ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 21-03-2023 20:56   Güncelleme : 25-03-2023 22:50

Hasret Saklı Yürekler

Yazan: Sündüs Şahin -HASRET SAKLI YÜREKLER

Hasret Saklı Yürekler

HASRET SAKLI YÜREKLER

Gün ağarmadan çıktım yola. Elimde yokuş aşağı sürüklediğim kahverengi valiz, kafamda binlerce düşünce...

Sokaklar sessiz, dükkanının önünü süpüren esnaf dışında kimsesizdi. Bir gariplik vardı üzerimde, duygularım sanki alabora…
Heyecandan birbirine dolanan ayaklarım, korkudan titreyen dizlerim, şimdiden evimi özleyen yüreğimle ilerlemeye devam ettim.

Uzaklardan duyulan vapurun sireniyle önce irkildim, sonra kendime geldim. Gözüm, gökyüzünde uçuşan kuşlara takıldı. Hepsi bir telaş içindeydi. Acaba bir sıkıntıları mı vardı? Yoksa sevdiklerinden uzakta mı kalmışlardı? Ya da hayata tutunabilmek için çok uzaklara mı gidiyorlardı?

İki adım daha attıktan sonra durdum ve başımı yavaşça arkaya çevirerek, beni takip eden valize doğru baktım. Sanki daha da ağırlaşmıştı. Yumruğumu sıktım bilinçsizce. Derin ve uzun bir nefes aldım, bütün hücrelerime İstanbul’un kokusunu doldurmak istercesine…

Birkaç dakika hiçbir şey düşünmeden öylece dikildim. Sonra da evden çıktığımdan beri bana yoldaşlık eden valizimi, ardım sıra sürükleyerek yürümeye devam ettim. Bu arada, güneş de var gücüyle bulutları aralayarak yüzünü göstermeye başladı. Susadığımı hissettim. Çatlamış dudaklarımdan dökülen, “Bu kadar erken yola çıkmanın ne alemi vardı?” diyen sitemlerimi duydum. Öyle ya! Trenin kalkmasına daha saatler vardı. Bu acele neyin nesiydi? Zaten heyecandan da bütün gece neredeyse hiç uyumamıştım. Yorgunluğum da bu yüzdendi belki.

Bir anda, ortalıkta karınca misali her tarafa koşuşturan insanlar beliriverdi. Sirkeci’ye yaklaştıkça da kalabalık öyle bir yoğunlaştı ki, iğne atsan yere düşmeyecek hale geldi. Belli ki kimi okula, kimisi de işe yetişme telaşındaydı.

Saatime baktığımda, neredeyse bir saattir yolda olduğumu fark ettim. Pekala bir taksiyle de gelebilirdim! Galiba içimdeki heyecanı bastırabilmek için yürümeyi tercih etmiştim.

Kafamı kaldırıp karşımda bütün heybetiyle duran Sirkeci Garı’nı gördüğümde, yüreğim yerinden çıkacak gibi çarpmaya başladı. Aman Allah’ım! Bu nasıl bir duygu? Önce tebessüm ettiren, sonra çenemi titreten nasıl bir his?
İlk tren yolculuğum, ailemden ilk ayrılışım… Özlem şimdiden bütün bedenimi sarmaya başladı.

Tren garlarının içine sinen o hüzünlü hava, kapıdan içeri girer girmez beni çepeçevre sarmaladı. Bir müddet sonra, avucumun içinde tuttuğum ses kayıt cihazından destek alarak hüznümü bertaraf ettim ve içimden ne kadar güçlü biri olduğumu yineledim. Güçlüydüm, çünkü cesurdum. Güçlüydüm, çünkü başarılıydım. Daha da güçlü olmalıydım, çünkü bu yolculukla birlikte diplomama bir adım daha yaklaşacaktım. 50 yıl önce bu istasyondan Almanya’ya göç eden gurbetçilerle tanışacak, onlarla röportaj yapacak ve görevimi başarıyla yerine getirecektim.

İçeriye doğru ilerlediğimde kapıları çevreleyen kahverengi süslemeler, duvarları kaplayan motifler, ustalık eseri sütun ve kemerleriyle tam bir sanat eseri ile karşılaştım. Neredeyse her gün önünden geçtiğim bu güzel yapının içine, bu zamana kadar hiç girmediğim için kendimden utandım. Boş bir banka oturarak etrafı seyretmeye koyuldum. Tahmin ettiğim gibi, bu saatte kalabalık değildi. Elinde valizleri ile sağa sola koşturan sadece birkaç yolcu vardı.

Havanın serin olmasına rağmen, içimdeki yangından mıydı bu ateş basması, bilemedim. Sanki gizli bir şey yapıyormuşum gibi etrafı iyice kolaçan ettikten sonra, çantamdan çıkardığım su şişesini iştahla kafama diktim. Rahatlamıştım. Hala avucumda tuttuğum kayıt cihazını elimin içinde döndürmeye başladım. Kim bilir bu küçük alet kaç hikayeyi içine hapsedecek, kaç hayata dokunacaktı?

Uzun süre o bankta tek başıma oturdum. Etrafı seyrettim, hayal kurdum. 50 yıl önce buradan yola çıkıp, hiç bilmedikleri bir memlekete göç edenleri düşündüm. Kendimi onların yerine koydum ve tarifsiz duygularla karmakarışık oldum.

Vakit biraz ilerledikten sonra, karşıdaki kafeteryaya giderek bir gazete ve su aldım. Sonra da oradaki sandalyelerden birine oturdum ve yavaş yavaş sayfalarını çevirmeye başladım. Bir yandan da etrafı seyretmeye devam ettim.

Biraz sonra yanımdaki sandalyeye yetmişli yaşlarda olduğunu tahmin ettiğim bir amca oturdu. Titreyen elindeki bilete göz ucuyla baktığımda, biletin Tarihi 50. Yıl Treni’ne ait olduğunu gördüm. Çok heyecanlanmıştım. Eğer benimle konuşmayı kabul ederse, bu benim ilk tecrübem olacaktı. Mesleğime adım adım yaklaşırken, ilk defa tek başıma böyle bir röportaj yapacaktım. Benim için o kadar çok önemliydi ki, yanlış bir şey söyleyip reddedilmemeliydim.

İlk önce sandalyemi usul usul ona doğru yaklaştırarak, aradaki mesafeyi daralttım. Sonra da cebimden çıkardığım bileti, önümde duran masanın üzerine bıraktım ve böylece ilgisini çekmiş oldum. Bileti gördükten sonra yüzüme bakarak, “Sen de mi Münih’e gidiyorsun?” diye sordu. İlk hedefime ulaşmıştım. Nazikçe başımı sallayarak, “Evet efendim. Ben de Münih’e gidiyorum.” dedim. Şimdiye kadar mahsun bakan gözlerinin içi bir anda gülmeye başladı. “Böyle bir yolculuğun, senin gibi gençlerin ilgisini çekeceğini hiç düşünmemiştim.” dedi. 

Bunun üzerine, bu trende yolculuk yapmanın benim için çok önemli olduğunu, böyle bir yolculuk haberini aldığım an rezervasyon yaptırdığımı söyledim. 

“Neden?” diye sordu. İçimden bir ses, röportajımızın çoktan başladığını söylüyordu. Ancak bu işte bir terslik vardı. Soruları soran ben olmalıydım!

Gülümseyerek adımın Asya olduğunu, üniversitede okuduğumu ve okulu bitirme projesi olarak da bir röportaj yapmam gerektiğini anlattım. Röportajımı, bu trendeki yolcularla yapmaya karar verdiğimi söyledim. 
“Ne güzel!” diye karşılık verdi. Sesimin tonunu iyice ayarlayarak, benimle röportaj yapmak isteyip istemediğini sordum. Eğer kabul ederse, çok memnun olacağımı söyledim.
Gözlerini kısarak, “Bilmem becerebilir miyim?” dedi. Bu, “Evet” anlamına geliyordu. Kafamı yukarı aşağı sevinçle sallayarak, “Hiç şüphem yok. Sohbet tadında, güzel bir röportaj olacağına eminim efendim.” dedim.
Arkasına yaslandı ve ellerini birbirine bağlayarak,  “O zaman bir şartım var!” dedi. Merakla, ağzından çıkacakları dinlemeye koyuldum. 

“Bana efendim değil, Hasan amca demelisin!” dedi. İçinden derin bir “Ohh!” çekerek, “Tabii ki Hasan amca” dedim ve çukurlaşmış gözlerinin içine bakarak gülümsedim.

Saatlerdir elimde evirip çevirdiğim ses kayıt cihazını çalıştırarak ilk sorumu sordum.

“Hasan amca, Almanya’ya ilk ne zaman gittin?
………….

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi