ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 19-11-2022 23:06

Karın İki Yüzü

Yazan: Recep Turan -KARIN İKİ YÜZÜ

Karın İki Yüzü

KARIN İKİ YÜZÜ

Kar yağıyordu. Lapa lapa. Yumuşak huylu, sıcak bir şefkat gizlenmişti tanelerinin arasına. Hafiften süzülüp konuyordu kızıl saçlı binaların başına, yeşil bukleli bahçelere, yaşama uzanan patikalara, yılankavi asfalt yollara, dört mevsim gözlerinin rengi değişmeyen güler yüzlü çam ağaçlarına, elinde kırmızı gül taşıyan âşık adamın endamına, şakaklarına…
Engel mi bütün bunlar sevmelere?
Hayır, olmamalı zaten!
Endamındaki beyazlıktan karın yağdığı anlaşılıyor. 
Olsun çekmek güzeldir zahmetini aşkın. 
Kalınlığına bakılırsa karın, epeydir yolcu. 
Gerekirse donarsın yolda. Sorun değil, yeter ki vuslatı sevda olsun insanın, amacı barış.

Başlayıp, bitmeyen…
Ah sevgili! Öyle karşımda durma artık. Gel gir kalbimin sıcaklığına. Biliyorum bu ayazda yürümekten daha zordur beklemek. Asırlar gibi gelir yalnızlığın her saniyesi. Beklemek yok artık, uzaktaki sevdiğine intizar eyleyen güzel bir kıza eli boş gelmek yakışmaz elbet.
“Al! Senin için aşırdım bahçıvanın gülistanından.”
Sakın hırsız deme! Senden öğrendim ben çalmayı;
Herkes ihtiyacı olanı alsın şimdilik,
Kimi gül, kimi gönül?”
Her şey ne de temiz göründü beyaz gelinliğin içinde!

Oysaki öbür yüzüne bakmak gerekti madalyonun. Çok da zeki olmaya ne gerek? Görmek lazımdı sadece gelişi güzel bakmalardan arınmış bir çift gözle! Sonra yine alışılmış bir şekilde...

Usul usul yağıyordu bereket. Duvarları yıkık evsizlerin üstüne, cazgır sokak kedilerin uzun kirpiklerine, başıboş gezen köpeklerin beneklerine ve ATM kenarlarını mesken tutan dilencilerin kara talihine.

Ah ah! Vakit kış, ayağında terlik, kırmızı ışıkta ağaç olmuş mendil satıcısına gel de anlat yağan şeyin bereket olduğuna!
Kime göre?
“Boş geçme be abla. Allah rızası için bir mendil de sen al!” 

***

Kapattı pencereyi Ömer. Bu kadar temiz hava yeterdi bu kış vakti. Sonra ısıtmak için kombiyi bir tık açmak gerekti. Derken; başlardı kabarık faturalar, yetmeyen maaşlar,  ay sonuna borçlu cüzdanlar… 
Mutfaktan bir ses:
“Bey kahven nasıl olsun?”
“Her zamanki gibi.”
“Sonra şekeri niye az oldu deme sakın!”
Sehpadaki gazeteyi katlayıp kahveye yer açtı. Kumandayı alıp başladı kanalları gezmeye. Mutfaktan alışık bir ses:
“Bey, Esra’nın programını açar mısın? Dedesi sandıkları, babası çıkmış meğer çocuğun!”
Ömer kanalları gezerken son dakika haberlerinden; Rusya’nın Ukrayna’ya saldırdığını öğrendi. 
Şaşırdı! Beyni allak bulak. 
“İnsanoğlu hiç mi akıllanmaz? Hiç mi ders çıkarmaz tarihten? Bu çağda Avrupa’nın göbeğinde ne savaşı?”
“İnsanoğlu bu çiğ süt emmiş. Hiç akıllanır mı, hem de kendi gelinine…” diye seslendi mutfaktan, Melahat Hanım. 
“Onu demiyorum hanım!”
“Bey, başımıza taş yağacak taş, taş!” diye habersiz, isabetsiz söylenen Melahat Hanım, kahvenin yanında bir şeyler hazırlarken; Ömer Bey salonda şaşkınlığın, üzüntünün ve ıstırabın eşliğinde eskilere gitti. 

Evet, beyazın yağdığı o kara günlere gitti zihni:
Kar yağıyordu inadına. Normalde usul usul yağan bereket, balyoz darbeleri gibi iniyordu ufak bedenlerimize, oradan da yüreklerimize. Sonra olmadık bir yalnızlık sarıyordu dört tarafımızı. Korkutan ve titreten.
Hişşşt! Kimse duymasın! Adımlarınızı sessiz atın. Seslerinizi gömün içinize. 
Yine de Ayla o minik sesiyle:
“Üşüyorum anneciğim.”
Gecenin ikisi. Uykunun en tatlı yerinde. Sıcak yataklarımızdan koparılıp hazırlandık. Gitmeliydik. Soru sormak yoktu. Vakit en önemli hazine olmuştu. Yükte hafif pahada ağır eşyalarımızı birkaç bavula doldurup, alelacele çıktık evlerimizden. 

En yakın tren istasyonu elli km. uzaklıkta. Rumeli’den başlayıp güneşli topraklara hareket eden umut dolu, kapkara bir tren… 
Yollar kapalı ve kuşatılmış. Dereler kan kırmızı. Toprak hiç bu kadar doymamıştı kana. Hem de bu mevsimde.
Oluk oluk akan…
Utanç!
Dokuzuna taze basmıştım. Kız kardeşim Ayla yedisinde daha. Babam zorlukla yol açıyor. Arada kurdun kuşun patikasında ilerliyoruz. Ölüm kol geziyor, kar olabildiğince yağıyor. Yürü, yürü, yürü… 
Nereye kadar?  Dayanamadı Ayla. 
“Baba ne zaman bitecek?” dedi, bu yolculuk. Dişleri zangır zangır. Bedeni kaskatı.
Aldırış etmedi önce. Yürümeye devam.

Bir adım, iki adım ve bir sürü adım daha…
Çaresizce!
Durdu önce, çömeldi yere. Kulağına yakın Ayla’nın;
“Sabret yavrum, az daha. Lütfen, azıcık sabır.”
İlk kez orada tanıştım çaresizlikle.  
Memnuniyetsiz!
Hele bir de bir babanın çaresizliği. Şahit olmak berbat!
Hâlbuki dağ gibiydi babam. Literatüründe asla çaresizlik, umutsuzluk yoktu. O güne kadar da hiç olmamıştı.
Sahi çaresizlik bir yana; ya umudumuzu kaybetseydik? 
Maazallah! 
Sonra yerdeki karın içinden kardelenler misali yeşermeye başladı umutlar.
Ansızın!

Babam kardeşimin yanaklarına buseler kondurup sırtına aldı. Önden giderken o güven dolu sesiyle başladı türkü çığırmaya.
Yolumuzu bedeniyle, umudumuzu sesiyle yardı geçti. Aslan gibiydi benim babam.
Sen çok yaşa baba!
Kalbimizde destursuz zuhur eden bir heyecan, önümüzde dağ gibi bir adam. Havanın zemherine inat şarkılarla ısınıyoruz şimdilik.
İyi ki varsın baba. 
Açılan sisin bağrında kasabanın siluetini görür olduk.

Heyecanımız tavan, adımlarımız hızlı derken tren garına gittikçe yaklaştık. 
Babam önümüzden gidiyor; elinde bavullar, kardeşim sırtında. Annemle ben ağır aksak geriden geliyoruz. İyice gara yakınlaşan babam, kardeşimin ısrarıyla yere çömeldi. İnen kardeşim babamın kulağına eğilip sessizce;
“Seni seviyorum koca adam,” deyip bir anda koşmaya başladı. Alışık bir oyunu oynar gibi.
Ardından babam yakalamaya çalıştı. 
Yönümüz tren garı. 
Derken, havada hiç de alışık olmadığımız kurşun sesleri… 
Sonra etrafa uçuşan kargalar…
Önce kardeşim, sonra babam serildi yere. İlk kez babamı düşerken gördüm. 
Son kez. 

Gözleri açık etrafında kızıl bir çember. Kardeşimin hemen üstüne atılmış, bedenini sarmıştı. Yaralı kurtuldu Ayla. O yarayla ömür boyu yaşadı.
Babasızlık! 
Ah babasızlık! Kapanmaz yara.
Yine de sen çok yaşa baba!

***

Gözleri nemlendi Ömer’in. Burnunda hafif bir ıslaklık. 
“Hanım, kahveler ne oldu? Bir de peçete.”
“Geliyorum bey.”
Gel hadi içeri uzaklardan gelmişsin. Şakaklarında bir beyazlık, muhtemeldir karlı yollardan geçmişsin. Belli ki uzun bir yolculuktan kalmışsın. 
Nefes nefese!
Otur, soluklan biraz. Biter mi sandın yolculuğun. Oysa tam bitti dediğin yerde başlar yeni yollar, yeni yolculuklar. 

Asıl yetmişinden sonra hazırlan sen uzun yolculuklara…
Ölüm, sanılanın aksine yeniden başlamaktır hayata!
“Bey iç hadi kahveni, soğutacaksın yine?”
Kar yağıyordu inadına. Azar azar zapt ediyordu bitik dünyayı. Güneşli topraklardan mıdır, bilinmez! Neyine güveniyorsa artık kardelenler, teker teker ayaklanıp göveriyordu karın içinden. 
Belki birgün barış gelir kanlı topraklara…
Fakirin ekmeği: umut. 

“Hanım, şekerini yine az mı koydun?”
Ah siz Muhacirler, ne güzel insanlarsınız! Olduğunuz yerde şekere ne gerek?
“Sahi Muhacir olmak güzel de mülteci kalmak sorun!” deyip tekrar açtı pencereyi Ömer.
Kar yağıyordu…

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi