ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 07-10-2022 04:44   Güncelleme : 07-10-2022 05:33

Gökyüzüne Yükselmek

Yazan: Ayşe Demirbüken Güden - GÖKYÜZÜNE YÜKSELMEK

Gökyüzüne Yükselmek

GÖKYÜZÜNE YÜKSELMEK 

Gökyüzü bambaşka parlıyordu. Büyük uzun ağaç dalları gökyüzünü aşmış, gözlerini kamaştıran güneş ışınları silüeti görmesini engelliyordu.

İçindeki derin huzur tüm bedeninde yayılmıştı. Önce yüzüne yaklaşmakta olan eli farketti sonra 'başını Garb’a çevir' dedi içindeki ses. Burnuna gelen gül kokusu da neydi?

Bedeninin uyuşmasına engel olamıyordu. Kulaklarındaki uğuldamayı, nefesiyle birlikte dışarı atmaya çalışıyordu. Çenesinden tutan elin enerjisi tüm bedenine yayılıyordu. Kan ter içinde uykusundan uyandığında bacakları kaskatı kesilmişti. Gerçekle rüya arasında sıkışıp kaldı bir an. Gül kokusu hala burnunda sanki tüm çadırın içine yayılmıştı. Elleriyle tek tek bedenini yokladı. Yatağının ortasından güç bela doğrulabildi. Ayaklarını yataktan sarkıtıp bir hamlede yatağından kalktı. Dar, küçük koridorda ilerlerken bacaklarındaki karıncalanma hala geçmemişti. Yüzünü yıkamak için yanındaki tasa su doldurdu. Garp dedi tekrar içinden bir ses! Hadrianapolis derken dudaklarından süzülen suları havluyla kuruladı. 

Gri yağmur bulutları gökyüzünü kaplamıştı. Şimşeğin çakan ışıklarıyla yolunu bulmaya çalışıyordu. Gök gürültüsü kulaklarında yankılanıyor, toprağın huzur veren kokusu iliklerine kadar işliyordu. Dik yokuştan çıkarken nefes nefese kalmıştı. Elindeki asasıyla yolboyunca ayaklarına takılan otları da kenara ittiriyordu. Uzaktan gelen köpek sesleriyle obasına yaklaşmakta olduğunu anladı. Başını hafifçe kaldırdı. Atların üzerine serili örtüyü farketti. Ürkütmeden başını içeriye uzattığında, uzun parlak yeleleri, upuzun bacakları, siyah uzun gür kuyruğuyla aşgarın ona doğru gelmekte olduğunu gördü. Eliyle başını sıvazladı. “Ah benim ata yadigârım, ruhuma derman olanım, yalnızlığıma ortağım” dedi ve Aşgar’ı çenesinden tutup yüzüne yaklaştırdı. Burnunun üstüne dudağını kondurdu.

Geniş dağın eteklerine yayılan otağını dikkatlice izledi. Oba çadırlarının etrafındaki çiçek bahçeleri, kendi özlerindeki toprağa salınan tohumlar gibi yeşerrmişti. Elleriyle avuçladığı toprağı burnuna götürüp içine çekercesine kokladı. Sabaha karşı gördüğü rüyanın etkisindeydi. İçindeki ses başını Garb’a çevir diyordu halen. Kök saldıkları bu diyardan ayrılma vakti gelmişti. Ellerindeki toprağı temizleyerek Akman Ağa’nın otağına doğru yol almaya başladı.

Çok vakit kaybetmeden hazırlıklar başlamalıydı. Akman Ağa yarı şaşkın gözlerle Şerif’i izliyordu. bir yandan Şerif’in bir gecede aldığı kararı tartmaya çalışıyor, bir yandan da oba halkına bu durumu nasıl söyleyeceğini düşünüyordu. Şerif gördüğüm rüya üzerine “Garb’a, Hadrianapolise gitmeliyiz” dedi. Şaşkın yüzüne bir yenisi daha eklenmişti. Şerif’in net ve keskin kararlılığı karşısında söyleyecek bir çift lafı da yoktu. “Akşamdan hazırlıklara başlarız. Sabahın ilk ışıklarıyla yola koyuluruz beyim” dedi.
Vakit gece yarısını geçmiş, hazırlıklar neredeyse tamamlanmak üzereydi. Tüm erzaklar ve çadırlar at arabalarına yüklenmiş, Akman Ağa’dan gelen haberle yola koyulmuşlardı.

Dar, uzun yolların etrafı yemyeşil ağaçlarla çevrilmişti. Kavurucu sıcak tepelerine inmiş, yolculuklarını da artık zorlaştırmaya başlamıştı. Şerif soluklanmak için sağ elini havaya kaldırıp Akman Ağa’ya işaret verdi. Küçük kayalıklardan akan nehirde de atlarının susuzluklarını giderdiler. Yarı toprak patika yoldan büyük kaya parçalarının oluşturduğu tepeye doğru yürümeye başladılar. Akman Ağa hayvanların bağlanacağı yerleri göstermiş, yer yer çam ağaçları ve söğüt ağaçlarının serinliğine kendilerini bırakıvermişlerdi.

Sarmaşıklarla sarılı mağaranın girişindeki örümcek ağlarından içeriye uzun süredir kimsenin girmediği anlaşılıyordu. İçeriden gelen serinlik yüzüne çarptı. Elinde taşıdığı minderi yere koyup üzerine uzandı. Şerif ve oba halkı yol boyunca attığı her adımda kendinden bir parçasını da bırakıyor gibiydi. Her biri bir bütünün parçalarıydılar, bir ağacın kökleri gibi bağlıydılar birbirlerine…

Aşgar’ın kişnemesiyle daldığı düşüncelerinden uyandı Şerif. Başını kaldırdığında mağara girişinde ayaklarına kadar uzanan kepeneği ile bir çobanın ona yaklaşmakta olduğunu gördü. Dağarcığından çıkardığı elmayı Şerif’e uzattı. Sağ elini Şerif’in sırtında gezdirip, sıvazlıyordu. Oturduğu yerden kalkmaya çalışan Şerif’i diğer eliyle tutuyordu. “Yolun sırat-ı müstakim üzerinedir, sana verdiğim elma ile gittiğin yerlerin dillerini öğreneceksin. Allah yolunu açık eylesin.” dedi ve bir anda gözden kayboldu. Elindeki elmayla kalakaldı Şerif. Başını kaldırdığında Akman Ağa mağara çıkışında onu bekliyordu. Çoban nereye gitti? Akman Ağa hiç birşeyden habersiz hangi çoban beyim diyebildi sadece. Koşar adımlarla mağaradan çıktı, etrafta kendi obasından başka kimsecikler yoktu. Elmasından bir ısırık alıp atını bağladığı yerden çözdü ve üzerine çıkıp Akman Ağa’ya eliyle yola devam işareti verdi.

Masmavi deniz göğün mavisine karışmış, büyük tepelerin koyu yeşil uzanışı maviliği ikiye bölmüştü. Yıkık dökük terkedilmişlik hissi veren kerpiç evler alelade bulunmuş taşlarla tamamlanmaya çalışılmıştı. Bulundukları geniş araziden komşu köylerin evleri görünüyordu. Obanın erkekleri kestikleri agaçları arazinin ortasına taşıyorlardı. At arabalarındaki yükler boşaltılmış, yemek kazanları kaynamaya başlamıştı. Oba çadırları kurulurken tekkenin yapımı için malzemeler taşınmaya başlanmıştı. Uzun taş sütunlarla tekke iki bloktan yapılmıştı. Sütunların gökyüzüne uzanışı Allah’la bir olmayı, tekkeyi ikiye bölen orta hat Allah’ın cemali ve celali isimleriyle dünyanın yaratılışını simgeliyordu. 

Cihannüma’da celal ve cemal isimleri iç içe birbirine dolanmış iki ip gibidir. Geceyi celali ismiyle örten Allah, yıldızların etrafa yaydığı ışıkla celalin gözündeki cemalidir aslında. Dünyanın dönmesi celalin, güneşin doğup yeryüzünü aydınlatması cemalin tecellisidir. Her karanlıkta bir aydınlık, her aydınlıkta  bir karanlık gibi resmeder insanlığa.

Taş duvarla örülmüş, bronz bakır tellerle çevrili kilisenin, tahta kapısını Şerif güçlü yumruklarıyla üç kez vurdu. Kapıyı açan olmamıştı. Dışarıdan baktığında da terk edilmişe benzemiyordu. Kapının orta hattında metalden yapılmış el şeklinde iki tokmak vardı. Kalın olanını avucuna alarak sertçe vurdu. Kapının kolunun hareket ettiğini gördü. Gömleğinin düğmesini boğazına kadar iliklemiş uzun zincire taktığı haçını boynundan sarkıtmıştı Rahip. Uzun siyah pelerini de topuklarına kadar uzanıyordu. Elindeki bohçayla karşısında duran adama dik dik baktı. 'Selamün aleyküm' dedi Şerif. Rahip, tek elini göğsüne yapıştırıp selamını alırken araladığı kapıyı sonuna kadar açarak içeriye buyur etti. Tanrının eviydi. Kapısını kim çalarsa çalsın içeriye almalıydı. Müslüman Türkün kilisede ne işi olabilirdi diye düşünmeden de edemedi. Yine de içini bir telaş kaplamıştı. Boynundaki haçı tuttu eliyle. Derin bir nefes alarak seri kıvrak hareketleriyle Şerifi izlemeye koyuldu. Şerif kollarını dirseklerine kadar sıvamış, bakır kaptan abdest almaya çalışıyordu. Sıralanmış tahta tezgâhların üzerinde katlanmış kilimi alıp Rabbinin huzuruna durdu.

Rahip kilisenin giriş katındaki odaya gidip yardımcılarına çoktan durumu anlatmıştı bile. Bu Müslüman nasıl olur da buraya İsa'nın evine girip namaz kılabilir? Hadianapolise obasını yerleştirmiş, İsa’nın adına da ileri geri konuşmaktadır dedi kısa keçisakallı olanı. Hemen oracıkta oklarını alıp arka bahçe kapısından kilisenin ön bahçesine geçtiler. Kapıdan sessizce girip tahta masaların altına saklandılar.

Keskin kemankeş okunun hedefini tam Şerif’in sırtına ayarladı. Çektiği nefesi tek solukta bırakıp okunu yaydan fırlattı. Ok Şerif’in sağ kürek kemiğinin altına isabet etti. Rükûya eğildiğinde şaşkına dönen nişancı sağ omzunda asılı olan dağarcığından bir ok daha aldığında Şerif secdeye varmıştı. Allahü ekber diye namazına devam ediyor, sırtına saplanan oku hissetmiyordu. Okun yayını tekrar gerip tek nefeste ikinci oku da attı. İki kürek kemiğinin ortasına geldi bu sefer. Şerif başını once sağa sonra sola çevirip “esselamunaleyküm ve rahmetullah” dedi ve ellerini yüzüne sürdü. Elleriyle sırtına uzanıp tek tek okları çıkardı. Bir damla bile kan yoktu. O yüce huzurda mekanla zaman algısının kaybolduğu, Rabbiyle buluştuğu bir anda içinin sıcacık aktığı yerden koparılmasından gönlü perişan olmuştu. Ayağa kalkmak üzereyken Rahip ve adamları yanına yaklaşmaktaydı.

Şerif başını kaldırıp yüzlerine baktı. "Hepiniz taş olun. Taş olun hepiniz" dedi. Rahip ve adamları yüzlerindeki şaşkınlık ve korkuyla bulundukları yerde taş kesildiler. Namaz kıldığı kilimi yerden kaldırıp masanın üstüne koydu. Sessiz adımlarla yürürken taş kesilmiş adamlara baktı. Bir tanesinin sağ eli havaya kalkmış, bir tanesinin dizleri bükülmüş yere çöker haldeydi. Son selam vedasıyla sırtındakileri hissetmişti. Hissettiği derin hüzünle gönlündekiler ağzından dökülüvermişti. Kapıya doğru geldiğinde dışarıda bağlı olan atı Aşgar’ın kişnemelerini duydu. Dışarıda bir hareketlilik vardı. Köy ahalisi kilisenin bahçesine gelmişti. Dışarıya adım attığında kısa boylu sıska bir adam kilisenin kapısından içeriye girdi. Rahip ve adamlarını o halde gördüğünde gözleri yuvasından fırlamıştı. Koşarak kendini dışarı attı. “Rahip taş kesilmiş Rahip taş kesilmiş” nidalarıyla koşturuyordu.

Köylülerin gözleri atının üzerine çıkmaya çalışan adamdaydı. Şerif, Aşgar’ın üstüne bir sıçrayışta atladı. Tarihin silinmeyecek  köklerinin yeşerdiği bu topraklarda İslam davasına hizmet etmeye başlamıştı. Aşgar’ın üzerinde semaya yükseliyordu. Aşgar’ın yularından çekip yavaşlattı. Ayağından çıkan seslere karışmıştı benliği. Hadiranapolisten Rumeli’ye kadar serpiştirmişti gönlünü.

Yüreğinin derinliklerinde Rabbini hisseti. Kimsesiz attığı adımlarının her birinde Allah’ın ona bahşettiği hazineyi götürüyordu sanki. Çok suskundu bazı zamanlar, bir o kadar da masum. 

Gördüğü küçük bir böceğe bile merhameti ne de çok idi. Ormanlardaki kuşlarla, ırmaklardaki balıklarla konuşurdu. Elindeki ekmeğini onlarla paylaşırdı. 'Ey Allahım ne kadar büyüksün' dedi elindeki meyvenin çekirdeğine bakarken. Küçük bir çekirdek tanesindeki yeşil yaprakları, ağacın dallarını, verdiği meyveleri, tefekkür ederdi. Her canlıyı itinayla muhteşem bir nizamla yaratmıştı. Ellerine baktı önce. Nasıl da incelikleri, ustalıkla yaratılmıştı. Her uzvunu tek tek inceledi. Gören gözü, duyan kulağı, verdiği sayısız nimetleri tadan ağzını düşündü. Yüreğinden tüm bedenine yayılan titremeyi durduramadı. 'Allahü ekber' dedi.

Gözlerinden akan yaşlardan önünü göremiyordu. Durdurdu Aşgar’ı yolun kıyısındaki sazlıkta. Ihlamur ağaçlarının altına serdi minderini. Özü dudaklarından dökülüverdi tek tek. İçindeki aşk titretiyordu bedenini. 'Yüreğim yanıyor sevgili. İçimdeki varlığın tüm bedenimi yok sayıyor. Hasretinle yanan şu bağrımı çıkarıp versem bu yangınım geçer mi? Ben seninle var oluyorum. Bir bakıyorum seninle yok oluyorum. Ruhum zihnime hükmedemiyor. Attığım her adımda sen, içtiğim her suda, çorbama katık yaptığım ekmeğimde, başımı koyduğum minderimde. Bu varlık sahasında ben seninle kaybolmuşum' diye haykırdı.

Avuçlarının arasına aldığı yüzünü sıvazladı. Aldığı derin bir nefesle çıktı Aşgar’ın üzerine. Ayaklarının altından çıkan toza karışıp grileşen gökyüzüne doğru yola koyuldu.

Tekke yüksek sıra sütunlar ile çevrelenmiş, kubbenin iç bölümü siyah mermerlerle döşenmişti. Kıble yönünde sıra sedirler oturtulmuştu. Sohbet salonuna. medresedeki talebeleri sabah namazından sonra  salonda toplanmaları için talimat vermişti Akman Ağa’ya.

Namazlarını kılan çocuklar tek tek yerlerine yerleşmişlerdi. Şerif sağdaki giriş holünden içeri girdiğinde talebeler yerlerinden ayağa kalkıp tekrar oturdular.

Hüzünlü gözleriyle seyretti uzun uzun. 'Artık tamam' dedi. Rabbine kavuşma anı, vuslatı, düğünü yakındı. Biraz daha birşeyler bırakmalıyım diye düşündü. Buğulu gözlerini kaldırıp herzamanki huzur veren sesiyle usul usul başladı konuşmaya;

Bismillahirrahmanirrahim
Elhamdülillahi Rabbilalemin, vessalatü vesselamü ala Resüline Muhammed. 

“İnsan bir yolcudur!”. Bu yolculuk âlem-i ervahtan rahmi madere. Gençlikten yaşlılığa, kabirden berzaha, haşirden sırata, sırattan ebedi yurduna. Küçük bir tohumken can bulur vücud. Doğarsın, filizlenirsin, gençliğe erişirsin. Olgunlaşıp yaşlanırsın. Hak vaki olduğunda üzerine dürülmüş bedenini cihannüma da bırakırsın. Faniler yok oldun sanırlar.

Sen ebedi hayata yeniden doğarsın. Ölmek yok olmak değildir dostlarım. Var olduğumuzu sandığımız dünyadan ahiret yurduna uyanmaktır.
Her doğum bir ölümdür aslında. Yeni dünyaya gözlerini açmış bir bebek gerçek yurdundan ayrıldığı için ağlar. Etrafındakileri tasavvur edemez. Her ölüm de bir doğumdur. Bu dünya hayatında görevini tamamlar ve asli benliğine geri döner. Beden kılıfını bırakmak ölmek diye addedilir. Misal âlemine de tıpkı bir bebek gibi doğarsın. Oradaki yaşamı tasavvur edebilmen için dünyada yaptıkların senin için rehberdir. Kuran-ı Kerimi Rabbinin adıyla okumak, dünyadaki imtihanın için sana sunulmuş cevherdir.

Yüreğini ve zihnini ne kadar açıp kullanabilirsen ahiretteki gerçek yaşamını o kadar güzel tasavvur eder, sıratı geçer ve cennetini kurarsın. Allah’a tam iman etmek mümin kul olabilmektir aslolan. Mümin olabilmek asli benliğimizde taşıdığımız ruhumuzun özüne inebilmektir' dedi ve gözleriyle Akman Ağa’ya işaret edip dar koridordan odasına doğru yürüdü.

Gül kurusu kilimlerin üzerinde aynı desenlerle yapılmış minderlerde oturuyorlardı. “Orta Anadolu’dan başladığımız bu yolculuk Rumeli’ye kadar erişmiştir” dedi Şerif. "Hadiranapolis’ten birçok sefer gerçekleştirdik  Allah’ın izniyle. Davamız hem Türklüğü hem de İslamı tüm cihana yaymaktı. Ben Rabbime kavuştuğumda da devam etmeli. Bunun için ben öldüğümde yedi tabut yapacaksınız ve yedi diyarın temsilcilerine vereceksiniz. İnsanlar mezarımı merak edip ziyaret etmeye gittiklerinde de İslamı ve Türklüğü öğrenmiş olacaklar.

Benden sonra da İslamiyet ve Türklük yayılmaya devam edecektir" dedi. Akman Ağa mahzun bakışlarla mürşidine baktı. Ellerini avuçlayıp kokladı. "Şerif ağam söyledikleriniz üzerime borcum olsun. Hiç gözünüz arkada kalmasın. Allah senden razı olsun. Hakkını bizlere helal et" dedi.

Geniş çukur yemyeşil arazinin ortasında dimdik göğe doğru yükselmişti tepe. Kolunun arasına hasır seccadesini sıkıştırmış tepeye tırmanıyordu. Seccadesini serip sabah namazını kıldı. Hiç uyumadan sabahlara kadar ibadet etmişti Şerif.

Bu uzun seferinde yanındaki dava arkadaşlarının hepsi için dua etti Rabbine. Artık emaneti teslim etme vakti gelmişti. Hayatı boyunca Rabbinin gösterdiği yolda tereddütsüz ilerlemişti. Teslime teslim olmak son aşamaydı. Hazineyi hakikate uğurlama vaktiydi. Elinin sağ avucunu yanağına koyup uzandı seccadesine “ya Allah, ya Resulullah, eşhedü enla ilahe illalah ve eşhedü enne muhammeden abduhu ve resuluhu” dedi ve ruhunu sevgiliye teslim etti.

Akman Ağa telaşlı kalabalığın içinden sıyrılarak avluya çıktı. Her gelen kendine ait sandı tabutu, o bildi sadece bu sırrı. Elleri titredi her tabutta ve her bir tabutu ayrı ayrı yerlere taşıdı. Üzerlerine koyu yeşil örtüler serilmişti. Yedi farklı diyardan gelen din adamları birbirinden habersizce tabutlarını alıp uzaklaşıyorlardı.

Tabutlar azaldıkça mahşeri kalabalık dağılmaya başlamıştı. Şerif’in mübarek naaşı odasında yatağında duruyordu. Akman Ağa’nın verdiği her tabut at arabalarına yükleniyordu. Her tabutun kapağını açtığında o mübarek yüzünü görüyordu. Verdiği son tabutunda kapağını açıp baktı. At arabası uzaklaşırken yanından, ellerini semaya kaldırıp gözyaşlarını tutamadı. Sadece ağladı.

Ağzındaki sözcükler boğazına düğümleniyordu. Medresenin avlusundan bir grupla birlikte Şerif’in odasına girdi. Şehir halkı medresenin etrafında toplanmıştı. Yeşil örtülü tabutu omuzlarına yükleyip, Şerif’in sürekli ibadet için çıktığı tepeye Karadağ’a doğru yürümeye başladılar. Tabutun arkasına bir bir ekleniyordu ahali. Koca bir kalabalık tabutu taşımak için yarışıyordu.

Tabutun en önünde Akman Ağa sırasını kaybetmeden tutuyordu omzunda. Tepeye geldiklerinde koca kalabalık tepenin eteklerine yayılmıştı. Yemyeşil vadi insan kalabalığıyla uyum içindeydi. Aylarını, yıllarını geçirdiği Karadağ tepesine hüzünle gömdüler  Şerif’in naaşını.
Sadece Şerif gömülmüyordu… Akman Ağa’nın canı, gözyaşları, arkadaşı, herşeyi gömülüyordu toprağın altına... 

Şimdi Akman Ağa Şerif’i mi gömmüştü toprağa? Evladını mı, babasını mı, anasını mı, yoksa yurdunu mu?  Şerif koskoca bir yurttu Akman Ağaya… Evet yurdunu gömmüştü toprağa…

 Medresenin bahçesindeki aşkla dizilmiş sütun merrmerler öksüz kalmıştı. Ağaçlar da sararmış yapraklarıyla ortak oluyordu bu ağıta. Yalnızlığı haykırıyordu medrese avlusundaki güller. Selvi ağaçları ayrı bir mahzunluğa bürünmüştü. Sanki veda ediyorlardı erenlerine.  Hanımelleri  bile kokmuyordu o an eskisi gibi. 

Bu yeryüzüne daha kaç Şerif gelmişti ki? O ve onun gibiler bir ölür bin dirilirdi. 'Ölmek, yok olmak değil hakikate kavuşmak' demişti Şerif.

Onlar Allah’ın yeryüzü hazineleriydi. Bulundukları zamanlarda insanlığa ve İslama hizmetlerini sunup gitmişlerdi. 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi