çok acıkmalarının da etkisi olabilirdi. Açlıktan çok, artık soğuk işliyordu canlarına. Birkaç saat önce birkaç santimlik yer için didişenler şimdi o mesafeyi kapatıp ısınabilmek için iyiden iyiye birbirilerine sokuluyordu. Kokan nefesler; ter, kusmuk ve idrar kokusu arasında hissedilmez olmuştu. Buldukları her fırsatta fısıltıyla konuşanların sesi çıkmaz olalı epey zaman geçmişti. Ramazan ve birkaç kişinin iniltileri duyuluyordu. Kâzım’ın, Haluk’un seslenmelerine verdiği zoraki cevaplar belli belirsiz bir sayıklamaya dönüşmüştü. En dayanıklı, en gözü kara gördükleri Kâzım’dan böyle tepkiler almak Haluk’u iyice endişelendirmişti. Yoksa o gevezenin: “İlkin iriler iriliklerinden dolayı gidermiş, benim gibi çelimsizler en çok direnenler olur.” diyerek sırıtması doğru muydu? 

Dördüncü ya da beşinci günleri olmalıydı. Belki de altıncı gündü… Günleri hesaplarken şuurunun iyice zayıflamış olduğunu fark etti. Uyku ile uyanıklık arasında baygınlık geçirdiğinin farkındaydı. İlk defa olanları, olacakları tüm çıplaklığıyla gördü. Bu yolculuğa çıktığından beri ilk defa ölmekten, öleceklerinden korktu. Ölümü asla böyle düşünmemişti. Her genç gibi o da ara sıra kendine kahramanca bir ölüm kurgulardı. Bir kamyon kasasında boğulmak acınacak bir ölümdü. Belki de gazetelerde haberlerini okuyanlar: “Zavallılar…” deyip geçecekti. Zavallıca ölmeyi kabullenemiyordu. 

Gerçi bu genç hayatında ölümü bile ciddiye almamış, ciddi ciddi düşünme gereği duymamıştı. Hâlbuki ilerleyen her saat ölümle birbirilerine daha da yaklaştığını biliyordu. Yolculuk, kaçmak, kaçaklık bir oyun değildi; bu gerçek onun boğazını sıktıkça soluk alması daha da zorlaşıyordu. Gidip gelen yarım yamalak bilinciyle rüya ile gerçek arasında bunları düşünüyordu. Değer miydi peki? Değecek miydi? 

Ha burada tez elden ölmüştü, ha orada ölümü beklemişti. Ha burada beklenmedik bir ölüm, ha sürüne sürüne, savaşa savaşa bir ölüm. Hangisi daha iyiydi? Bir de kiminle, nasıl, neye karşı savaşacaktı? Kendinden olanlarla mı, kendisi gibi olanlarla mı ya da kendisi gibi kaçamayanlarla mı?

Onlar düşmanı mıydı yoksa onların düşmanı kendileri miydi, onlarla savaştıranlar asıl düşmandı belki de. Kendisinin ve onların dilini biliyordu, bilmediği dil onları savaştıranların diliydi. Çocukluğundan beri okuduğu ders kitaplarında hep birbirilerinin dilini konuşamayanlar savaşırdı.

Hâlbuki onların dilini biliyor, onlarla konuşabiliyordu. Demek ki asıl düşman ortadaydı. Düşman ortada olduğuna göre neden bu savaşta sürünen, kaybeden, ölen, sürülen, göçen ve kendileri gibi kaçan yine kendileriydi. Her iki tarafta bunun farkındaysa nedendi, niçindi? Burada öleceği, kesin gibiydi oysaki yurdunda ölmeme şansı vardı. En azından birkaç sene ölmeyeceği belliydi. Belki de o gitmezdi, gitseydi de ölmezdi. Ölmemesi demek, dönmek demekti. Dönmesi işsizlik, açlık, sefalet, ağır ağır ölmekti. 

Pişman mıydı? Değildi. Emindi, pişman değildi. Pişman olmadığını anlayınca sevindi. En azından burada kendi kararının efendisi olarak ölecekti.

Kalsaydı başkalarının kararlarının esiri olarak ölümü bekleyecekti. Kabahati varsa kendi kabahati olacak, faturasını kendisi ödeyecekti. Başkasının aklıyla hareket edip onun acı faturasını ödemesi kadar kişiye ağır gelen bir şey olamazdı. Evet kesinlikle pişman değildi, ölecekse de en azından kendi akılsızlığının cezası olacaktı.

Aklı iyice bulandı, düşünecek mecali dahi kalmamıştı, oturuyor muydu, birine mi yaslanıyordu, uzanmış mıydı, fark edemiyordu. Bazen kendini köyünde güzel bir yaz gününde traktör tepesine hissediyor, sallantıyı ona yoruyor, daha sonra da dorsede olduğunu hatırlıyordu. Başını taşıyamıyor, başı boşlukta geziniyordu. Gözü açık mıydı, kapalı mıydı anlamıyordu. Kendinden geçtiğinden emindi.

Bu son geçiş olabilirdi. Can vermek, demek ki böyle bir şeydi. Allah’ı hatırladı. Kendisini yalnız hissetmemeliydi. Şahadet getirmeliydi, bu diğer baygınlıklarına benzemiyordu. Şahadet getirecekti, dilini eviremedi. Kendisini, usulca soğuğu ısıtan, açlığı doyuran o sersemliğin, boşluğun, kâbusların, rüyaların kucağına bıraktı…

Sesler, inlemeler, ağlamalar, küfürler duyuyor, gözlerini açamıyordu. Soğuk hava yüzüne çarpınca gözlerini açabildi. Devinmeye, kalkmaya çalıştı, beceremedi. Ağzını, yüzünü zor kıpırdattı. Dorsenin sağ kapağı açılmıştı. Dışarısı içeriye göre daha az karanlıktı. Açılan dar geçitten sık çam ağaçlarını tanıdı. Ormanlık bir alandaydılar. Tır şoförü Almanya’dayız. Partenkirchen’e gidecekler burada inecek, deyip isimleri okuyordu. Dört kişi indirdiler.

Ramazan’ın gölgesini yarı baygın sürüklenirken seçebildi, uykusunda konuşurcasına yarı baygın homurdanıyordu. Kâzım’ı da uzun bir halıyı sürükler gibi tırın kasasından yuvarlayıverdiler, ne sürüklenirken ne de düşerken bir of sesi bile gelmedi. Haluk amcaoğullarının arkasından seslenemedi, seslenecek gücü kendinde göremedi. Sadece izleyebildi.

Şoför, Münih’e son iki saatiniz var, dedi. Kasa tekrar kapandı, loş hava karardı, içeriye dolan temiz hava kalan son yolcuları teker teker ayıltmaya başladı. Yer genişlemiş, içerdekiler canlanmaya, fısıldaşmaya başlamıştı. Son iki saat bitmek bilmiyordu. Acaba nerede, nasıl, kimlerin arasına ineceklerdi? Onlar da mı bir ormanda, dağ başında ineceklerdi, şehre nasıl gireceklerdi? Büyük ihtimalle yine karanlıktan faydalanacaklardı. Peki indikten sonra ne olacaktı? İşte dananın kuyruğu tam da burada kopacaktı, koptuktan sonra Haluk ne yapacaktı, yakayı hemen ele vermemeli, cebindeki numarayı aramak için bir telefon kulübesi bulmalıydı. Yakalanmamalı, her şeyi yolunca yordamınca oynamalı, buradaki teyzesini geldiğinden haberdar etmeli, kendini bu kapandan aldırmalıydı.

Araç son kez bir kapalı otoparkta durdu, sağ yan kapak açıldı. Haluk’un tahmin ettiğinin aksine burası dağ başı değildi ama yine de ıssızdı,  etraflarında memleketinde hiç görmediği lüks arabalar sıralanmıştı. Ortalık zifiri karanlıktı, her tarafı katran kadar ağır mazot ve is kaplamıştı. Ağzı aralanmış, kendilerini dört gün barındırmış sığınaklarından en son Haluk emekleyerek indi. Kapalı garaja sinmiş ağır, pis kokuyu derin bir nefesle içine çekti, göğsü yavaşça yükseldi, kabardı, kabardı ve tekrar indi. Dizlerini zor büküyor, bacakları titriyordu. Bacakları üzerinde dikilmeye çalışırken bir hırsız gibi araca binip uzaklaşan şoförün: “ Haydi, bir arada durmayın, tepki çekmeyin!” demesi üzerine karanlık otoparkta, arkadaşlarının çil yavruları gibi dağılıp karanlığa karıştığını gördü.

Korkulu gözler, titreyen bacaklar, zonklayan başıyla ışığın geldiği yöne ağır adımlarla ilerledi. Topallayarak yaklaştıkça ışık hüzmesi büyüyordu, ışık büyüdü, büyüdü yerini başka ışık kümelerine bırakmaya başladı. Garajın kapısında dikildiği an kendisini bol ışıklı, geniş siyah asfaltlı, sağlı sollu renkli, yanardönerli dükkânların doldurduğu tenha bir caddede buldu. İçindeki korku başa çıkılmaz bir hâl almaya başladı, kendisinin kalabalıklar arasında çıplak kalmış bir yaban olduğunu hissetti.

Yolculuğun başından beri ilk kez cesareti bu kadar silikleşti. Açık arazideki hedefti kendisi, bunu iliklerine kadar hissetti. Bir an önce telefon edecek bir yer, onu bu korkulardan, bu hislerden kurtaracak bir liman; kendisini yalnız, kendisini kurban, kendisini imlenmiş hissetmeyeceği bir korunak bulmalıydı. Garajın kapısından dışarıya adım atamıyordu, öylece bakındı, kulübe, kulübe, kulübe, telefon, telefon ya jeton ya jeton, jeton neredeydi, kimdeydi, kulübe neredeydi… Kulağında deminden beri bir siren sesi gidip gelmekteydi. Polis buralarda bir yerdeydi. Gözleri yaşardı, annesini hatırladı, kim bilir ne yapıyordu bu saatte? Ağabeyi de annesi de yün yorganlara sarılmış yatıyor olmalıydı, ya kendisi? Gözleri yaşlandıkça bulandı, sokak lambaları, ışıklı tabelalar yaşlı gözlerinde bulanıklaştı, dağıldı, anlamadığı dükkân isimleri iyice anlamsızlaştı, harfler dağıldıkça dağıldı, geniş, uzun cadde daha da uzadı, genişledi. 

Gözyaşlarını elinin tersiyle sildiği anda karşıdaki yazıya odaklandı. Tekrar dikkatini topladı, gözlerini kısarak baktı, yüzüne tatlı, sıcak bir ferahlık saçıldı. Hızlı adımlarla sağına soluna bakınmadan, hedefine yürüdü. Kendisini bir anda yolun karşısında umutlarına, düşlerine, gençliğine, geleceğine gülümseyen o dükkânın kapısında buldu. İçerisi camdan görünüyordu, ne olup bittiğine bakmak istedi, siren seslerinin yaklaşmasıyla birden silkelendi, bu vakit kaybı olabilirdi, şüphe çekebilirdi, kimse onu fark etmeden içeriye girmeliydi. Derin bir soluk çekti, vücudunu dikleştirdi, sağ eliyle kapıyı itti. Kapı, cazgır bir çıngırak sesiyle açıldı. Ardından Haluk’un yorgun, bitkin, kirli bedeni eşiği adımladı, birkaç küçük adımdan sonra hızı kesildi, kapıda öylece kalakaldı. Bir sürü sarışın, iri yarı kadın, erkek; ince uzun bir masaya sıra sıra yanaşmış ellerinde iri bardaklarla sırtları kapıya dönük oturuyordu. Egzoz dumanından kararmış kıyafetleriyle, yüzüyle içeri dalan bu adamı gören, servis yapan ince, uzun sapsarı garson kız ilkin çığlığı kopardı. Ardından da demlenen müşteriler yüzlerini sıra sıra kapıya döndü, onu gören bağırdı,  bağıranlar hayretten ve korkudan açılmış kocaman gözlerle yırtıcı, pis bir hayvanın kendilerine saldırmasından, kendilerini pisletmesinden korkarcasına onun yanından koşar adım dışarıya kaçıştı.

Tezgâhın arkasındaki işyeri sahibi tedirgin, aceleci bir yüzle; salonda kaskatı kesilmiş Haluk’un koluna girip onu aşağı kata doğru hızla götürürken: “Burayı nasıl buldun?” dedi. O, gülümseyerek: “Aynı ülkedeniz, dilinizi biliyorum, tabelayı okudum.” dedi.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi