ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 01-10-2022 04:10

Gelin

Yazan: Ayşe Önal - GELİN

Gelin

GELİN

Soba, içindeki odunların sıcak ezgisiyle acı acı mırıldanıyordu. Odanın içerisine çöken sessizliğe eşlik eden görünmeyen kapkara bir bulut tepelerinde bekliyordu. Yağmak ve yaşatmak değildi elbet niyeti, evinde, ocağında yanan alevi söndürmekti. Nihal bunu iliklerinde hissedebiliyordu.

Ömer ve Nihal görücü usulü evlenmişlerdi. Çiçeği burnunda yeni evliler birbirlerini çok sevmişlerdi. Birbirlerine söz vermişlerdi; her ne olursa olsun gizli saklı, sır olmayacaktı aralarında. Sırtını dönüp de uyumayacaktı biri diğerine. İkisi de yaradılış gereği zaten uysaldı. Anlaşmaları hiç zor olmadı. Bir yıl boyunca aralarında ses hiç yükselmemişti. Buna gerek kalmamıştı, çünkü evde sesi fazlasıyla yükselen birisi vardı. Nihal’in kaynanası Fikriye Hanım…

Kasabaya on km mesafedeki köyünde huzurlu, mutlu bir hayat yaşamıştı. Kendi evinin, anne babasının gözünün nuruydu Nihal. Öyle aman aman sosyal hayatı da olmamıştı. Gittiği en uzak mesafe kasaba idi, ayda bir, öte beri almak için. En büyük eğlencesi köy düğünlerinden ibaretti. Her şeyden mutlu olabilen; yağmura, uçan kuşa şarkı söyleyen yirmi birinde gencecik bir kızdı. Dikiş nakış öğrenmiş, vaktini komşu kızlarıyla kâh çeyiz işlemekle kâh arkadaşlarının yavuklularını çekiştirmekle geçirmişti. Günah anlayışı, kötülük anlayışı basitti. Eve varır varmaz uzun uzun tövbesini ederdi. İnsan görmediği, karşılaşmadığı şeyin cahiliydi. Nihal’de kötülüğe cahil kalmıştı. Bilemezdi elbet Fikriye Hanım gibi insanların da evlat sahibi olup anne olabileceğini. Anne deyince aklına kanatsız, cefakâr bir melek gelirdi. Cennet kokulu annesi gelirdi elbet; bütün anneler evlatlarının cenneti değil miydi zaten.

Yeni evine alışmak Nihal için hem kolay hem de zor olmuştu. Kolaydı çünkü hiç tatmadığı bir sevgiyle tanışmıştı, aşkla tanışmış, eşini de çok sevmişti. Artık onun da komşu kızlar gibi hakkında atıp tutacağı bir yâri vardı. Zordu, çünkü Fikriye Hanımı ne yaparsa yapsın memnun edemiyor, yüzünü bir türlü gülümsetmeyi başaramıyordu. Ağzıyla kuş tutabilse tutacaktı. Artık kendi mutluluğunu unutmuş, ne yapsam beni sever, diye kara kara düşünür olmuştu.

Fikriye Hanım gelinini sevmiyordu. Kendisini koşullandırmıştı, oğlunu elinden alan bu zavallı şey onun gözünde zerrece bir değer ihtiva etmiyordu. Bütün hareketleri, hatta ona anne diye seslenmesi bile çileden çıkmasına, ona türlü işkencelerle muamele etmesine sebep oluyordu. Kaynanası da bir zamanlar böyle görmüştü. Kendi evinde sevilmemiş eşinin annesinden türlü kötülükler görmüştü. Çekmişse çektirmeliydi. 

Nihal’i kahreden şey Ömer’in olan biten her şeye göz yumması, ses etmeyişiydi. Evde bir şeyler oluyor ama Ömer hiçbirini görmüyordu. Sadece mutluydu Ömer, çok mutluydu. Peki bu nasıl mümkün oluyordu, anlayamıyordu. Kendisi odasında hıçkıra hıçkıra ağlarken nasıl mutlu olabiliyordu Ömer? Evlilik bu muydu sahi? Bir defasında bahçede çamaşırları yıkarken kayınvalidesi bilmeden güğümün içindeki kaynar suyu ayağına boca etmişti. Biçarenin ayağı haşlanmıştı. Hoş bilmeden kazara oluşu, sadece Nihal’in öyle bilmek istediğindendi, çünkü Fikriye Hanım bal gibi de bilerek dökmüştü suyu ayağına. Ömer de acı acı bakmıştı sadece gözlerine. 

Her geçen gün, Nihal için daha zor katlanılacak olan bir sonraki günün habercisi gibiydi. Ne pişirse beğenilmiyor ama yeniliyordu. Eline sağlık denmiyordu teşekkürü unutmuştu. Hatta eşi bir tanecik Ömer’i bile annesinin korkusundan ona eline sağlık diyemiyordu, mahçup bakıyordu sessizce gözlerine. Mecburdu, gelindi ya o!.. Böyle söylüyordu kaynanası günlük konuşmalarında konu komşuya bağıra çağıra. Arada sırada uğrayan Hayriye teyze kayınvalidesine “Çok üstüne gidiyorsun garibanın, artık onun da evi yurdu burası, kendi evladından ayırma, kızın belle ona göre davran.” demişti de Nihal mutluluktan çocuklar gibi ağlamıştı. Bir yıl olmuştu ki ilk defa birisi onu düşünmüştü. Peki ya kayınvalidesi ne demişti “ Sen bilmezsin Hayriye hanım ne domuzdur ooo, işi gücü öğlene kadar uyumak, elinden ne pişse yenmez, hiçbir işinde hayır yok ki hayırsızın. Üstelik bir torun verir mi diyorum ama nafile o da yok!” diyivermişti. Nihal de isterdi bir evladı olsun. Olsun da onun bu karanlığına ışık gibi doğsun onla avunsun.

Olmamıştı, zamanı vardı elbet. Allah’ın işine sorgu sual olmazdı, böyle öğretmişlerdi. Üstelik kendi adını bile artık unutmaya başladığı bu evde bir bebe, ne kadar mutlu olurdu ki. Gel gelin, git gelin, yat gelin, kalk gelin, geliiiiin gözün kör olmaya emiii!...Sahi onun adı gelin miydi? Bunun için mi doğmuş, bunun için mi yaşamıştı yirmi bir yıllık ömrünü. Anacığı babacığı dişlerinden tırnaklarından arttırıp, bunun için mi yemeyip yedirmiş giymeyip giydirmişlerdi. Gün gelip de birisi ona; kör olasın boyun devrilesin geliiin, desin diye miydi her şey! 

Kayınvalidesi durmamıştı çocuk ta çocuk diye başının etini yemişti. Ömer’de zaten ses yoktu. İsterdi ki alsın şöyle anasını güzellikle tatlılıkla konuşsun anacığıyla. “Ben Nihal’i sevdim be ana her haliyle kabulüm desin, elbet olur bebemiz daha genciz ” desin de desin. Olmamıştı, olmayacaktı. Görünen köy kılavuz istemiyordu ya. Ayağı yandığında annesi izin vermediği için kasabaya inip yanık merhemi alamayan adam mı konuşacaktı anasıyla. 

Nihal nihayetinde hamile kalmıştı. Kendisinden çok Fikriye hanım sevinecek de kendisini  sevecek diye yüzü gülmüştü ama olmamıştı. En ağır işlere yine onu koşuyordu. Ahıra gelin, ekmeğe gelin, tarlaya gelin…Sanki bedava köle almış kendisi de rahata ermiş, hiçbir işin ucundan tutmuyordu. Gebeliğinin yedinci ayında Nihal hiç olmadık yerlerde şiddetli sancılar çekiyor ama artık hiçbir şeyi dillendirmiyordu. Vazgeçmişti. Komşu kadın açık açık yine demişti ”Bu yavruya böyle ağır iş yükleme başına bir iş getirir vebalinin altında kalırsın, bünyesi zaten zayıf bunun.” yine bir yabancıya kalmıştı Nihal’i düşünmek. “Ben dokuz ay her işe koşa koşa tarlada doğurdum da iki tane aslan yetiştirdim gık bile etmedim.” olmuştu karşılığı. 

Kış gelmiş doğum yaklaşmıştı ama hali hal değildi Nihal’in. Beti benzi sararmış gözleri içine çökmüştü, yiyemiyor, içemiyordu. Tek tesellisi yavrusuna kavuşmaktı ama ya erkek olmazsa, aksini düşünmek istemiyordu. Kaynanası öyle emretmişti, adı da Ali olacaktı. Olmazsa bir de bunun derdiyle yanacaktı. Bir kez bile kontrole yollamamıştı kaynanası, cinsiyetini bilmek şöyle dursun birkaç gündür bebeğini hissedemiyordu, tekmelemiyordu. “Korktuğundan ses etmezsin bilirim Aliş, korkma bebem ben yanındayım kimsecikler sana ses edemez.” diyordu. Bu düşüncelerle çamaşırları toplamaya koyuldu gelin, kar geliyordu. Aniden fenalaştı, kusmaya başladı. Hayatında hiç böyle çıkardığını hatırlamıyordu, korktu. Kalan son gücüyle avazı çıktığı kadar bağırdı” Ömeeer, anaaa…” söylene söylene yetişti kaynanası. “Doğum vakti geldi, koş git Hayriye kadına haber ver tez gelsin.” diyerek içeri aldılar gelini. Ömer’de bir koşu Hayriye hanımı çağırmaya gitti. 

Hayriye hanım birçok doğuma girmiş köyün de bilgili kadınlarındandı. Gelir gelmez “ hemen bu gelini kasabaya yetiştirelim, bunun hali benim bildiklerimi aşar,” dediyse de kabul görmedi. Fikriye hanım “Evinde doğacak benim torunum o kadar, hiçbir yere gitmiyoruz, ne lazımsa söyle” diyordu. Nihal oluk oluk kan kaybediyor, avaz avaz bağırıyor ama doğum gerçekleşmiyordu. Bebek karnında ölmüştü ölmesine de bir hafta evvel, ama kimseler bilmiyordu. Ölü bebek Nihal'ide beraberinde sürüklüyordu. Gözleri kararmaya başladı. Hayalleri geliyordu gözünün önüne; sımsıcak bir yaz günü Aliş çayırlarda neşeyle top oynuyordu, yarım yamalak anne diyordu, yemek yediriyordu ona elleriyle. Sonra unutmaya başladı aklından geçenleri, her şey karanlığa bir bir teslim oldu.  

Unutmuştu… Nihal bu evde gençliğini unutmuştu. Geleceğini unutmuştu. Sevmiş onu da bu evde unutmuştu. Sevmek bu değildi. Hani o en sevdiği film de diyordu ya “Sevgi neydi, sevgi emekti” öyle ya… Bunu anlayıp göremediğinden beri Ömer’i de unutmuştu. Evladını gördü bir an, küçük bir melek gülümsedi Nihal’e “Anne buradayım uzat elini. Ben Aliş cennet meleğinim Anne. ” "Demek Aliş’im sensin!" demek duası kabul olmuş evladı erkek olmuştu. Bir damla gözyaşı döküldü Nihal’in gözünden usulca…Ve sessizce elini uzattı Aliş’ine…

Anneler evlatlarının cennetiydi, evlatlar da annelerinin meleğiydi. Sessizce göçüp gitti gelin yüzünde hazin tebessümü ve elini tuttuğu melek Aliş’iyle hiç kabul görmediği o evden kendisini bekleyen cennetine…


 
 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi