ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 19-01-2023 22:50   Güncelleme : 30-01-2023 21:08

Kırk İki Kere Maşallah!

Yazan: Gülçin Granit -KIRK İKİ KERE MAŞALLAH!

Kırk İki Kere Maşallah!

KIRK İKİ KERE MAŞALLAH!

Gün, Adana’nın flu masalsı dağlarından sessiz sedasız akarken gecenin çığırtkan kuşları ve kurtların seslerini bastıran bir, “Ingalama” sesi duyuldu. Kuşlar kanat çırpıp uçuşurken kurtlar dağlardan aşağıya yayıldı. Yılan tıslayıp kara bir kayış gibi dut ağacından aşağıya aktı. 

Evde bir cümbüş bir curcuna… Şenlik sesleri dağlara kadar yükselip sonra gerisin geri yamaçlara dökülüyordu. İlk torun, soy ağacının altıntopu, yamaçların yağız atı, gökyüzünün şahini, anasının beşibiryerdesi, dedesinin yalçın ulu dağı ve adının mirasçısı biricik adaşı. 

Hilmi Ağa'nın lafının üstüne kim laf söyleyebilir? Torunun adına "Hilmi" dediyse, şu saatten sonra onun adı Hilmi’dir. Ağa, peşkirinden silahını çıkarıp, üç el havaya ateş etti. Dut ağacı,  üzerinden siyah bir gölge yere düştü. Bir simsar hışırtıyla çalılıkların altına saklandı, havuzdaki balıklar kaçıştı. Hepsi insanoğlundan kaçacak bir delik aradı. Hilmi Ağa’nın karısı Sultan Ana şalvarını tuta tuta:

- Kurban olam bey! Ateş etme. Bu saatte uyanır korkar sübyanlar.

-Bırak sevincimi yaşayım be kadın! Hilmi’mi getir bana, gökyüzüne kaldırayım. Konu komşuya görsün  Hilmi Ağa’nın da bir erkek torunu olduğunu.

-Nazara gelir bey.  Bebedir çıkmaz dışarıya, sen gel içeri.

Sultan Ana sessiz sedasız ayaklarının üzerinde dönenerek içeriye girdi. Odaya tılsımlı bir koku hakimdi, sanki cennet kokusu ya da masum bir bebe kokusu. Bebek süt kokuyordu yoksa süt mü bebek kokuyordu? Sultan Ana, annesinin kucağında uyuyan bebeği besmeleyle kucağına altı. Yumuk yumuk yüzünün içine çökmüş gözler birer çizgi gibi duruyordu, ağzının kenarından süt akıyordu. Dudaklarını oynattı ve birkaç dudak hareketi yapıp hıçkırdı. “Hık, Mık” yapan bebeğin gazını, Sultan ana çıkarttı. Hilmi Ağa, paşosunu düzeltip, bebeği bir hazineyi  kucaklar gibi sarmaladı.. 

Göğsünde bir volkan patladı, göğüs kafesi kabardıkça kabardı. Yedi kız torunun ardından bu erkeği, tüm Adana görmeliydi. Hele bir sabah olsundu. Uzun uzadıya onu gıgısından kokladı ve seyre daldı. Bebekte kendine benzer bir yer aradı ama bulamadı. Baktı, baktı… Bebeğin hiçbir yerini kendine benzetemedi. Bebek 'hık!' demiş anasının burnundan düşmüştü. Ona daha bir dikkatle baktı. Ellerine ayaklarına. Kendine benzer bir yer arıyordu. Heh! Bulmuştu. Elleri, ellerinin yapısı… Uzunluğu…  'Yaradan’a kurban be! Ellerini ne güzel yaratmış. Tıp kı ben!" diye haykırdı.

Hilmi Ağa’nın içindeki sevgi büyüdü, büyükçe büyüdü yüreğinde, oradan mavi gözlerine hücum etti. Oradan da haleler halinde bebeğin vücuduna doğru yürüyordu. Dededen çıkan bu enerji bebeğin organlarında dolaştıkça, o küçücük bedende ve kanında dikenli tel olup geziniyordu. Bu akım her yerini sarıp sarmaladı.

Her maşallahsız sevda enerjisi, ters dönüp bebeğin organlarına iğne olup batarken doğum yapmış kadının göğsünden bir “Ihlama” koptu. Isırganlar dikleşip boy verdi. Kirpiler doğum yaptı. Bir yılan adama zehrini akıttı.  Bebeğin dudaklarından bir damla süt süzüldü.  Bebeğin gözleri bir sağa bir sola kaydı, bebek yaygarayı kopardı. Hilmi Ağa henüz bebeği kimseye gösteremeden, Sultan Ağa kollarına alıp sarıp onu sarmaladı. 

Tılsımlı odanın kapısında, yedi kız çocuğu, bebeği görmek için kıskançlıktan çalıntı bir mutlulukla cıvıldıyordu.

Sultan Ana, bebeği kucaklayıp onu, annesinin pembe uçlu memelerine bıraktı. Mızmızlığı halen devam ediyordu. Kızlar hep birlikte kardeşinin yanlarına girdiler. Yakından ona dikkatlice baktılar. Sultan Ana kızlara, “Siz akşam yemeğini hazırlayın." dedi ve onları odadan dışarıya çıkarttı. 

Hilmi Ağa köyün tüm erkeklerini bahçeye topladı, zaten hepsi silah sesiyle bahçeye çoktan toplanmıştı. Kız torunlarını asker gibi karşısına dizip, “Sofrayı donatın, kuş sütü bile eksik olursa karışmam ha!” dedi. Mezeler hazırlandı, ovaya anason kokusu hakim oldu. Haber saldılar, davulcu Necmi de davulunu vura vura bahçeye girdi. Hilmi Ağa şalvarından çıkarttığı kağıt paraları, avuç içinden kaydırarak ortalığa saçtı ve davulun üzerine çıkıp oynamaya başladı. Paraların yere saçıldığını duyan zurnacı Veli hemen yanında bitti.  Hilmi Ağa’nın rüzgarda şalvarı titriyor yer yer uçuşuyordu. Halay başı oldu mendiller sallandı. "Hey! Heyler!" havada ayrı bir halay çekti. 

Bebek susmuyor, sürekli kusuyordu ve çatlayana kadar ağlıyordu. Ağladıkça kızarıp morarıyordu. Lohusa anne sevgi dolu elleriyle onun narin kalbine değiyor, onu göğsüne nazikçe bastırıyordu. Lohusa anne kuştüyü yastığını sırtından seğirterek attı. Ayağa kalktı, bebek için ne yapması gerektiğini şaşırmıştı. Yedi tane kız doğurmuş böyle bir şey görmemişti. Kucağında onu pışpışladı salladıysa da bir işe yaramadı. 

Ağladıkça bebeğin ateşi yükseldi. Hilmi Ağa’ya haber saldılar. Kutlamalar sona erdi. Doktoru alıp eve getirdiler, muayene sonucunda doktor, “bebekte ters hiçbir durumun olmadığını, yarın teşkilatlı bir hastaneye götürülmesi gerektiğini” söyleyerek oradan ayrılsa da Hilmi Ağa bebeği apar topar devlet hastanesinin acil bölümüne götürdü. Filimler çekildi, iyice muayene edildi. Bebekte hiçbir hastalığa rastlanamadı.  Gecenin bir yarısı uğultu şeklinde tüm aşiret hastaneye hücum etti. Hilmi Ağa halen, “Yakarım lan, bu hastaneyi. Bebenin nesi var doktor?” deyip bağırıyordu. 

Aşiret onun arkasından itiş kakış; “Yakarız lan bu hastaneyi” diye bağırıyorlardı. Olaya hastane polisi el koydu. Herkes sus pus oldu. Polis, Hilmi Ağa’ya bilgi verdi ve aşirete dönüp, sert bir ifadeyle;

“Burayı boşaltmazsanız hepinizi tutuklar merkeze götürürüm. Gelmek isteyen yoksa şimdi herkes dışarıya”

Anason kokularını da yanlarına alıp, hep birlikte hastaneyi terkettiler. Hilmi Ağa, "Doktordan özür." diledi. 

“Yanlış anladım kurban! Kusura kalma." dedi.

Sabaha karşı bebeyi alıp eve döndüler. Sultan Ana, sabah erkenden kurşuncu Ayşe kadını çağırttı. Bebeğe kurşun dökmek için tüm teşkilat hazırlandı. Mutlaka, bebeğe nazar değmiş olmalı, diye düşündü. Bu kurşun ona iyi gelecekti. Büyük bir tepsinin içine genişçe bir tas su konuldu, yanına biraz ekmek, tuz ve soğan kabuğu… Kepçede kurşunlar eritildi. Bebek annesinin kucağındayken üstlerine beyaz bir çarşaf örtüldü. Kurşun eridikten sonra tepsiyi annesinin başına getirip, “Foşşş!” diye döktüler. Birkaç küçük patlama sesi duyuldu. Kurşunu eline aldı ve sıktı Ayşe kadın.

“Göz göz olmuş kurşunlar, diken diken batıyor elime. Vay! Vay! Boncuk gözlü birinin nazarı değmiş bu bebeğe. Sırf nazar!...  Kurşunu dökmesek çatlayacakmış Amanin!… Tüh! Tüh! Maşallah! Nazarı da gitsin inşallah!... Tüh! Tüh! Maşallah! Nazarı da gitsin inşallah!... Tüh! Tüh! Maşallah! Nazarı da gitsin inşallah!...

Dedi ve üç kere aynı işlemi tekrarladı. Tasın içine elini sokup, üç kere bebeğin ve annenin yüzü sıvazlandı. Kurşun dördüncü kere eritilip dış kapı eşiğine döküldü. Artık nazarlar dışarıya çıksındı. Sultan Ana, Kurşuncu Ayşe Kadın'ın kınalı avucuna büyükçe bir para sıkıştırdı.

“Ne zaman istersen çağır hanımım, hemen gelirim.”

Adana’nın portakal renkli güneşi ortalığı kasıp kavururken Sultan Ana, Hilmi Ağa’nın yanına ilişip kamelyaya oturdu. Kız torunlarından soğuk ayran istedi kocasına çaresiz gözlerle bakıp:

-Gördün mü bey! Bu bebeye nazarın değdi. Onu maşallahsız sevdin.

-Tövbe! Tövbe! Sen ne biçim konuşuyon böyle. Sevenin nazarı mı değermiş, Nasıl şimdi durumu?

-Halen bağırıp duruyor bey!

-Allah! Allah!
Dedi ve yerinden kalktı. Vicdanında bir kurt içini kemirmeye başladı. Odasına çekilerek abdest aldı. Seccadesini serdi ellerini gökyüzüne kaldırıp dua etti. 

“Yarabbi! Sana şükretmeyi unuttum beni affet. Oğlanı, kız torunlarımdan ayrı tuttum, beni affet. Maşallah! Demeyi unuttum beni affet. Torunuma kırk bir kere değil, kırk iki kere maşallah! Subhanallah…"

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi