ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 15-09-2022 16:39   Güncelleme : 27-09-2022 18:55

Utanç Sarısı

Yazan: Elmas Tunç - UTANÇ SARISI

Utanç Sarısı

UTANÇ SARISI

Ellerim, küçücük başının üstündeki cılız başaklarda geziniyor. Az önce duyduklarım, kulaklarımı uğuldatıyor. Başımı zonkluyor. Demek abisi... Hem de aynı hânenin içinde... Hâmisi olacağı yerde...

Gerisini getirecek mecalim yok. Sözcüklerim kurumuş; boğazımdan çıkmıyor. Dudaklarım, adeta bozkırın suya hasret toprakları. Bir damla teselli akmıyor, akamıyor. Susuyorum. Bağrıma basıyorum sadece. Puslu ela gözlerinde yaşlar birikmiş Yeterciğin; içini çeke çeke ağlıyor. Güneşten mavisi solmuş önlüğüne damlıyor çiy taneleri. Kavruk ve ince parmaklarıyla siliyor gözlerini. Avuç içleri nasırlı. Ah bu bozkırın kara yazgılı sarı başağı!  Kara tahta, gözümde daha da kara şimdi. Tebeşir elimden düşüyor, dizlerimin bağı gevşiyor. Sınıf, yüzen lav denizinde bir adacık sanki. Ayaklarımın altından kayıyor. Diğerleri teneffüste. Yeter ağlıyor, ben ağlıyorum. Onunla aynı hüznü teneffüs ediyorum. Ayaklarımın altından kapkara bir yılan süzülüyor başakların arasına doğru. Utanç sarısı çoğalıyor. Ben küçülüyorum, kahrım büyüyor yeniden, yıllar sonra içimde...

....

Annem elindeki çapayı yere bırakıyor gölgesiyle beraber. Ne uzun ne kısa; boyu kadar gölge. Elinin tersiyle alnında birikmiş terleri siliyor. Güneş arsız arsız tepemizde. Sıcaklığını esirgemiyor. Bulutlar umarsız, güneşi gölgelemiyorlar. Belini geriye doğru büküyor. Eğilmekten ağrımış dizlerini ovalıyor.

Koşarak bir gölge yaklaşıyor yanına. Elini, hafifçe kıstığı sağ gözünün üstüne siper edip gelene bakıyor. Komşunun kızı Rukiye. Yüzü, kızarmış pancar adeta. Gözlerini kaçırıyor. "Seher ağlıyor Hanife Teyze. Susmadı ne vakittir." Annem elindeki çapayı yere atıyor. Omuzlarından tutup sarsıyor kızı. Doğruyu söyle gurban olduğum, n'oldu Seherime?"

Kem küm ederken salıncaktan düştü deyiveriyor başını önüne eğerek. Annemin elleri titriyor. Dizlerine vura vura dövünüyor. Kafasını iki yana sallıyor. Koşarak gidiyor orada olduğumu unutarak. Bakakalıyorum ardından olanları kavramaya çalışarak. Sonra aniden duruyor. Geri dönüp bağırıyor unuttuğu kızına. Alelacele beni tembihliyor: "Sen devam et Suna; kardeşine bakıp gelirim hemen." diyor. Koşarak gidiyor eve, yanında Rukiye. Yok yok uçuyor; koşmak ne kelime...

Bana bıraktığı sorumluluğun ağırlığıyla elimde çapa; vuruyorum toprağa. Solucana değiyor metal yeri. İkiye bölünüyor. İçim bir tuhaf oluyor. Babam düşüyor aklıma. "O olsaydı alırdı geçen yılki gibi elimden. Kıyamazdı bana. Öperdi, koklardı avuçlarımı; sonra da okuyacak, öğretmen olacak benim küçük kızım; çapa değil tebeşir tutacak elleri diye gururla söylerdi. Yatmasaydı toprakta; eceli gelmeseydi de keşke görebilseydi beni. Gözlerim; büzülmüş, küçülmüş kara iri solucana değiyor. İçim ürperiyor. Annesi düşüyor aklıma. Bana çok kızar mı acaba? Düşünmesem iyi olacak. Yorgun bedenimi dinlendirmek için kavak ağacının altına oturuyorum. Esintiyle hışırdayan otlara dalıp gitmişim. Kulağıma, gittikçe yaklaşan traktör sesi geliyor.

Yanıbaşımızdaki tarlada, başakların yanında duruyor. Gelen komşunun oğlu Haşmet Abi. Askerdeydi ne vakittir. Gelmiş. Traktörden iniyor. Eliyle kirli sarı sakalını sıvazlıyor. Uzun ve sivri, gagayı andıran burnu ince dudaklarının üstünde sonradan yapıştırılmış gibi duruyor. Bizim tarlaya yöneliyor. İnce dudaklarında yana doğru yayıldıkça insanı tedirgin eden sürüngen bir gülüş...

Gülümsemeye benzemeyen. Yabani ot misali dibimde bitiyor.

"N'apıyorsun kız burda tek başına?"
"Bostanı çapalıyorum Haşmet Abi."
"Abi mi? Ne abisi be? Haşmet de Haşmet. Oldu mu fıstık? Anan nerde?" diyerek yanağımdan zorla, koparırcasına makas alıyor. Bir adım geri çekiliyorum. Bakışları, belgeselde gördüğüm sırtlanlara benziyor. Vahşi ve yırtıcı.

"Seher salıncaktan düşmüş de ona gittiydi. Gelesi oldu." 
"Demek gelesi oldu. Ne yapalım, aceleye gelecek o zaman. Tadını çıkaraydık iyiydi."

Sözlerinin ne anlama geldiğini bile kafamda tartamadan çevik bir hamleyle kolumdan tutup kendine doğru asılıyor küçük, cılız bedenimi. Tütün kokan elleri ağzımda. Midem bulanıyor. Kurtulmaya çalışıyorum bu yaba gibi vücuduma batan ellerden. Otlar hışırdıyor. Belki de tıslıyor. Emin olamıyorum.

Tüplü televizyonumuzda gördüğüm yavru ceylanın aslandan kaçışı düşüyor aklıma. Ayaklarım kayıyor toprakta. Can havliyle çırpınıyorum. Gözlerimden yaşlar boşanıyor. Çığlıklarım koskoca tarlada yankılanıp ardından boşluğa düşüyor. Kayalar yuvarlanıyor, bölük pörçük sözler, görüntüler kopuyor imdat arayışlarımın arasında. Yazın gittiğim camideki hocanın anlattığı mucizeler geliyor aklıma.  Hz İbrahim peygamberi, ateşin yakmadığından gül bahçesine çevirdiğinden bahsetmişti. Bir mucize...  Gücüm tükeniyor. Sesim kısık, çatallaşmış. İçimden bağıra bağıra tekrarlıyorum: "Allahım kurtar beni, ne olur kurtar Allahım! Hep uslu dururum. Annemi de hiç üzmem." 

Tıpkı yüreğim gibi çekiştirdiği kolum da acıyor. Hem de çok. Tüm gücümle ısırıyorum ağzımı tutan elini. Parmakları gevşiyor. Öteki eliyle acıyan yerini tutuyor. Kalbimin gümbürtüsünü kulaklarımda duyuyorum. Nefesim sıklaşıyor, ağzım kupkuru. Arkama bakmadan koşuyorum başaklara doğru.

Bacaklarım titriyor. Ayaklarıma dikenler batıyor. Aldırmıyorum. Ensemden bir el tutup çekmesin diye daha da hızlanıyorum. "Ahh! Yandım anaaam" diye bir çığlık duyuyorum. Kısa bir an, arkama dönüp bakıyorum. Haşmet Abi ayakta. Ayağına dolanmış koca kara bir yılan. Sarmaşık gibi. Lekeye benziyor. Çıkmıyor. Günahına sımsıkı yapışmış. Koşuyor, koşuyor, koşuyorum. İçimden Allah'a şükrede şükrede. Nefes nefeseyim. Kırbaç üstüne kırbaç yiyen bir atın tükenmişliği ve yılgınlığı var üstümde.

Annem kapıda bulmuş, yığılmış bedenimi. Gözüm açılıyor neden sonra. Bakıyorum öylece. Kelimeler yapışmış ses tellerime. Çıkmıyor. Seher iyiymiş annemin demesine göre. Ne çare ki ben iyi değilim. Hem de hiç. Ayazda kalmışım sanki; boyuna titriyorum. Geçer diye bekliyorlar. Ama nafile... Hocaya okutuyorlar beni sonraki günlerde. Bir vakit çıkmıyor sesim.

Annem, beni Seher'in başına koyup baş sağlığına gidiyor ertesi gün yandaki eve. Kavak ağacının dibinde bulmuşlar onun morarmış cesedini. "Vah vah!" diyorlar. Haketmişti diyemiyorum. Utancım çörekleniyor dilime. Kafamı önüme eğiyorum. Göz pınarlarım durmaksızın taşıyor. Sırıta sırıta üstü başı toz toprak içinde çıkıp geliverecekmiş gibi hissediyorum bir zaman. Ürkekçe bakınıyorum etrafıma. Dilim, orta okulun sonunda, öğretmen lisesini kazandığım sıralar çözülüyor ancak. Yüreğimi dağlayan bu sırrı o kavak ağacının dibine gömüyorum. Üstünü sıkıca kapatıyorum. Gözlerimi de. Korkularımız hortluyor ikimizin de.

Yeter'i görüyorum şimdi kavak ağacının dibinde. Elleri toz toprak içinde. Uzamış tırnaklarının arası kirle kaplı. Lakin yüreği de bedeni de tertemiz.

Ellerim kafasındaki yılgın başakların arasında geziniyor çaresizce. Göz bebekleri büyümüş. Korkmuş. Anlamsızca uzaklara bakıyor. Karşımda geçmişin hayaleti ve onun bacağına dolanmış kara, koca bir yılan. Sırıta sırıta bize doğru yürüyor sapkın hortlak. Yeter ağlıyor, ben ağlıyorum. 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi