İNCELEME - ARAŞTIRMA
Giriş Tarihi : 24-05-2023 20:54   Güncelleme : 24-05-2023 20:59

Karacaoğlan'ın Şiirlerinde Söz Sanatları / Recai Kapusuzoğlu

Yazan: Recai Kapusuzoğlu -KARACAOĞLAN’IN ŞİİRLERİNDE SÖZ SANATLARI

Karacaoğlan'ın Şiirlerinde Söz Sanatları / Recai Kapusuzoğlu

KARACAOĞLAN’IN ŞİİRLERİNDE SÖZ SANATLARI

Edebiyat araştırmacılarının çok sevdiği ve üzerinde çalıştığı konuların başında “Edebi Sanatlar” konusu gelmektedir. Bu konuda kaleme alınmış sayısız kitap, bilimsel makale ve tez çalışması vardır. Ancak bu konuda yapılmış çalışmalarda iki büyük boşluk var:

Modern şiirimizde edebi sanatlar ve halk şiirimizde edebi sanatlar. Çünkü edebi sanatları konu alan kitaplar, terimlerin tanımını çok büyük oranda Divan şiirinden seçilmiş örneklerle yapmışlar, halk şiiri örneklerine hemen hemen hiç yer vermemişler, bu da edebi sanatların Divan şiirine özgü olduğu yolunda yanlış bir kanaatin yerleşmesine neden olmuştur. Bu konuda ilk olmasa da en kapsamlı çalışmalardan biri olan “Yeni Türk Şiirinde Edebi Sanatlar” (Ötüken Neşriyat) isimli kitabımızda verdiğimiz altı binin üzerinde örnekle Cumhuriyet Dönemi Türk şiirinde de edebi sanatların çok zengin ve özgün örnekleri bulunduğunu göstermeye çalıştık. Ancak Halk Edebiyatında edebi sanatlarla ilgili kapsamlı bir çalışma bugüne kadar yapılabilmiş değildir.

Halk şiirinin genelde yalın bir anlatımı vardır. Ancak halk şairlerinin söz sanatlarını, mecazlı söyleyişleri tümüyle dışladığı da söylenemez. Gerek Âşık ve Tekke edebiyatlarında gerekse anonim ürünlerde edebi sanatlara çok güzel örnekler bulmak mümkündür. Gerçi, Halk edebiyatında edebi sanatların kullanımında bir çeşitlilik görülmez. Bunun bir nedeni âşıkların çoğunun okuma yazma bilmemesi ve şiirlerini doğaçlama (irticalen) söylemeleridir.

Hazırlıksız söylenen şiirlerin sanatlı bir söyleyişi yakalaması doğal olarak çok güçtür. Aynı şekilde teorik bilgi veya okuma yazma bilmeyi gerektiren leff ü neşr, akis, rücu, kalb, iham (tevriye), sihr-i helal gibi birçok söz sanatının örneğini Halk şiirinde pek bulamayız.

Az da olsa tecahül-i arif, hüsn-i talil, iştikak, iade örnekleri bulmak mümkün olsa da şair bunları bilinçli olarak yapmamıştır. Ancak halk ozanları, tanımını bilmese de sanatçılık yeteneği gerektiren pek çok cinas, teşbih, istiare, teşhis ve intak, kinaye, mecaz-ı mürsel, mübalağa, tezat, tariz, icaz, irsal-i mesel, istifham, tenasüb, nida örnekleri vermişlerdir.

Yeni Türk Şiirinde Edebi Sanatlar (Ötüken Neşriyat-2022) isimli kitabımızın gördüğü hüsnü kabulden cesaret alarak bu çalışmamızı tamamlayacağı düşüncesiyle “Türk Halk Şiirinde Edebi Sanatlar”ı derlemek için kolları sıvadık. Birkaç sanat hariç çok zengin bir malzemeye ulaştık. Aşık Edebiyatı, Anonim halk Edebiyatı ve Tekke Edebiyatı ürünleri, (bilhassa Alevi Bektaşi ozanların şiirleri) bu konuda çok zengin bir malzeme içeriyor. Kısmet olur da çalışmamızı tamamlayabilirsek Halk Edebiyatının ihmal edilmiş bir yönünü kitaplaştırmış olacağız.

Bu yazımızda Aşık Edebiyatının en önde gelen ismi Karacaoğlan’ın şiirlerinden edebi sanat örnekleri vereceğiz.

Hakkında onlarca kitap, inceleme yayımlanmış olan bu büyük ozanın üslup özellikleri hakkındaki genel kanaat, yalın ve sade bir üslubunun olduğu ve tümüyle din dışı konularda yazdığıdır. Öncelikle yalınlık ve sadelik kavramlarına bir açıklık getirelim:

Çoğunlukla yan yana bazen eş anlamlı olarak kullanılan bu kavramlar birbiriyle ilgili olmakla beraber farklı kavramlardır. Sadelik, şiirde, yazıda yabancı kelime kullanmamak, anlaşılır bir dille yazılmış olmak demektir. Yalınlık ise sözü süslememek, edebi sanatlara, mecazlı sözlere yer vermemek anlamına gelir. Yani bir yazı hem yalın hem sade bir dille yazılmış olabileceği gibi sade bir dille ama yalın olmayan süslü bir üslupla da yazılmış olabilir.

Bu açıdan değerlendirdiğimizde 17. Yüzyılda yaşamış olan Karacaoğlan’ın aradan geçen bunca uzun zamana rağmen sanki günümüzde yaşamışçasına kullandığı güzel Türkçesine hayran oluruz. Çağdaşı Divan şairlerinin böyle güzel bir Türkçeden habersiz olmalarına ağır, anlaşılmaz bir dille yazmış olmalarına hayıflanırız.

Karacaoğlan’ın üslubunun yalınlığı konusunda ise bir genelleme yapmak doğru olmaz. Karacaoğlan’ın koşmalarında, semailerinde tekrir, tenasüb, tezat, istifham, nida gibi hemen her şiirde görebileceğimiz basit sanatlar dışında sanatçının yeteneğini ortaya koyan teşbih, istiare, kinaye, teşhis ve intak, telmih, mecazı mürsel, mübalağa sanatlarına hatta halk şairlerinin çok az kullandığı hüsn-i ta’lil, tecâhül-i ârif sanatlarına çok güzel örnekler bulmak mümkündür:

Şu dörtlükte bir tecahül arif var. Tecâhül-i ârif şairin çok iyi bilmesi gereken bir gerçekten habersiz görünmesi sanatıdır. Çoğunluk istifham (soru sorma) sanatıyla birlikte kullanılır:

Ala gözlerini sevdiğim dilber,

Uyuyup uykuya kanamaz oldum.

Deli miyim mecnun muyum ben neyim?

Sırrımı yad ele veremez oldum.

Birkaç tecâhül-i ârif örneği daha, ilk örmekteki mübalağa da dikkat çekici:

Ay mıdır, gün müdür cihanı tutan,

Cemâlin görünce nurlara batan?

Altın kafeslerde durmadan öten,

Keklik mi turaç mı seçemiyorum?

Ala gözlerini sevdiğim dilber,

İbrişim atkının telinden misin?

Kadir mevlâm seni övmüş yaratmış,

Cenneti âlânın nûrundan mısın?

Hüsn-i ta’lil, Divan şiirinde pek çok örneği bulunan bir sanattır. Şair, sebebi bilinen doğal bir olayı asıl sebebinden uzaklaştırarak daha güzel bir sebebe bağlar. Edebi sanatları konu alan kitaplarda verilen örnekler dil bakımından çok ağır olduğundan bu sanatın öğrenilmesine de bir katkı sağlamaz. Daha anlaşılır bir dili olan Halk şiirinde ise hüsn-i ta’lil örnekleri çok azdır. Derslerimizde bu sanatı öğretirken verdiğimiz en güzel örnekler de Karacaoğlan’a ait:

Karac'oğlan yine coştu, bulandı,

İnip aşkın deryasını dolandı.

Güzel gitti diye pınar ağladı,

Acıdı yüreğim, yandı pınara.

Bakmaz mısın Karac'oğlan halına?

Garip bülbül konmuş gülün dalına.

Kadrin bilmeyenler alır eline,

Onun için eğri biter menekşe.

Kinaye bir sözü hem gerçek hem mecaz anlamını düşündürecek biçimde kullanma sanatıdır. Ozan, kinaye yaptığı şu dizelerde ölümün kaçınılmaz bir kader oluşunu, vadesi gelen borcun ödenmesi olarak görür.

Karac'oğlan eydür gelenler gider

Va'desi yetenler borcunu öder

Yine görünen anlamın ötesinde mecazî anlamın baskın olduğu birkaç güzel kinaye örneği:

İnsan bir ekin misali

Seni eken biçer bir gün

Dostun bahçesine yad eller dolmuş

Gülünü toplarken fidanın kırmış

Şu dörtlüğüm üçüncü dizesindeki kinayeyi açıklamaya gerek yok sanırım:

Karac’oğlan sana vurgun,

Döşlerin almadan dolgun.

Sevindirdin beni bugün,

İnşallah cennet görürsün.

Edebiyatımızda doğa konusunu işleyen beyitler, dörtlükler pek çoktur ancak tümüyle pastoral diyebileceğimiz şiirler çok azdır ve bu örnekleri çoğunlukla Karacaoğlan’da görürüz. Şair doğayla ilgili kelimeleri sıklıkla kullanırsa tenasüb yapmış olur, doğadaki varlıklara insan kişiliği kazandırmak ise teşhis sanatıdır:

Gene geldi türlü baharlar, bağlar,

Bülbül figan edip kamuyu dağlar.

Türlü çiçeklerle bezenmiş dağlar,

Ulu dağlar yol olduğu zamandır.

Dağlar sözcüğünün iki anlamıyla kullanılması cinastır.

Şu dörtlükte şair gönlünü kıl gibi ince bir köprüye benzeterek (aynı zamanda mübalağa) günahkarların geçemeyeceği Sırat köprüsünü çağrıştırır (telmih). Yanağın güle benzetilmesi ise halk şiirinde sıradan bir teşbihtir:

Karac'oğlan der de yandım kül gibi,

Gönlümün köprüsü ince kıl gibi,

Yanağın açılmış gonca gül gibi,

Burcu burcu kokar m'oldun küçücek.

Şu ünlü şiirde “mezar” yerine “kara taş” denilmesi bir mecazı mürseldir:

Vara vara vardım ol kara taşa,

Hasret ettin beni kavim kardaşa.

Mecazı mürselin bir türü de olaylar, kavramlar arasında neden- sonuç ilgisi kurmaktır. Şair, “bahar gelsin de gidelim” demek yerine baharın belirtilerini sayarak mecazı mürsel yapıyor:

Methederler Karaman'ın ilini,

Köprüsü yok, geçemedim selini.

Kervan yaylasını, Perçem belini,

Lâle, sümbül bürüsün de gidelim.

Şu dörtlükte şair gözyaşlarının birbirini kovaladığını yani çok ağladığını söyleyerek bir mecazı mürsel yapıyor. Doğayla ilgili kelimelerin sıklıkla kullanılması da tenasübdür:

Ovalar ovalar engin ovalar,

Gözüm yaşı biri birin kovalar.

Gülistan içinde bülbül yuvalar,

Çalısı çırpısı güldür sılanın

Şu dörtlükte sevgilinin hünkara benzetilmesi bir istiaredir. “Ben” sözcüğü ise tevriyelidir. Tevriye, iki anlamlı bir sözcüğün her iki anlamını da düşündürecek biçimde kullanılması sanatıdır. Tevriye halk şiirinde örneği çok az olan bir sanattır.

Sakın hey hünkârım sakın!

Var başına teller takın.

Şu ak gerdanına yakın,

Sana bir ben gerek, bir ben.

Karacaoğlan badeli bir aşık değildir. Belli bir sevgilisi yoktur. Şiir yazdığı güzeller ise rüyada görülen hayali güzeller değil somut güzellerdir. Ozan en çok da gördüğü güzellerin saçıyla, yanağıyla, memesiyle ilgili benzetmeler, istiareler yapar. Memeyi turunca, ayvaya, nara, şeftaliye benzeterek yaptığı istiare örneği pek çoktur:

Karac’oğlan der ki: Dost bana bakar,

Turunçları olmuş, göğsünü kakar.

İlkbahar ayında bir çiçek açar,

Kokusu ilkbahar yârdan ayrıldım.

Atlılar yurdu aşıyor,

Badeler doldu taşıyor,

Yavru turuncun düşüyor,

Koynundan haberin var mı?

Şeftalilerin ballanmış,

Sorulmayı sorulmayı.

Karac'oğlan der ki bilirim seni

Adadım yoluna kurban bu canı

Koynunda beslenen ayvayı, narı

Çözüp düğmelerin deresim geldi.

Şu dizelerde şair gönlünü kuşa benzetmiş. Kendisine benzetilen kuşu vermeyerek açık istiare yapmış:

Evvel sen de yücelerden uçardın,

Şimdi enginlere indin mi gönül?

Aşağıdaki dörtlükte ozan sevgiliyi sunaya benzeterek istiare, doğadaki varlıklara insan kişiliği kazandırarak teşhis yapıyor:

Evvel bahar yaz ayları gelende,

Bahçede açılan güller öğünsün,

Boyu uzun, kaşı kara sunamın,

Çırpınıp çıktığı göller öğünsün.

Teşbih Karacaoğlan’ın en sevdiği söz sanatıdır.

Behey ala gözlü dilber,

Vaktin geçer demedim mi?

Harami olmuş gözlerin

Yollar keser demedim mi?

Şair, sevgilin gözlerini kesen bir haramiye teşbih sanatına yeni bir boyut kazandırmıştır.

Karacaoğlan doğa âşığıdır. O, aşkın verdiği sevinci doğa ile kaynaştırmıştır. Onun şiirlerindeki güzeller kanlı canlı bir hal almış ve somut bir kişilik kazanmıştır:

Aladır gözlerin siyahtır kaşın,

Aradım cihanı bulunmaz eşin,

Yaylanın karından beyazdır döşün,

Uzanıp üstüne ölesim geldi.

Aşağıdaki dizelerde sevgilinin gözyaşı zemzeme benzetilmiş, benzeyen verilmediğine göre bu bir kapalı istiaredir. Bu gözyaşının bal gibi tatlı olduğundan şüpheye düşerek tecâhül-i ârif yapıyor:

Sevdiğimin kısa boyu,

Dalın gür de gölgen koyu.

Al yanakta zemzem suyu,

Kız akıyor bal mı yoksa?

Aşağıdaki dörtlükte hezâran, bülbüller demektir. Sevgilinin boyu bülbüllerin konduğu asmaya, dudağının suyu, aşığa hayat verdiği için ab-ı Kevser’e, dili peynire, dişi inciye benzetilmiş:

Karacaoğlan der ki: Güzelin huyu,

Hezâran çubuğa benziyor boyu,

Âb-ı Kevser gibi lebinin suyu,

Peynirdir dilleri, inci dişlinin.

Turna halk şairlerinin postacısıdır. Sevgiliden aşığa haber getirir. Şair turnayı kişileştirir, sevgiliyi sorar veya kendi perişanlığını sevgiliye iletmesini ister. Sevgili aşığı pençesiyle yaralayan bir şahin aşık ise bir güvercin veya serçedir. Teşhis ve istiare sanatlarının iç içe olduğu bir dörtlük:

Katar katar olmuş gelen turnalar,

Şu halime, şu gönlüme bak benim,

Şahin pençe vurdu, tüyüm ağarttı,

Kanadıma bir ok vurdu berk benim.

Aşağıdaki dizelerde şair “kahpe felek” sözüyle bir kişileştirme yapıyor. Devamında kendini viran olmuş bir bağa benzeterek teşbih, bu benzetmelerle hayatında güzel günlerin sona erdiğini söyleyerek kinaye yapıyor. İkinci dizede yine karşıt iki durum vererek tezat yapmış:

Kahbe felek vermez benim muradım,

Viran oldum, mor sümbüllü bağ iken.

Şu dörtlükte şair kendini yeni filiz vermiş bir ağaca benzeterek istiare, yanmış karlı bir dağa benzeterek teşbih yapıyor.” Od vermek”, yanmak sözleri ise mecazlıdır:

Aradılar, bir tenhada buldular,

Yaslandılar, şıvgalarım kırdılar,

Yaz bahar ayında bir od verdiler,

Yandım gittim, ala karlı dağ iken.

Güzel bir kişileştirme ve mübalağa örneği. Dörtlükte ayrıca nida ve istifham sanatları da var:

Yüce dağlar ne kararıp pusarsın,

Aştı derler nazlı yâri başından,

Oturmuş derdime dert mi katarsın,

Alem sele gitti gözüm yaşından.

Şair kömür gözlü sevgiliyi düşünmekten uykusuz kalır ancak uykusuzluğunun sebebini bilmez görünerek sevgiliye sorar, bir tecahül-i arif yapar. “Kömür göz” Karacaoğlan’ın çok sık kullandığı bir teşbihi beliğ örneğidir:

Nedendir de kömür gözlüm nedendir,

Şu geceki benim uyumadığım?

Şu dizelerde de mecazî anlam ön planda. Şair gönlünü arıya benzeterek teşbih, güzelleri çiçeğe benzeterek istiare yapıyor. Çiçekten çiçeğe dolaşan kendi gönlüdür. Bu gerçeği bilmez görünerek tecahül-i arif yapıyor:

Deli gönül gezer gezer gelirsin,

Arı gibi her çiçekten alırsın.

Şiirlerde en çok sözü edilen çiçek, güldür. Sevgilinin yüzü ve yanağı ile sıkı münasebeti vardır. Gerek koku gerekse renk bakımından çok güzel olan gül, daima tazedir. Bu yönüyle bağın, çemenin ve baharın vazgeçilmez bir öğesidir. Kalıplaşmış benzetmeler Karacaoğlan’ın şiirlerinde de görülür. Sevgilinin yüzünü güle, dünyayı zindana, kirpiği oka, kaşı yay benzetmek şiirde sık yapılan bir teşbihtir:

Gül yüzlü yârimden ayrı düşeli,

Her günüm bir yıla döndü gidiyor.

Yine zindan oldu dünya başıma,

Sinem ateşlere yandı gidiyor.

Kirpikler ok, kaşların yay,

Dişler inci, yüzün bir ay.

Ben söyledim, sen bir bir say,

Hak arttırsın malın dilber.

Divan şairi sevgilinin yürüyüşünü salınan serviye benzetmeyi sever. Ozanlar ise sevgiliyi kekliğe, sunaya (yeşil başlı ördeğe) turnaya benzetmeyi tercih ederler:

Yavru keklik gibi kaynar eğlenir,

Mis kokulu yağlar ile yağlanır,

Sabah akşam türlü yazma bağlanır,

Eğip geçer yeşil başın sevdiğim.

Karacaoğlan’ın şiirlerinde alışılmış benzetmeler olduğu kadar şairin kendi yaratıcılığından kaynaklanan son derece etkileyici benzetmelere rastlamak da mümkündür. Şair kendini şahine, sevgiliyi de şahinin avlamak için peşine düştüğü balabana benzeterek teşbih yapar.

Ak kolların sala sala yürüyen,

Nasıl getireyim seni ele ben

Ben bir şahin olsam sen bir balaban

Alsam cırnağıma çıksam yola ben

Balaban göllerde yaşayan, balıkçıla benzeyen, iri gövdeli, bacakları kısa, şahinlerin avlamayı sevdiği bir kuştur. Karacaoğlan sevgilinin bakışını balaban yavrusunun bakışına benzetir. Divan şairleri gibi sevgilinin kokusunu güle, sümbüle benzetmek yerine isimsiz yayla çiçeklerine, balaban yavrusuna benzetmesi de özgün bir söyleyiştir:

Elif'in uğru nakışlı,

Yavru balaban bakışlı,

Yayla çiçeği kokuşlu,

Kokar Elif Elif diye.

Şu dizelerdeki benzetmelerde güzeldir:

Tülü maya yürüyüşlüm,

İspir balaban bakışlım,

Yayla çiçeği kokuşlum,

Nergis topla benim için.

(Tülü maya, güzel tüyleri olan güzel yürüyüşlü bir deve cinsi)

Yüzlerin bahçenin narı,

Beyaz gövden yayla karı.

Sensin doğan aylar nuru,

Kız, irengin gül mü yoksa?

Beyaz gövden safi gümüş,

Yedireyim türlü yemiş.

Memelerin turunç olmuş,

Zülüflerin tel mi yoksa?

Teşbih dışında Karacaoğlan’ın en sık kullandığı sanat kişileştirmedir. Halk edebiyatımızın en büyük lirik şairi Karacaoğlan’ın şiirleri rengarenk çiçeklerle dopdolu bir Toros yaylası gibidir:

Mor menevşe boyun eğmiş,

Yapracığı suya değmiş,

Yazın yeşil kemha geymiş,

Kışın sade giyen dağlar.

İntak konuşma yeteneği olmayan varlıkları konuşturma sanatıdır. Her intak sanatının yapıldığı yerde bir teşhis (ayrıca kapalı istiare) sanatı da bulunur.

Akça ceren kurtulmuş da tazıdan.

Kaldırmış başını çöl diye diye.

Bahar gelince Çukurova çiçekli bayramlık elbisesini giyer, çıplaklıktan kurtulur (tezat) Toroslar ise bir cennettir. İkinci dörtlükte de bir dizi kişileştirme yapılmış:

Çukurova bayramlığın giyerken,

Çıplaklığın üzerinden soyarken,

Şubat ayı kış yelini kovarken,

Cennet dense sana yakışır dağlar.

Rüzgâr eser, dallarınız atışır.

Kuşlarınız birbiriyle ötüşür,

Ören yerler bu bayramdan pek üşür,

Sümbül niçin yaslı bakışır dağlar?

Gurbetçi ozanlar sevgiliden haber alamayınca kahrolurlar. Aklına olmadık kuruntular gelir. Ona kim sevgiliden haber getirecek? Ya seher yeli ya da turnalar:

Yüceden mi geldin sen seher yeli,

Daha dostum eller ile gezer mi?

Solmuş derler gül benzinin iziği,

Daha dostum eskisinden güzel mi?

Ozanın gözünde Azrail can alıcı bir kuştur. Can ise göğüs kafesindeki bülbüldür (istiare). Şairin kendi cesedini kabre koymak istemesi ise bir mübalağadır:

Azrail göğsüme çöktüğü zaman,

Öyle bilin halım perişan yaman.

Bülbülüm kafesten uçtuğu zaman,

Cesedimi kabre koymak isterim.

Karacaoğlan’ın yapmacıklıktan uzak, akıcı, üzerinden yüzyıllar geçse de eskimeyen, rahat ve açık bir üslubu vardır. Onun şiirlerini kalıcı kılan ise Türkçesinin güzelliği yanı sıra söyleyişlerindeki özgünlüktür. Mesela kaşın hilale benzetilmesi kalıplaşmış bir teşbihtir. Ancak sevgilinin hilale benzeyen kaşları şu dizelerde aynı zamanda bir mücevherdir (istiare). O kaşların eğriliği ise doğal değildir, kuyumcuların elinde işlenerek o hale gelmiştir (hüsn-i ta’lil):

Usta kuyumcular eğmiş.

Yârin hilal kaşlarını.

Yalnız benzetilenin bulunduğu kısa benzetmelere kapalı istiare denir. Şu örnekte tabutun ağaçtan ata benzetilmesi bir kapalı istiaredir:

Eninde sonunda ağaçtan ata

Binmeyince gönül yardan ayrılmaz.

Şairin gönlünü kendi kişiliğinden ayrı bir varlık gibi göstererek ona hitap etmesi sanatına tecrid denir. Tecrid sanatı aynı zamanda bir tecâhül-i âriftir. Şu dörtlükte bu sanatların yanı sıra bir dizi teşbih yapılmış:

Yiğitliğin elden gitti yel gibi,

Damağımda dadı kaldı bal gibi,

Hoyrat eli değmiş gonca gül gibi,

Bozulmuş bağlara döndün mü gönül?

Benzer bir örnekte ise şair tecrid sanatının yanı sıra gönlünü sarp kayalarda gezen bir kuşa benzeterek istiare yapar ve ondan gerçekçi olmasını ister. Gönlün sarp kayalarda gezmesi ise mecazî olarak elde edemeyeceği aşklar peşinde koşmasıdır:

Gönül ne gezersin sarp kayalarda?

İniver aşağı yola gidelim.

Bir güzel sevmeyle gönül eğlenmez,

Güzeli çok olan ile gidelim.

Yavrumun gittiği Bulgar dağıdır,

Beni işittikçe zülfün dağıdır,

Öpülecek koklanacak çağıdır,

Yar türkü söylüyor dilleri sarhoş.

Bu dörtlükte ilk dikkati çeken “dağıdır” sözcükleri arasındaki cinastır. Son dizede sarhoş olan dil değil sevgilinin kendisidir (mecazı mürsel). Sevgili sarhoşken türkü söylediğine göre söyledikleri anlaşılmıyordur. (mecazı mürsel)

Sevgilinin saçının darağacının urganına benzetilmesi bir mübalağadır:

Al beni zülfün ucuna,

Sallanayım tel yerine.

Şairin aşk acısıyla döktüğü gözyaşları Nuh tufanı gibi yeryüzünü kaplar:

Gözüm yaşı yeryüzünü bürüdü,

Sel oldu gidelim bizim illere.

Sevgilinin güzelliği etrafı sularla ve surlarla korunan bir kaledir. Şair elindeki gürzle bu kaleyi yıkmaya çalışan bir savaşçıdır. Sonra da bir köprü yaparak kaleye ele geçireceğini düşünür:

Gürzle vurur kız kaleni yıkarım.

Yıkarım da kemiklerin sökerim.

Üstüne de yüksek köprü yaparım.

Geçerim Tuna’nın seli olsan da.

Şu dörtlük şairin şiirde yalınlığı değil de sözü süslemeyi daha çok sevdiğinin bir kanıtı olmalı. Bu dörtlükte şair bir dizi söz sanatı yapmış. Önce kendisinden üçüncü bir kişi gibi söz ederek tecrid yapıyor. Şairi yakıp kül eden aşk ateşidir (mübalağa). Şair önü bendle çevrilmiş bir göldür (istiare). Bir dalga (aşk dalgası) gelir o bendi yıkar. Bir ara şairin bir ışık şairin gözlerini kamaştırır. Acaba güneş mi doğuyor? (tecâhül-i ârif). Yok, sevgilinin düğmeleri çözülmüş sevgilinin güneşe benzeyen göğsü (istiare) görünmüş de o parıltı gözlerini kamaştırmış (mübalağa):

Karac’oğlan diyor yandım kül oldum,

Bir dalga gelip de boşandı bendim.

Gün doğup da şafak atıyor sandım,

Meğer yârin düğmeleri çözülmüş

Şairin şiiri şaşırtıcı beklenmedik bir sonuca bağlaması sanatına terdit deniyor.

Aşağıdaki dizelerde başlangıçta şairin bir hatasından dolayı pişman olup tövbe edeceğini düşünürüz. Meğerse şairin hatası öpmek isterken sevgilinin yanağını ısırması imiş:

Dinleyin ağalar hata işledim,

Hayrı bıraktım da şerre başladım,

Öpem derken al yanaktan dişledim,

Kurt yiyip de çürüyesi dişinen.

Karacaoğlan bir aşk ve tabiat şairidir. Onun aşkı genelde beşerî aşktır. Şiirlerindeki güzeller Divan edebiyatındaki minyatür güzel tipine benzemez. Bu güzeller kanlı canlı, hareketli, günlük hayatta karşılaşabileceğimiz gerçek güzellerdi.

Yaz gelip de meyveleri yetmemiş,

Şeyda bülbül konup figan etmemiş,

Bahçasında mor menevşe bitmemiş,

Açılmış goncası gülü Zeyneb'in.

Aşağıdaki dörtlükte ilk dize, dizeleri dörde tamamlamak için kullanılmış doldurma mısra görünümündedir. Bahri, bir su kuşudur. Yârin elinden içilen zehir ise aşktır (istiare). Sevgilinin sunaya benzetilmesi de yaygın bir istiaredir. Son dizede ise güzel bir kinaye yapılmış:

Deryalarda olur bahri,

Yar elinden içtim zehri,

Sunam gurbet ilin kahrı,

Yumşak eder sert yiğidi.

Zamaneden şikayetçi olmayan halk ozanı yoktur. Karacaoğlan’ın da tümüyle Türkmen güzellerini diline doladığını, toplumsal sorunları görmezden geldiğini düşünürsek yanılırız. Seyrani’den önce de rüşvetçi sofular varmış. Karacaoğlan’dan bir taşlama ve tariz örneği:

Ustalar yapıyı tersine yapar,

Esnaflar işine hileler katar,

Zamane kadısı altına tapar,

Doğru hak, şeriat sürülmez oldu.

Kaba sofu gibi meydana çıkar,

Yanaşman yanına nefesi kokar,

Tilki gibi her deliğe baş sokar,

Hemen camide de hattap istiyor.

Karacaoğlan der ki, çoğaldı adû,

Seyrettim cihanı, kalmamış tadı,

Kanaraya dönmüş kelp ilen kedi,

Utanmadan dönmüş kebap istiyor.

(Kanara, hayvan kesilen yer, mezbaha veya et çengeli)

Karacaoğlan’ın dini- tasavvufi konulardan tümüyle uzak olduğu da söylenemez. Şu dörtlükte Bektaşi ozanlardaki devir düşüncesinin bir benzeri mübalağalı bir üslupla dile getirildiğini görürüz. Dokuz aylık seferin sonunda inilen han ise dünyadır (istiare):

Anamın karnında ben neler gördüm,

Yedi derya geçtim, ummana daldım,

Dokuz aylık yoldan sefere geldim,

Bir kapısız hana indirdin beni.

Karacaoğlan hakkında yazılan onlarca kitap, makale zihnimizde dini tasavvufi konulara tamamen uzak, elma yanakları, tomurcuk memeleri dilinden düşürmeyen uçarı bir çapkın imajı oluşturdu. Acaba bu düşünce ne kadar doğru?

Sensin gönül şu dünyadan farıdan,

Ah çeküben yüreğimi eriden,

Cansız duvarlara binip yörüden,

Hünkâr Hacı Bektaş Pir’den gelirim.

Dörtlükte, Karacaoğlan pirinin Hacı Bektaş-ı Veli olduğunu söylemekte, Hacı Bektaş’ın bir kerametine telmih yapmaktadır. Karacaoğlan’ın da Bektaşi olduğunu öğrendiğimize göre “Halk şiirinde yüzlerce şair arasında -din dışı konularda yazanlar da dahil- Alevi- Bektaşi olmayan ozan parmakla sayılacak kadar azdır”, desek yeridir.

Koyverin kuşu turnaya,

Yârin durağın bulmaya,

Soyundum derviş olmaya,

Hırka ile şalım da yok.

Bu dörtlükte alıcı kuş aşığı, turna ise şeyhi temsil etmektedir (istiare). “Yârin durağı” ise tasavvuftaki menzil kavramı ile örtüşmektedir.

İkinci dizesinde tezat ve kinaye, son dizesinde istifham sanatının yapıldığı şu dörtlüğü gördükten sonra Karacaoğlan’ın bazı şiirlerine dini tasavvufi anlamlar yüklemeyi zorlama bir çaba olarak görmemek gerekir:

Karac'oğlan der ki, ismim överler,

Ağı oldu yediğimiz şekerler,

Güzel sever diye isnat ederler,

Benim Hak'tan özge sevdiğim mi var?

Şu dörtlüğü de tasavvuf terimleriyle açıklamaya çalışalım:

İlkbaharın eyyamı böğün mü geldi?

Çığrışır durnalar yol deyip gider.

Katara uymamış kalmış geride,

Kılavuz önünde el deyip gider.

Karacaoğlan, teşhis ve intak yaptığı ilk iki dizede ilkbahar aylarında turnaların göç etmesini hatırlatıyor. Turna katarının önünde daima bir kılavuz kuş vardır. Katarın önünde giden kılavuz tarikatın piridir (istiare). Şeyhlerin don değiştirerek kuş şekline girdiği bilinir. “Kılavuz önünde el deyip gider” mısraında, kinaye yoluyla şeyhine boyun eğmediği için sürüye uymayıp geride kalanlara sesleniyor.

Şairin ölmüş bir kişiyi konuşturması veya kendisini ölmüş göstererek konuşmasına tekellümi samit deniyor:

Şu dünyaya gelen âdem oğlanı

Allah Allah deyip ölse gerektir.

Çıkardılar cenazemi yumağa

İmam namazımı kılsa gerekir.

Karacaoğlan “âdem” kelimesini Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan insan anlamında kullanmıştır (mecazı mürsel). Karacaoğlan bu dörtlükte dünyaya gelen her insanın sonu ölüm olduğu gibi kendisinin de bir gün öleceğini, cenazesinin yıkanacağını, imamın namazını kıldıracağını söylüyor. Genel anlamlı bir sözcük olan namazın cenaze namazı anlamına kullanılması da bir mecazı mürseldir.

İnsanoğlu yeryüzüne gelende

Kur’ağaçtan meyva bitmiş gib’ olur.

Kâmil olup kendi kendin bilince

Cevahirden yükün tutmuş gib’ olur.

Karacaoğlan ilk iki dizede insanoğlunun yaradılışını yeryüzündeki kuru bir ağacın meyve vermesine benzetiyor. Tarikat yoluna giren derviş henüz ruhen olgunlaşmamıştır. İnsan,” Kâmil olup kendi kendini bilince” hakikat mertebesine ulaşır, dünyadaki bütün mücevherler kadar değerli olur. İnsanın yükünü tuttuğu o cevherler tarikattaki dört kapıdır: şeriat, tarikat, hakikat ve marifet.

Şiirde atasözü değerinde öğüt içeren özlü sözler söyleme sanatına icaz diyoruz:

Mecliste arif ol kelâmı dinle,

El iki söylerse sen birin söyle,

Elinden geldikçe sen iyilik eyle,

Hatıra dokunup yıkıcı olma.

Bu dörtlükte kelam, Allah’ın varlığından birliğinden bahseden ilim anlamındadır. Sözcüğün bilinene anlamı sözdür. Kuranı kerimin bir diğer adı da Kelâmullah’tır.

Koyun meler kuzu meler,

Sular hendeğinde dolar,

Ağlayanlar bir gün güler,

Gamlanma gönül gamlanma.

Yine öğüt içeren bu dörtlükte icaz sanatının yanı sıra kinaye, tezat, tecrid sanatlarının varlığından söz etmek mümkündür.

Tasavvufta vahdet yolundaki dervişin yok oluşu, pervanenin mum alevinde yanışına benzetilir. Yani ışık, mum İlahî aşk, pervane ise bu aşka kendini kaptırarak yanan kavrulan tarikat ehlidir (istiare). Dörtlükte anlatılan vahdet yolunda aşığın yok oluşudur. İlahi aşk nara (ateşe) benzetilerek istiare yapılmış:

Bir adam hasmını utandıramaz,

Elde külliyeti var olmayınca,

Pervane şem’ini uyandıramaz,

Başta sevda kalbde nâr olmayınca.

Şu dörtlük tam anlamıyla bir Bektaşi şiiridir. Upuzun bir ağaç olan servi tasavvufta ebced sayısı ile 1’i ifade eder, yani Allah’ın birliğinin simgesidir. Servinin dalında açan iki gül ise Hz. Ali ve Hz. Muhammed’dir (istiare). Şair cevabını bildiği bir sorunun cevabını bilmemizi istiyor (istifham).:

Gittiğimiz yollar din İslam yolu,

Evveli Muhammed ahiri Ali,

Üç yüz altmış birdir servinin dalı,

Dallarında biten iki gül nedir?

Karacaoğlan’ın peygamber kıssalarına yaptığı iki telmih örneği ile yazımızı bitirelim:

Nuh’un gemisine bühtan edenler,

Yelken açıp yel kadrini ne bilir?

O Süleyman kuş dilini bilirdi,

Her Süleyman dil kadrini ne bilir?

Karacaoğlan, bu dörtlükte Nuh peygamberin ve kuşlarla konuşabilen Süleyman peygamberin kıssalarına telmih yaparak hakiki sevgilinin kıymetini bilmeyenlere sesleniyor.

Yazın geldiğini nerden bileyim?

Bülbül dikendedir, güller daldadır.

Eyyûb ‘un teninden iki kurd kalmış,

Bir sar’ibrişim biri baldadır

Bu dörtlükte ise yaşadığı sıkıntılara sabretmesi ve Allah’tan ümidini kesmemesiyle ünlü Eyyûb peygamberin kıssasına telmih yapılıyor. Son dizelerde sözü edilen iki kurt, ipek böceği ve arıdır (mecazı mürsel).

***

Kaynak: Recai KAPUSUZOĞLU, “Türk Halk Şiirinde Edebi Sanatlar” (Hazırlık aşamasında)

 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi