SİNEMA / TİYATRO
Giriş Tarihi : 17-09-2023 17:04   Güncelleme : 17-09-2023 17:55

Johnny Askere Gitti / Dalton Trumbo

Yazan: Serhan Poyraz -JOHNNY ASKERE GİTTİ / DALTON TRUMBO

Johnny Askere Gitti / Dalton Trumbo

JOHNNY ASKERE GİTTİ / DALTON TRUMBO

I. Dünya Savaşıydı.
Amerika Birleşik Devletleri gönüllüleri askere çağırdı ve…
Johnny askere gitti…

“Tanrım!!! Bir adam nasıl benim kadar kendinden bir şeyler kaybedebilir ve hâlâ yaşayabilir?

Kahretsin!! Hiçbir şey hatırlamıyorum.

Nasıl bu hale geldim? Yaşadıklarım gerçek mi rüya mı? En içimden, en derinimden bir çığlık atma isteği var; ama atamıyorum.
Korkunç bir sessizlik var bana engel olan…

Her yer zifiri karanlık ve sessiz…
Uyanığım ama göremiyorum ve hiçbir şey duyamıyorum.

Ne tuhaf! Koluma yaptıklarını hissedebiliyorum ama kolumu hissedemiyorum. Aklımı mı kaçırdım acaba?

Aman Tanrım!!! Kolum yok. Hayır olamaz! Diğer kolum da yok! Kollarıma ihtiyacım var benim! Onlarla para kazanıyorum ben!

Bir ağacın dallarını budar gibi kollarımı niye kestiniz? Size bu hakkı kim verdi?? Bunun bir kanunu olmalı! Bunu yapmadan önce o kişinin onayını almalısınız, yazılı bir şeyler imzalatmalısınız.

Kendi içimde çığlık atıyorum, bağırıyorum ve tuzağa düşmüş bir hayvan gibi uluyorum. Ama sesim çıkmıyor. Kimsenin dikkatini çekmiyor. Kıpırdayıp kalkmak istiyorum ama hareket bile edemiyorum. Çıldıracağım!! Bacaklarım da yok! Onlar da kesilmişler.

Anne nerdesin? Bu bir rüya mı yoksa gerçek mi? Uyandır beni anne ve gerçek olmadığımı söyle!

“Nerede olduğunu ve ne sorunlar yaşadığını bilmiyorum oğlum. Tanrının tek gerçek olduğunu ve senin onun görüntüsünden ve ışığından yaratıldığını hep aklında tut. Tanrının mükemmel bir yansıması olduğun için gerçeksin.”

Yanılıyorsun anne bu bir rüya…

Bu kabustan kurtulmak için, kollarım olsaydı eğer; kendimi öldürebilirdim. Bacaklarım olsaydı, kaçardım belki de... Sesim olsaydı, yardım istemek için bağırabilirdim ama kimse bana yardım etmezdi. Böylesine kötü insanlar, Tanrı’nın ışığından yaratılmış görüntüsü olamazlar!!

Bir dakika, bir dakika hemşire pencereyi açtı. Doktorlar benim hiçbir şey hissedemeyen ve düşünemeyen  bir et parçasından ibaret olduğumu zannediyorlar. Doğru! Yüzüm tamamen parçalandı, ellerim, ayaklarım koptu. Beynim tedavi edilemeyecek kadar kalıcı ve büyük hasarlar gördü ama ben güneş ışığını hissediyorum. Bu bir rüya değil, gerçek! Ahhh Tanrım ölmek istiyorum!!

Kilisede Peder’in duasını duyuyorum: 
“Silahlı Kuvvetlerde görev yapan ve genç hayatlarını kalıcı barış için yapılan bu adil ve kutsal savaşta feda eden herkes günahlarından arındırılmıştır. Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına! Amen.”

Kalıcı barış için yapılan adil ve kutsal savaş mı? Yoksa barış derken demokrasiyi mi kast ediyor acaba?

Ahh baba tamam, hayatta en çok değer verdiğin oltanı ve balıkçı tekneni ben mahvettim ama seni severdim. Küçükken sana demokrasi nedir, diye sormuştum hatırlıyor musun? Sende bana: “Aslında ben de bilmiyorum. Her hükümette olduğu gibi genç adamların birbirlerini öldürmesiyle bir ilgisi var sanırım. Hem yaşlı adamların vatanı korumaları gerekiyor. Genç adamların evleri yoktur, o yüzden de dışarı çıkıp birbirlerini öldürmeleri gerekir.” demiştin. “Demokrasi için her adam biricik oğlunu verir.” derken bana, bunu gerçekten kastetmiş miydin baba?

Bak şimdi bu savaş içimden geçti sanki, benden çok bir şey geriye bırakmadan… Belki de hiçbir şey; sadece derin bir acı…

Tanrım!! Al benim canımı!! Böylesine kötü insanların arasında böylesine kötü bir dünyada yaşamak istemiyorum!!”

Johnny askere gittikten yıllar sonra…

Kulakları sağır edecek kadar korkunç bir patlama… Gökyüzünü inleten yeryüzünü titreten… Yedi yaşında bir çocuğun çok yakınına düşen bir bomba… Saçları tutuşmuştu önce, gözleriyse yanıp kavrulmuştu. Anında kül oldu tüm bedeni… Kül oldu  ve savruldu her yere… Her şeyden habersiz o küçük çocuk artık çikolata ve şeker yiyemeyecekti. Konuşamayacaktı; çünkü konuşamazdı ölü çocuklar…

Sessizlik…

Hiroşima’ya atom bombası atılmış ve her şey yok olmuştu. Bu kez II. Dünya Savaşıydı. Geride kalan altı yıl boyunca, Avrupa’da da binlerce ocak sönmüş, evlere ateş düşmüştü. Yüz binlerce insanın pembe hayalleri kül olmuştu.

Bir adam bir piyango bileti aldığında,asla kazanmasını beklemezsiniz; çünkü bu bilmem kaç milyonda bir şanstır. Ama kazanırsa buna inanırız; çünkü o milyonda bir kişidir. Gazetede Johnny gibi bir adamın haberini okuduğunuzda inanmazdınız ilk anda belki, çünkü milyonda bir böyle bir şey olabilir. Ama işte milyon içerisinde de olsa “bir”. Bir gün o bir siz olabilirsiniz, bu olasılık her zaman var.

İşte dünyaca ünlü heavy metal grubu Metallica grubundan James Hetfield, 1987 yılında yazıp bestelediği “One” yani “Bir” parçasını Johnny ve onun gibilere adadı. Şarkının sözlerini yazan James Hetfield, ilham aldığı eserin “Johnny Got His Gun” yani “Johnny Askere Gitti” filmi olduğunu da açıkladı.

Başrollerinde Timothy Bottoms, Jason Robards, Donald Sutherland ve Diane Varsi’nin yer aldığı “Johnny Got His Gun” yani “Johnny Askere Gitti” filminin yönetmen ve senaristi, 1939 yılında yazdığı aynı isimli kitabın da yazarı olan Dalton Trumbo’ydu. 1971 yılı yapımı bu film aynı yıl Cannes Film Festivalinde yer almış ve burada “Jüri Özel Büyük Ödülü” sahibi olmuştu.

Daha sonraki yıllarda Metallica grubu bu filmin haklarını satın da aldı. O güne kadar şarkılarına klip çekmeyen Metallica, bu filmden alınan sahneler ile ilk kez bir klip çekerek bu filme olan saygı duruşuna devam etti. Bu şarkı 1990 yılında “En iyi Metal Performansı Grammy Ödülü”nü kazandı. Bunun yanında, 2016 yılında filmin tekrar çekilmek istenmesine karşı çıkan Metallica, halihazırda olan filmin zaten mükemmel olduğunu savunarak bu teklifi reddetti.

Ancak dünyada fazla bir şey de değişmedi. Johnny askere gittikten, kitap yazıldıktan ve film çekildikten onlarca yıl, şarkı ve klip yapıldıktan hemen sonra bu kez Avrupa’nın kalbinde, hem de “Milenyum” çağına ramak kalmışken, Bosna Hersek’te sabah ezanının çağrısına karanlığın içinden karşılık veren kurşunların ateşi yakmaktaydı evleri, masum canlar toprağa düştükçe... Gözyaşı ve çığlıklarla karanlığın içinde kalmıştı masum canlar… Kaçabilenler kaçtı; peşlerine takılan ve “Kül ve Duman” diyerek her yeri yıkan kötü adamların vahşetini her daim hissederek.. Sığındıkları da onlara yeni acılar yaşattı… Bosna Hersek’te iyilik, bir kez daha kötülüğün karanlığında kalmıştı.

Bir gün geldi “Kül ve Duman”ın dehşeti bitti ama kalbinin içine ateş düşmüşlerin başları hep dumanlı kaldı ve acıları hiç küllenmedi. Bugün gözü yaşlı anne babalar, oğullarının kemikleri sonradan bulunmuş mezarlarının başında hala ağlıyorlar, kabir toprağını okşadıklarında içleri parçalanarak… Evladının mezarı bile olmayan anneler babalarsa, sönmemiş ateşlerin küllerine gömdüklerinin acısını hala en derinde hissediyorlar.

Sanki tüm dünyada bir oyun oynanıyor ve bahisler çok yüksek. Ve oyunu oynatan adam tüm gün ve gece boyunca ortalamaları hesaplıyor gibi... Arada bir senin kazanmana izin veriyor. Ama oyunda yeterince uzun kalırsan kaybetmek zorundasın. Ve bir kez kaybedince de geri dönüşü yok. Hiçbir yol yok! Dünyada yaşamak bu mu? Bu nasıl bir düzen.

Derin bir nefes çekip içime gözlerimi kapadım. İçim sıkılmıştı. Gerçekten de, hüzün ve gözyaşı hakimdi geceye… Gökyüzünde ay yoktu. Karanlığı aydınlatan, ateş ve ateş böceklerinin ışıklarıydı sadece… Uzaklardan yankılanan kurt ulumaları karıştı, ölü bedenlerin etrafına yakılmış ateşin etrafında salınarak ağlayan Navaho yerlilerinin ağıtlarına… Artık sıklıkla yapılan “Ağlama Dansı” idi bu… Ama “dans” ifadesi sizi aldatmasın. Dans etmek, dua etmek; dua etmek, şifa vermek; şifa vermek, vermek; vermek, yaşamak demekti onlar için.

Nitekim, onları tanıdığı ilk günlerin birinde, Kristof Kolomb seyir günlüğüne “Buradaki yerlilerin silahları yok, ne olduğunu da bilmiyorlar; kılıçlar gösterdim, öyle bilgisizler ki, keskin tarafından tutuyor, parmaklarını kesiyorlardı. Demirden yapılma hiçbir şeyleri yok.” yazarken, bir diğer gün “Bu yerliler, kendilerine sunduğumuz değersiz şeyleri bile alıp boyunlarına takıyorlar, öyle seviniyorlardı ki, karşılığında ellerinde ne varsa hiç bir duraksamaya kapılmadan bize veriyorlardı. Bize öylesine bağlandılar ki, o kadar olur” yazmıştı.

Yıllar sonraydı sanırım, tarihi tam kestiremedim ama Comanchelerden Parra Wa-Samen’i (On Ayı) gördüm ben “Ağlama Dansını” ritüeli içine girip, bu ritüel hakkında ne yazacağımı düşünürken… Çok mutsuz gözüküyordu “On Ayı” ve elini omuzuma koyup bana baktı:
“Yalnızca bir kerede ağlatmadılar bizi… Mavi ceketli askerler ve Uteler, her yer karanlık ve her şey durgunken, gecenin içinden çıkageldiler ve kamp ateşi yerine bizim çadırlarımızı yaktılar. Av hayvanları yerine benim cesur savaşçılarımı öldürdüler. Kabilenin hayatta kalan savaşçıları, ölüler için saçlarını kestiler."

Sioux savaşçısı Tatanka Yotanka, yani Oturan Boğa’nın da canı sıkkındı;  çadırının önünde oturduğu köşesinde ve elindeki çubukla yere şekiller çiziyordu. Beni görünce içlendi ve başladı konuşmaya:
"Beyazların uyduğu hangi anlaşmayı Kızılderili bozdu? Hiç!!!
Beyaz adam bizle yaptığı hangi anlaşmaya uydu? Hiç!!!
Ben bir çocukken, dünya Siouxlarındı; güneş onların topraklarında doğar ve batardı; savaşlara on bin kişi gönderirlerdi. Bugün savaşçılar neredeler? Onları kim katletti? Topraklarımız nerede? Onlara kim sahip? Hangi beyaz adam onun toprağını ya da parasını çaldığımı iddia edebilir? Yine de benim bir hırsız olduğumu söylüyorlar. Hangi beyaz kadın, ne kadar yalnız olursa olsun, benim tarafımdan esir alındı ya da onuru kırıldı? Yine de, benim kötü bir Kızılderili olduğumu söylüyorlar. Hangi beyaz adam beni sarhoş gördü? Kim benim yanıma aç geldi ve doyurulmadı? Kim beni karılarımı döverken ya da çocuklarıma kötü davranırken gördü? Hangi kanunu çiğnedim? Kendimi sevmem yanlış bir şey mi? Derimin renginin kırmızı olması çok mu kötü; ya da bir Sioux olmam, babamın yaşadığı yerde doğmuş olmam, halkım ve topraklarım için canımı verebilecek olmam?"

Az ilerideki Shawnee Reisi Tecumseh öfkeliydi, hatta barut gibiydi. Çok kalmadım yanında, arkamdan yüksek sesle söyleniyordu:
“Nerede bugün Pequotlar? Narragansettler, Mohawklar, Pokanoketler ve halkımın bir zamanlar güçlü olan diğer kabileleri nerede? Yaz güneşinin altında eriyip giden kar gibi, beyaz adamın açgözlülüğü ve baskısıyla yok oldular.”

Yaşlı bir teyze gördüm, bir Wintu kadını, o da dertliydi. “Ahh teyzem” dedim elini öptüm. Duygulandı ve uzaklara bakıp anlatmaya başladı:
"Beyazlar hiçbir zaman toprağa ya da geyiklere ya da ayılara aldırmadılar. Biz Kızılderililer bir hayvanı öldürdüğümüz zaman, onun bütün etini yiyoruz. Kökleri kazdığımızda küçük çukurlar açıyoruz. Ev yaptığımızda, küçük çukurlar açıyoruz. Biz çekirgeler için otları yaktığımızda, hiçbir şeyi mahvetmiyoruz. Biz, meşe palamutlarını ve fıstıkları sallayarak düşürüyoruz. Ağaçları baltalayıp devirmiyoruz. Biz yalnızca kurumuş ağaçları kullanıyoruz. Ama beyazlar toprağı deşiyorlar, ağaçları söküyorlar, her şeyi öldürüyorlar. Ağaç diyor ki, Yapma! Acıyor. Canımı yakma. Ama onlar, onu baltalayıp kesiyorlar. Toprağın ruhu, onlardan nefret ediyor... Kızılderililer asla bir şeyin canını yakmaz, ama beyazlar her şeye zarar veriyorlar... Kaya diyor ki, “Yapma. Canımı yakıyorsun.” Ama beyazlar hiç umursamıyor... Beyaz adamın ona dokunduğu her yer acıyor."

Aman Allah’ım, bu nasıl bir dünya diye sarsılarak kendime geldim. Yaşanan güzelliklerin paylaşarak çoğaldığı, zulümlerin, savaşların ölümlerin olmadığı bir dünyada yaşayabilecek miydik bir gün, bilmiyorum. Yaşlı bir kızılderilinin hiç bir zaman yanılmadığı bilgeliğe ulaşabilecek miydik acaba? Belki birgün ulaşabiliriz. Atamızın “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” sözü ne kadar da anlamlı değil mi?

Ancak şu anda ne yazık ki, Amerika Birleşik Devletleri veya dünya üzerinde herhangi bir hükümet, gönüllüleri askere çağırabilir herhangi bir gün…

Hem de demokrasi için, kutsal barış için…

Ya sonra… 

Diğerleri ve Johnny askere gidecek…

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi