ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 23-10-2022 22:05   Güncelleme : 23-10-2022 22:16

İki Yürek Mesafesi

Yazan: Fatma Çetin Kabadayı - İKİ YÜREK MESAFESİ

İki Yürek Mesafesi

İKİ YÜREK MESAFESİ

“Babaların duaları hiçbir engelle karşılaşmadan Allah’ın huzuruna çıkarmış, belki de ondan onmadım…”

Bugün tam yedi yıl oldu. Dile kolay, yedi sene… Nisan’ın on dördü… Refik, her yıl, takvimin o sayfasını malum atkının arasına koymayı hiç ihmal etmedi. Gardırobunun üst rafında, dörde katlanmış halde sakladığı, babasının siyah atkısının arasına…

Refik’in bu yedi yılda iki yakası bir araya gelmedi. Aç açıkta değillerdi de öyle gönlünce de yaşadıkları söylenemezdi. İki çocukla kirada oturduğu zemin katta rutubet kokusu sadece ciğerlerine değil üzerlerine dahi siniyordu. Hanımı Ayşe’nin tatlı dili, çocukların varlığı bilmedikleri için olsa gerek yokluğa sabırları hayatının en güzel yanlarıydı. Bir de hayali vardı Refik’in. Yedi yıl önce tam da bu tarihte kurduğu bir hayali… Bütün çabası, kendine ve ailesine çektirdiği sıkıntıların sebebi de buydu. 
Kırk sekizindeydi Refik. Orda boylu, tıknaz, esmerdi.

Saçları önlerden dökülmeye başlayalı çok olmuştu. Bu küçük ilçeye geldiğinden beri bir döşeme ustasının yanında çalışıyordu. Yedi sene evvel, -o tartışmanın hemen ardından- evine gidip,  hamile eşini alıp memleketini terk etti.  Babasının sözünü bitirmesine dahi izin vermedi. Kapıyı çekip çıkarken babası ardından “Hele bir dinle oğlum, Refik…” diye bağırıyordu. Dinlemedi, pişman değildi. Onu asla affetmeyecekti. 

Tarla meselesiydi. O vakitler nişanlı olan, evlendiklerini de eski ev sahibi Bakkal Selim’den öğrendiği kız kardeşinin düğününe de katılmadı. Babasına göre tarlayı kız evlada vermek daha mantıklıydı. O çalışmıyordu, babası “Doğru dürüst çeyiz de yapamadık bacına, damadın yanında boynu bükük mü kalsın?” demişti. Tabi, babasının gözünde aslan gibiydi Refik, elinden her iş gelirdi. Refika’nın üç bin dönümlük tarlası olacaktı da Refik her şeyi kendi çabasıyla mı kazanacaktı yani? Reva mıydı?

-Çay dökeyim mi Refik, diye sordu Ayşe. Yüzünde hep tebessüm vardı. Kendisinden başka kimsesi yoktu ki Refik’in. Gönlüne hapsettiği kişiler istese de artık yanında olamazdı. 

Başını arkaya itip “yok” dedi. Bugün koltuk döşemesi yaparken eline zımba teli girmişti, küçüktü ama sızlıyordu işte. Parmağına baktı. Yara bandı istedi. Biliyordu; açık buldu mu sızlardı yaralar…

-Uyudu mu çocuklar? diye sordu. Uyumuşlardı. Saat sekiz dedin mi ikisinin de gözleri uykuya teslim olurdu. Biri altı biri dört yaşları civarındaydı. Dedelerini hiç görmeseler de atkısını biliyorlardı. Anneleri göstermişti. Babasının boynunda idi kavga günü, yanlışlıkla gelmişti.

Refik, bugün iş yerine gelen telefondan bahsetti. Refika aramıştı. Kız kardeşi… Hani şu tarlası olan… Numarayı Bakkal Selim’den almıştı. Zaten tek görüştüğü oydu memleketten. Selim’e güvenmekle hata yaptığını düşünecek, ona kızacak zamanı da olmadı.

Babası hastaydı. Helalleşmek istiyordu. “Gelsin, yetti gayri bu hasret!” diyordu. “Bir daha arama!” diyerek telefonu Refika’nın yüzüne kapattı. Yedi yıldır aramayan bacısı, babası hastalandığı için ne yüzle arıyordu? O gece başka şehre apar topar taşınmalarından sonra insan kardeşini merak etmez miydi, arayıp sormaz mıydı? “Ben istemiyorum abi, yeter ki sen dön tarla senin olsun,” demez miydi? Dememişti. Kardeş bile olsa mal mülk girince işin içine rengi değişiyordu işin demek ki. 

Gerçi Refik’in zihninde mesele tarla boyutunu çoktan aşmıştı. O babasının cinsiyet ayrımı yaptığını düşünüyordu. Tarlayı ikiye bölse ya da dolaylı yoldan da olsa, zaten durumu iyi olan damat adayına vereceğine, tarlayı satıp parasını paylaştırsaydı daha mantıklı olmaz mıydı? Yoksa babaların kız çocuklarını daha çok sevdiği doğru muydu? Hani en ufak ayrım yapmadığı iddia eden koca çınar Mahmut Efendi’ye ne olmuştu da tarla söz konusu olunca fikri değişmişti? Oysa O, birine oyuncak alıyorsa diğerine de alır, bir elma yenecekse tam ortadan ikiye böler, parka götürdüğünde tahterevalliye ikisini birden bindirirdi.

Demek ki babasının karakterini yanlış bellemişti.
Ayşe, Refik’i dinlemeyip gidip ona bir bardak çay getirdi. Neye canının sıkıldığını biliyordu, haklıydı. Çizikleri en az yüzündekiler kadar olan Kahverengi sehpayı çekip çayını önüne bıraktı. Sıcak sıcak içsin, diye düşünüyordu. Dükkândan geç geliyor, çok yoruluyordu. Milletin eski püskü koltuklarını önce sökmek sonra yenilemek kolay değildi ya küçüklüğünden beri yaptığı bu işti. Zaten böylesine küçük bir kasabada bundan iyi bir iş de bulunmazdı.

Memleketteki ustasının arkadaşıydı. Allah var, patronu iyi adamdı. Bir nevi babalık yapıyordu.  Senede bir beyaz zarfa konulmuş, ayrıca bir para veriyordu; bugün o parayı almanın şerefine Ayşe’sine pazen elbise aldı Refik. Çocuklara da birer fanila. Kalanını da hemen bankaya yatırdı. Bir hayali vardı Refik’in… Tam da yedi yıl önce bugün kurulmuş bir hayal… 

Çayını yudumlarken odaya göz gezdirdi. Sevememişti bu evi. Rutubet kokusu ağırdı. Adeta fakirliği simgeliyordu. Eve girdikten yarım saat sonra alışılıyordu ancak insan bu kokudan yoruyordu. Hapishane modelli demir pencerelerinde kalın perde olmasa bile bu evden ancak gelip geçenlerin bacakları görünürdü. Basıktı, boğucuydu. Odadaki desenlere, geçen yıl patronun verdiği mobilyalara baktı. Müşterinin biri yeniletmiş ama eşi beğenmeyince almamıştı.  “Sizin olsun” demişti.

Başkasının eskisi kendi yenisi olsa da Ayşe’si sevinmişti. Ustası çocuklara ranza bile ayarladı.  Halıyı da komşu kadın kendininkini yenilediğinde vermişti. Diğer eşyaları -o malum gece-  evinde çıkmadan aldığı özel eşyaları ve çocukları doğduktan sonra bu evde aldığı ufak tefek şeylerdi. Gereksiz hiçbir şey yoktu. Zaten yaşadıkları ev nohut oda bakla sofa idi.
-Plastikleri ne yaptın, diye sordu eşine.
-Hazırladım. Epeyce birikti, dedi kendinden emin bir tavırla.

Ayşe, evde çıkan tüm plastikleri, şişeleri, komşuların verdiklerini, poşetliyor eşi de geri dönüşüm için değerlendiriyordu. Gelen üç beş kuruşu dahi bankaya yatırıyordu Refik. 
-Kapıcılar bırakıyor işi Refik. Karısının memleketine yerleşeceklermiş. Dedi ki…
Sözünü bitirmesini beklemedi Refik. Ne soracağını biliyordu:
-Sen bilirsin, dedi. Bardağındaki son yudumu da içip yatak odasına geçti. 

Yatağa uzanıp gözlerini tavana dikti. Ayakları da ağrıyordu. Önce Ayşe’nin dediğini düşündü. Apartman altı katlıydı. Ayşe, bu köhne eve geldiğinden beri kapıcı karısının kendisinden iyi giyindiğinden, gezmelerden eksik kalmadığından dem vuruyordu. Belki de kadınlar böyle şeyleri daha iyi görüyordu. Madem kapıcılık yapmak istiyordu, yapsın diye düşündü. Kendilerini ihmal etmeyeceğinden emindi. Belki de bu sayede hayaline daha çabuk ulaşırlardı. Çocukları için tarla alacaktı. İkisine de aynı büyüklükte, üçer bin metre kare…

Sonra babasına gitti aklı. Refika’nın dediklerini düşündü. “Hasta” demişti. “Çok hasta, gelmelisin. İnadı bırak, gurur yapma, tarla, toprak yerin dibine batsın, çok uzattın, bu dünya yalan kardeşim,” demişti. “Ölürse içine dert olur gel, helalleş” demişti. Yutkunarak söylemişti. Dinlemedi.

Gitmeliydi belki de. Haklıydı Refika. Gidecekti. Hatta ilk fırsatta... Hemen... Elini öpecekti. “Haklıydın baba,” diyecekti. Kararını verdi. Gözleri yorgunluğa teslim olurken içini huzur kapladı. Gitmiş gibiydi. Üç bin metrelik dargınlık bitecek miydi sahi?
-Hayır! diye bağırdı. Hayır! Hayır! Baba!
Ayşe kollarından çekiyordu.
-Refik, Refik, tamam, sakin ol, diyordu Ayşe’si. 
Olamıyordu. Geç kalmıştı işte. Hemen gitseydi, helalleşirdi ama şimdi… Şimdi toprağa veriliyordu. Koskoca Mahmut Efendi, o iri yarı adam, iki metrelik kefenin içinde nasıl da zayıf, çaresiz, güçsüz görünüyordu. Anası, bacısı, damat da oradaydı biliyordu ama gözü onları görmüyordu. Hiçbir şey göremeyecek kadar üzgündü. Kulağına gelen Kur’an sesi de olmasa onunla aynı toprağa girecek kadar büyüktü hasreti. Çok özlemişti. 

“Tenzilel azîzirrahim. Litünzira kavmen ma ünzire âbâühüm  fehüm gâfilûn. Lekad hakkalkavlü alâ ekserihim  fehüm lâ yü’minûn.”

İmam, yüksek sesle, rahatlatıcı bir ses tonu ve makamda okumaya devam ediyor, O ise babasına toprak atıldıkça kendi yüzüne atılıyor gibi engellemeye çalışıyordu. Kolları sağa sola savrulmaktan yoruldu.  Sadece Ayşe’sinin sesini duyuyordu.
-Refik, Refik! Tamam, sakin ol!
Olamıyordu Refik. “Keşke” dedi, “Keşke daha erken gelseydim, affettim, sen de affet baba deseydim, öpseydim O cefakâr, fedakâr babamın elini…”

Gözlerini açtı. Kan ter içinde kalmıştı. Yatağındaydı. 
Ayşe, başında oturmuş, elini tutmuş, “Tamam, sakin ol,” deyip duruyor, kolunu çekiştiriyordu. 
-Babamı gördüm rüyamda, dedi, sesi nefesinde kayboldu. Başını iki yana sallayarak anlatmak istemediğini dile getirdi. 
-Git istersen Refik, dedi Ayşe’si.
Oturur vaziyete geldi. Gömleğinin koluna alnındaki teri sildi.
-Gidiyorum, dedi. Kararlılığı gözlerinden okundu.  Ayşe’si gülümsedi. Kalktı, kayınbabasının atkısını çıkardı. Bazı geceler ona sarılıp gizli gizli ağladığını biliyordu. Atkıyı uzattı. Takvim yaprakları atkının arasından dökülüp halının her tarafına saçıldı.

Kapıcı Ali, hem kapıya vuruyor hem de “Ayşe Abla, Refik abi” diye sesleniyordu. Onlar da cevap bekliyordu tabi. Yakında gideceklerdi. “Ne cevap vereyim” der gibi kendisine bakan hanımına:
-Sen bilirsin, dedi Refik. Çalışmasına gönül koyacak durumu yoktu.

Kapıya giderken atkı elinde, montu kolundaydı Refik’in. İmkânı olsa şu an kuş olup uçmak isterdi. Hasreti, beş saat otobüs yolculuğuna dayanamayacak kadar büyüktü. Ayakkabılarını eline almış, çıkmaya hazırdı. 

Kapıyı açtı. Açar açmaz öylece kalakaldı.  Dili tutuldu sanki. Şaşkınlıktan göz bebekleri büyümüştü. Kapıdaki sadece Ali değildi.
İnanamıyordu. Babası karşısındaydı. Ayakkabılar, elinden düştü. Dizleri titremeye başladı. Yüzündeki şaşkınlık sevince dönüştü. Nihayet kendine geldiğinde:
-Babam! Babam! diye çığlık attı Refik. Apartmanın zemininden altıncı kata kadar duyulan bir çığlık. Yedi yıllık özlemi boşaltan bir kavuşma sesi…  Üç bin metrelik hasrete, dargınlığa, hayale son veren bir seslenişti bu. İki yürekteki mesafeyi o an silip atan, yürekleri birleştiren bir sesleniş!
-Babaların kalbi yufka olur Refik’im, dedi, sen gelmedin, ben geldim!

Siyah hatırladığı Mahmut Efendi’nin saçları bembeyazdı. Başı her zamanki gibi dikti. Duruşu güven veriyordu, gözlerindeki ıslaklık içerden gelen rutubetin etkisinden olmalıydı.
-Geliyordum baba, atkını getirecektim, şimdi çıkıyordum, derken kekeledi. Atkıyı boynuna atıverdi hızlıca. Eline sarıldı, öptü.
-Bunca yıl sakladığına göre gelmek zaten hep aklındaymış, dedi babası. 

Sarılmaları Ayşe’sinden kapıcı Ali’ye kadar herkesi gözyaşına boğdu. Rutubetli ev, babasının içeriye adım atışından itibaren cennet gibi kokmaya başladı. Sabaha kadar oturan baba oğulun birbirlerine bakıp gülümsemeleri eksik olmadı.
Bu ilçede durmaya da artık hacet yoktu. Ustası elbette anlayış gösterirdi. Ama zarfla verdiği o paraların aslında tarlanın kirası olduğunu Refik asla öğrenmeyecekti.
“Babaların duaları hiçbir engelle karşılaşmadan Allah’ın huzuruna çıkarmış, belki de ondan onmadım…”  diye düşündü Refik. Başını babasının omzuna koydu. Huzur buradaydı.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi