ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 23-09-2022 03:35

Dedemin Defteri

Yazan: Betül Eren - DEDEMİN DEFTERİ

Dedemin Defteri

DEDEMİN DEFTERİ 

Yıllar önce bir gün, babam beni yanına çağırmış ve elinde tuttuğu cildi aşınmış defteri bana uzatarak:
"Bu elimde gördüğün var ya, bu dedenin defteri kızım. Onu en iyi senin muhafaza edeceğine inanıyorum. Sakın kimselere vermeyesin. Hep sende dursun,” demişti.

İlk defa gördüğüm bu defteri elime alıp içini açtım. İçindekilerin çoğu Eski Türkçe ile yazılmıştı. 
"Ben bunu okuyamam ki baba, büyük bir kısmı Eski Türkçe ile yazılmış.”
"Bir gün okursun, ben inanıyorum. O gün gelene kadar, hep yanında ve güvende olsun. Eminim deden de sağ olsaydı, bunu sana vermemi isterdi.” 
Defteri sımsıkı göğsüme bastırdım ve kokusunu içime çektim. Yıllar önceden, kendisini hiç tanıyamadığım dedemden gelen bir armağan gibiydi. 
"Tamam, söz sana baba,  ben ona gözüm gibi bakarım. Merak etme...”

Sonrasında bu konuşmayı unutmuştum. Babamın defteri bana emanet edişinin üzerinden yıllar yıllar geçmişti. Henüz 15 yaşındayken emanet aldığım defter hep benimleydi. Her ne kadar içinde ne olduğunu bilmesem de, bir gün mutlaka benimle konuşacaktı, biliyordum. Üniversite bitmiş, artık bir meslek sahibi olmuştum. Bir gün odamı düzenlerken her bir tarafı eskimiş, ciltli, lime lime olmuş kapağıyla yine o defter karşıma çıkmıştı…

Defteri elime alarak, pencerenin yanındaki koltuğuma oturdum. İçimden bir ses, bugün yeniden elime gelmesinin bir sebebi olduğunu söylüyordu. “Ah dedem ya, kim bilir neler sakladın bu defterin içine…” diyerek elimle hafifçe okşadım onu. Sanki elimin altında bir şey harekete geçti birdenbire. Defterden bir ses yükseliyordu. Fısıltı gibi, iyice dikkat kesildim. Önce hayal görüyorum, yanlış duyuyorum sandım. Sonra baktım ki defter gerçekten kıpır kıpırdı ve  sanırım benimle ilişki kurmak istiyordu. 
"Hey, çocuk…” diye seslendi boğuk bir ses.
Biraz korkarak ve hafif kekeleyerek,  “Ne var? Sen de kimsin?” diyebildim.
“Bunca sene beni bir kenarda öylece  bıraktıktan sonra hala beni okumaya niyetin yok mu?” 
“Var, var ama, ben seni okuyamam ki Eski Türkçe yazılmışsın sen.”
“Sen hele bir aç sayfalarımı, ben sana yardımcı olurum,” diye fısıldadı.

Yavaşça sayfalarını açtım, sararmış yapraklarda yer alan satırlar sanki bir kitabın yazıları gibi o kadar düzgün yazılmıştı ki yüzüme gülümsediler:
“Bak, bak dikkatle bak bana, nasıl da bekledim durdum yıllardır ha bugün ha yarın diye diye beni bir kez olsun açmanı, sayfalarımı karıştırmanı. Çok kırıldım sana. Hiç yapmadın ama.” 

Defterin söyledikleri beni şaşkına çevirmişti. Hiç olabilir miydi böyle bir şey? Defter konuşur muydu? Herhalde hayal görüyordum. Bakmaya başladıkça sanki gözlerimin önünde bir girdap oluşmaya başladı. Yazılanlar döndü döndü ve durdu. Gözlerimi ayırmadan hayretle bakmaya devam ettim. Sanki yeni bir dünya açılmaya başlamıştı gözlerimin önünde.

Defterden dışarıya doğru bir el uzandı ve beni elimden tutup defterin içine doğru çekti. “Sakın korkmayasın, seni dedenin yanına götürüyorum. Bak! Kayseri 'deyiz şimdi,” diye fısıldadı. 
Nasıl olduğunu bile anlayamadan bambaşka bir şehirde bulmuştum kendimi. Etraf öyle değişik ki havada da müthiş kokular vardı. En çok da ortalığa yayılan ıtır kokusu. Cumhuriyetin ilk yıllarına gidivermiştim birden, henüz bugünkü halini almamış, Kurtuluş savaşının ardından yenilenmeye ve ayağa kalkmaya çalışan Anadolu’nun önemli yerleşim yerlerinden birindeydim.  Şehrin arkasını yasladığı ve güzel bir yaz günü olmasına rağmen, tepelerinde hala kar bulunan görkemli Erciyes Dağı’nı görüyordum. Bir atın üzerindeydim, yanımda tırısta giden diğer atın üzerinde de çok iri yapılı, fötr şapkalı bej rengi takım elbiseli, hani gölgesi bile ağır derler ya öyle bir orta yaşlı adam vardı. Cebinde mendili, kalın çerçeveli gözlüğü ve atın koşumlarını tutan olağanüstü güzellikteki elleri ile sıcacık  gülümsüyordu bana. Karşımdaki adamı bir yerlerden tanıyor gibiydim, içim ısındı birdenbire. Heyecanımı yenerek bakışlarımı yüzüne çevirdim. Ne kadar da bana benziyordu. Hayalde miydim, gerçekte mi, nereye gidiyoruz böyle? 
“Sıkı tutun kızım, sakın düşme, gerçi benim küheylanım seni korur ama yine de dikkatli ol e mi? Beni tanıyabildin mi?”

Kafamı iki yana sallayarak “Hayır,” demeye çalıştım, şaşkınlığımdan sesim çıkmadı. Yanımdaki adam, gülümsemesini ve o sıcak bakışlarını üzerimden hiç çekmeden:
“Ben Mahmut Şevket dedenim, Betül.”
“Beni tanıyor musunuz? Ama nasıl olur? Ben sizi hiç görmedim ki…”
“Dedeler her şeyi bilir. Bir gün bana geleceğini biliyordum. Heyecanla o günleri bekledim ve bak, geldin işte. Şimdi  seni o yıllara götüreceğim, o defterde yazılanları göreceksin.” 
“Beni merak ederler, nasıl geri gideceğim ben? Yoksa bu bir rüya mı? 
“Sus, hiç korkma birlikte gideceğiz o yıllara, seni ilköğretim müfettişliği yaptığım yıllarda gittiğim köylere, kasabalara ve okullara götüreceğim. O yılları benimle beraber yaşamanı istiyorum. Bunu torunlarım arasında ancak sen yapabilirdin.” 
“Ama sen, ben doğmadan ölmüşsün dede. Benim geleceğimi nereden biliyordun?”
“Dedeler gelecekte olacak her şeyi sezer güzel kızım. Gittiğimiz yerlerdeki insanlar bazen seni görecekler, bazen de göremeyecekler. Sakın şaşırma. Hadi bakalım, şimdi maceramız başlasın. Dede torun beraberce doğru köylere.”

Korkum ve şaşkınlığım yavaş yavaş geçmeye başlamıştı. Bu hiç rastlanılmadık bir serüvendi. Ben bunu yaşadığım için çok şanslıydım. Kaç kişi hiç tanımadığı dedesiyle böyle bir serüvene atılırdı ki?
“Bu ne kadar güzel bir memleket dede. Nasıl güzel mis kokulu, Yemyeşil bağları var.  Birlikte ne kadar gezeceğiz?” diyebildim.
“Ah kızım, keşke sana benim doğduğum yerleri, memleketimi, Kars’ı, Ardahan’ı ve Türk’ün harman olduğu yerleri de gösterebilseydim, kim bilir, belki bir başka zaman oralara da gideriz. Öyle çok özledim ki atalarımın topraklarını yeniden görmeyi…

Rus işgali sonrası oralardan nasıl koparılıp Anadolu’nun içlerine geldiğimin hikayesini de belki bir başka gün anlatırım sana. Neyse, şimdi buradayız, sen ne kadar istersen o kadar gezeriz.  Bir başlayalım da...” 
“Haydi o zaman dedem, götür beni nerelere kadar gideceksek gidelim. Aslında çok merak ettim dede, senin o topraklardan buralara geliş hikayeni de, bir gün mutlaka ama mutlaka dinlemek isterim. Şimdi, sırada senin çalıştığın yıllardaki o okulları, o şehirleri beraberce görmek var…”

Uzunca bir süre sessizce yol aldık. O kadar güzel yerlerden geçiyorduk ki hayallerimde bile bu kadarını tahayyül edemezdim. Anadolu, savaştan çıkmış, örselenmiş, düşmanlar tarafından lime lime edilmek istenmiş ama yine de yılmadan küllerinden yeniden doğmayı başarmış güzel memleket… İyice yorulduğumu ve susadığımı hissettiğim anda yolun kenarında bulunan tarihi bir çeşmenin önünde durduk ve  çeşmenin önünde su doldurmakta olan genç ve güzel köylü kızı maşrapasıyla su verdi bize. Uzun süredir bu kadar serin ve güzel su içmemiştim. 

Gide gide bir köye gelmiştik. Çınarın altında oturan köylüler, dedemi görür görmez ayağa kalkarak saygıyla yanına geldiler. “Hoş geldin Öğretmen Bey, nerelerde kaldın? Gözlerimiz yollarda kalmıştı.” dediler.  Köy meydanındaki çınarın altında bir müddet dinlenip, ikram edilen buz gibi ayranı içtikten sonra, ağır ağır yürüyerek biraz harap vaziyetteki köy okulunun önünde durduk. Dedem elindeki şimdi bende bulunan defterine sürekli notlar alıyordu., Elinde bulunan parşömen kağıdın üzerine de geçtiğimiz dağları, nehirleri, köyleri ve devlete ait binaları nasıl da güzel bir yazıyla işaretliyordu. Dedem, daha çabuk yazdığı için olsa gerek, hem Eski Türkçe, hem de yeni yazıyla notlar alıyordu. 

Okula geldiğimizi gören minik öğrenciler neşeyle etrafımızı sarıverdiler. Gözlerinden öğrenmeye olan açlıklarını görüyordum. Yaşlı bir nine bizi evine buyur etti. Dedem “Yorulma ana, sağ ol.” dediyse de “Allah ne verdiyse beraber yiyelim oğul, hiç zahmet olur mu? Sen bu kadar yolu bizim çocuklarımızı okutmak üzere geldin. Buyurun.” dedi.

Ben o güne kadar hiç bu kadar lezzetli etli bulgur pilavı yememiştim. Sadece bulgur pilavı mı? Bürümcük gibi incecik yaprak sarması, çömlek peyniri dedikleri bir özel peynir… En sonunda da telveleri biraz ağızda dağılan o güzelim kırk yıl hatırı olan kahveler. Daha sonrasında dedem  dinlenirken, nine benim elimden tutarak bağına götürdü. Kayseri’de herkesin ufak büyük bağı olduğunu ve yiyeceklerini kendilerinin yetiştirdiklerini anlattı. Ağacından yediğim o tadına doyulmaz kayısıları hiç unutmayacağıma emindim. Saat neredeyse ikindiyi bulmuştu.  O şehrin neredeyse her bağında bulunan yeşili başka yeşil ceviz ağacının altında çaylarımızı da içtikten sonra, “Yine gel, öğretmen bey, her zaman bekleriz,” dilekleriyle yolcu ettiler bizi. Atlarımızı oradaki gençlerden birine emanet edip okulun penceresinden içeri baktığımda, tıpkı bir rüya gibi bir kadın öğretmenin tahtada harfleri yazdığını ve bir sınıf dolusu çocuğun şevkle öğretmenlerini dinlediğini gördüm. Heyecanla dedeme döndüm. 
“Dede, benim gördüklerimi sen de görüyor musun?”
“Evet kızım, hiç görmem mi? Bu Münevver Öğretmen. Yazın çocukların okumayı unutmaması için kendisi tatil yapmadan köyün çocuklarını okutmaya çalışıyor. Bu yıl Erzurum’ dan tayin oldu köye. Kendisi Hınıs’lı bir köy kızı, Cumhuriyet’ in kazanımlarından biri daha karşında işte. Kız çocuklarımız artık her işte çalışabiliyorlar. Çok zeki çocuklarımız, bulunmaz bir milletimiz var bizim. Bütün dünyayı kendisine hayran bırakan bir de liderimiz. Büyük insan Atatürk’ümüz. Bu ülkenin yoktan var olma çabasını, her alanda gerçekleştirdikleri kalkınma hamlesini gözlerinle görmeni istedim. İnsanların nasıl el ele vererek şevkle çalıştıklarını. Anadolu’nun sesini, Anadolu’nun kadınını, erkeğini, gencini, çocuğunu ve yeniden yarattıkları büyük ülkeyi. Cumhuriyetin sonraki yıllarını bilemem ama bu yıllarda yaşadığım ve bu heyecanı halkımla birlikte tattığım için çok şanslıyım… Hem biliyor musun bu şehirde bir de tayyare fabrikası kuruldu. Baban ve amcanı orada çalışmaya yolladım ben.”

Dedem gururla seyrediyordu sınıfı ve köyü. Genç öğretmenle de köylülerle de nasıl onur duyduğu yüzünün her çizgisinden okunuyordu. Öğretmen çocuklara maniler söyletiyordu, şen kahkahalarla çocuklar manileri birbiri peşi sıra söylüyorlar, dedem de defterine sürekli notlar alıyordu. Daha sonra öğretmen ve çocuklar sadece o yörede bilinen türkülere geçtiler. Dedem daha bir şevkle yazmaya devam etti. 
“Dede, sen bu deftere hep yazdın mı? Her köyden maniler, türküler ve şiirler mi var onun içinde?”
“Evet, sadece onlar değil, yörede söylenen deyimleri de kaydettim. Bunlar ileride çok değerli olacak. Bu kültürü kuşaktan kuşağa taşımamız ve yaşatmamız lazım. Onun için bu defterimi değerini bilen birine emanet etmem gerekir.”
“Yani ben?”
“Evet sen… “
“Dedem, onur duydum. Gerçekten. Peki, bu sürekli notlar aldığın parşömen kağıda neler yazıyorsun?”
“Bu harita olacak kızım, ilk öğretim müfettişi olarak bu köyleri ve kasabaları gezerken buraların haritasını da çıkartmak istedim. Bunu da sana vereceğim. Bak aklıma geldi şimdi, sana ne anlatacağım: Bir gün yine at sırtında Amasya civarındaki köylerden birine giderken kocaman bir köpek koşturarak karşıma çıktı. İri dişleri ile her an saldıracakmış gibi tam karşımda durmuş hırlayarak bana bakıyor ve öylece bekliyordu. Geçip gitmeme de izin vermiyordu. Bize o yıllarda ruhsatlı tabanca verirlerdi. Bana bir şey yapacak diye eni konu korkmuştum. Tam tabancayı çıkartıp ateş edeceğim sırada bir köylünün yel yepelek nefes nefese bağırdığını ve koşarak geldiğini gördüm. ‘Beyim, dur, gözünü seveyim dur! Sakın ateş etme! O benim köpeğim. Bir bilsen kaç  sürüyü korur o. Sakın beyim, kurban olayım, sana bir şey yapmaz. Ateş etme…’ Meğer o gördüğüm kocaman köpek,  o yörenin en meşhur çoban köpeklerinden biriymiş.”
“Ne güzel anıların var Dede, biliyor musun ben sana çok benziyorum galiba. O yıllarda on iki yaşlarında falandım sanırım. Bir gün beni sokakta gören birisi bana ‘Kızım, Mahmut Şevket senin neyin oluyor?’ dedi. ‘Dedem olur. Siz kimsiniz?’ dedim. ‘Ben dedenin arkadaşıyım, ona o kadar benziyorsun ki bir an onu karşımda görüyorum sandım. Seni nerede görsem tanırdım.’ dedi. Hem de İstanbul’ da beni nasıl da tanıdı değil mi dede?
“İşte yavrum, bu kan bağı, bu soy… Sen, bana; ben de dedelerime çok benziyoruz. Senin evladın da sana benzeyecek, hatta torunların da…”
“Hem de nasıl isterim bunu dede, hem de nasıl.”
Dedem sessizce gülümsedi. Artık ikimiz de at sırtında uzun saatler dolaşmaktan yorulmuştuk. Havaya kızıllık çökerken nihayet Talas’ta Yukarı Mahalle’deki eve geldik. Dedem elini dudaklarına götürerek sessiz kalmamı işaret etti ve atlarımızı bağladıktan sonra içeri girdik. Ailenin bütün fertleri sofranın başında toplanmışlar, yemek için dedemi bekliyorlardı. 
“Aman Alahım, onlar beni görmüyorlar ama ben hepsini görebiliyorum. Babam, amcam, halalarım, ne kadar gençler. Babam yine onların hepsini idare ediyor. Babasının da annesinin de sağ kolu ve tıpkı ileride bu kabilenin reisi olacağı günlere şimdiden hazırlanıyor sanki. Babaannem, ne kadar genç… Bir yandan bu aileyi sırtlanıp götürürken, eşinin yanında Yeni Türkçe yazmayı ve okumayı öğrenmeye çalışan cesur ve yenilikçi bir kadın. Biliyorum ki ileriki yıllarda öğretmenlik de yapacak. Ama yapar mı yapar yani! Onlar benim farkımda bile değiller. Görmüyorlar ki beni. Dedem bana  usulca göz kırparak yer sofrasına oturdu. Yemeğe başladılar. O günkü yemekleri mantıydı. Hani o Kayseri’nin bir kaşığa kırk tane sığar dedikleri mantısını güle konuşa yiyorlardı. Ali Dağ’ın eteklerine kurulmuş, kayaların üzerine oturmuş bu evin şehri tepeden gören manzarasını ve o devirlerdeki Kayseri şehrini iyice gözlemlemek ve beynimin derinliklerine kaydetmek üzere dışarı çıktım. Ovaya kızıllık çökmekteydi. Taştan yapılmış sedirin üzerine oturdum ve dedemin kıssadan hisse içeren o güzelim anlatımlarını,  ailenin birbirleriyle sohbetlerini dinlerken uyku beni ne zaman esir almıştı hiç hatırlamıyordum. 

Sabahın ilk ışıkları odama girerken, perdenin esintisi, kuşların cıvıltıları gözlerimi açmama neden oldu. Bir an nerede olduğumu hatırlayamadım. Ben en son dedemle Kayseri’de, cumhuriyetin ilk yıllarında değil miydim? Dedemin defteri hala elimdeydi. Sayfaları açık öylece koltuğun üzerinde uyuyakalmıştım. Defterin yanında rulo şeklinde bir kağıt daha vardı. Merakla açtığımda dedemin bin bir emekle hazırladığı parşömen kağıda çizilmiş o yılların Kayseri haritasını gördüm. Ama ben, böyle bir haritaya sahip değildim ki bu da nereden çıkmıştı? Dedem neredeydi? Ben bir düş mü görmüştüm? Defteri açtığımda yine o büyülü dünyaya geçiş yapabilecek miydim? 

Merakla defterin herhangi bir sayfasını açıp bakmaya başladığımda, dedemi, o güzel, onurlu yüzü, yine atının sırtında dimdik başka bir köye görevle giderken gördüm. Arkasına bile bakmadan bana elini salladı. Bana seslenen davudi sesini duydum. “Haritama da iyi bak kızım…Yine görüşeceğiz…”

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi