ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 24-12-2023 15:58   Güncelleme : 24-12-2023 18:29

Bir Kent Masalı - Akhisar / Orhan Sarı

Yazan: Orhan Sarı -BİR KENT MASALI / AKHİSAR

Bir Kent Masalı - Akhisar / Orhan Sarı

BİR KENT MASALI / AKHİSAR

Her şey hızla kirleniyor… Eskiyor…. Eprik  bir kumaş gibi tuttuğun yerden dağılıyor… Şairin dediği gibi ''dokununca solgun bir gül oluveriyor''  anılar… Artık ne  içindesin zamanın;  ne de büsbütün dışında…

Akhisar çarşısında kirli kırık bir pencereden izlerdim; keçe yapımını… Heye mola der gibi ahenk ve uyumla yuvarlanıp yünlerin derdeste edilmelerini… Çivileri ağzında maharetle biriktirip dil becerisiyle düzeltip yassı uçlu bir çekiçle hızla  çakışlarını hayranlıkla izlediğim eski ayakkabı tamircilerini…     Döşeme taş avlulu hanların - kent rantına teslım olmadığı yıllarda -  kuytuluklarında nalbantların maharetli nal çakışlarını da aynı hayranlıkla izledim. Bu yüzden çocuk aklımla elimdeki katmer tabağını iletmeyi  unuturdum…

Oktay AKBAL'ın deyimiyle ''ilkin ekmekler bozuldu''... Sonra güzel insanlar  insanlar, akabinde kasabanın güzel imgeleri mor atlara binip Kaf Dağına gittiler... O nedenledir ki hızla kirlendi dünya...  O gündür bu gündür öznesi biz olmayan yavan -limon küfü tadında-  hayatı  mutsuzca tüketiyoruz...

***

“Arasta” denilen çarşının içinden batıya yönelirsen “Soğuk Tulumba” denilen bölge ile karşılaşırsın; kuzeye doğru ısrar edersen dar sokaklar seni Paşa Camii meydanına taşır…  Bence - orta ve yüksek öğrenimim boyunca sanat tarihi okumuş biri olarak, Paşa Camii salt bir camiden öte bir külliyedir. Çevre duvarları olmayan meydanın yaşamıyla iç içe geçmiş koca bir alan. Altında bütün ekşi ağır kokusu -çarşamba pazarı bitmiş olmasına rağmen- haftanın kalan günlerine de sarkan Peynir Pazarı bulunurdu.

Bu koku genelde camiinin içinde de hissedilirdi. Kara beton peynir tezgahları çarşambanın gürültüsünün aksine kalan günlerin terkedilmiş sessizliğini saklardı. 

Paşa Camii'nin kuzey batısında meydan daralır.  Karşı sokağında, imarethane bulunurdu. Sıvasız taş ve kırmızı kiremit yığma duvarlar, horasan harcı ile zamana direnir, tarihe sağır bir dilsizlikle tanıklık ederlerdi. Dışa sağır yüksek tavanlı serin bu yapıda; günde bir kez kentin garip gurabası için kavurmalı tarhana çorbası verilirdi. Menü hiç değişmezdi.

Çocuk ağzıma sığdırmakta zorlandığım kaba oyulmuş tahta kaşığı ve içi sırlı toprak kabı hiç unutmadım. İri kütük ağaç masalarda yenilirdi. İçerde Alaaddin’in Lambası’ndan fırlayıp da çıkmış iki görevli vardı. İri yarı azman saçları olmayan zenci bir aşçı erkek, yarma yapılı arap bir kadın. Belki de evliydiler. Azatlık da (hacdan dönerken sevap olsun diye yedeğinde getirilen aslında farkında olmadan dolaylı köle ticaretini de vesile olan ) olabilirlerdi.

Korkutucuydular. iletişim kuramazdık. Konuşmazlardı. Muhtemelen Türkçe anne memelerinin sütü değildi. Mahalle çocuklarına yönelik değildiler. Zaten, cenaze varsa biz de tercih etmezdik. Neticede, taze çarşı ekmeği dilimle çöven helva dilimi menü bize daha cazip gelirdi. Ama yoksa tercihimiz aş eviydi. Yüksek eşikli taş basamaktan kapıdan kafamızı uzatır sözcüklere dökmeden kavurmalı tarhana ve bir dilim somun ekmeği yiyip yiyemeyeceğimizi sezmeye çalışırdık. Çoğu kez başarısız olurduk. Hangi ölçüyle yerdik veye yemezdik. Bu sırrı, çocuk aklımla hiç çözemedim.   Yerseniz o günün zafer kazanmış Roma komutanları gibi muzaffer bir yüzle, dispanserin oradaki büyük çınarın altına dönerdik…

Herşeye rağmen güzel günlerdi, neşeli günlerdi. Şikayetim yok. Sadece çocukluğumun diz yaralarımın izlerinin yitip gitmesine üzülüyorum…

 

                                                                             
                                                                              
                                                                             

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi