ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 07-10-2022 16:20

Ruhta Kalan İzler

Yazan: D. Sare Nur - RUHTA KALAN İZLER

Ruhta Kalan İzler

RUHTA KALAN İZLER

"Yaşanmışlığın ince sırları yokladı durdu beni hep. İtilmişliğin, kenara koyulmuşluğun, hep kenarda bırakılmışlığın ince sızısını hissettim. Ruhumun labirentlerinde kendimi kaybetmedim. Sonsuzluğun boşluğunda derinlerde yitmedim. Spiral manevralarla yükseklikten düşmedim. Ama hep kenarda kaldım işte."

Bir yanda söğüt ağacı, öbür yanda kavakların sıralandığı yeşil bahçede, kamelyada oturuyordu. Üzerinde, yaşanmışlığını yansıtan gri bir gömlek, altında alelade gibi duran lacivert bir pantolon vardı. Beyaz saçları, titreşen elleri ve hep suluymuş gibi duran gözleriyle kendini izleyenlerden kaçmak ister gibi bir hali vardı. Kendi içinde, hep kendine koşan - belki de buna mecbur bırakılan- düşünceleri, onu bir türlü rahat bırakmıyordu. Yakındaki okulun giriş zili çalmış, öğrenciler içeriye girmişti. Bu sessizlikte yeniden düşüncelere daldığını fark etmedi bile. 

"Bu hâlin sadece bana has olmadığını düşündüğümden olsa gerek aynı incinmişliği, ruh törpüsünü başka hiç kimse yaşamasın istedim. Herkes birileri için gerçekten önemli olduğunu, - velev ki hayatında bir kez dahi olsa- hissetsin. Sığındığı limandan kovulmasın, derdini anlatmadan ağzına tıkılan dertleri dinlensin, içini boşaltacağı bir dostunun varlığı onu rahatlatsın diye çok çabaladım. Kimse bunu bana yapmasa da ben yapayım ve bu incinmişliği başka gönüllerde görmeyeyim, dedim durdum hep. Yarası olanın pansumanına koşan bir doktor hassasiyetiyle yarası temizlensin, ona iyi gelecek ilacı sürülsün, sevgiyle, şefkatle sarılsın, mutlu bir tebessümle gönderilsin diye çok uğraştım. Ama gördüm ki belki de hayatımın travmasını yaşadığım bir derdimi, basit bir şekilde sadece anlatmak için başvurduğum, dost bildiğim insanın kapısının yüzüme örtülmesi üzerine ayrılmak zorunda kaldım. Gördüm ki değişen hiçbir şey yok. Gittiğim hiçbir yer, ulaşabildiğim hiçbir insan, kapısını çalmaya cesaret edeceğim hiçbir yürek yok. Ben varoluşun sıkıntılarını kendi içimde yaşamaya, kendimle aşmaya hüküm giymişim. Yokluğun mührünü her insanın bizzat kendinde görmeye, yaşamaya ve belki de yazmaya terk edilmişim. Bu bir lanet gibi bir şey… Taze dökülmüş betonun içinde unutulan ve hiçbir yere gidemeyen bir bekleyişin sancıları gibi… Gözümü kapatıp binlerce hayalin peşinden koşsam da, herşey güzel olacak yalanıyla yapmacık bir gülümseme kondursam da yanağıma, gözlerimi açtığımda aynı korkunç yerde durduğumu görmemin çıldırtıcı gerçeği.. Ardından sökün eden gözyaşları ve kaosa gidecek binlerce yola sapan sorular, soru işaretleri... Değer miydi?

Hayatın kılcalları yaşamak için bile yeterince ağır. İnsaniyet yükü, bir şeylerin yoluna girdiğini görmek için değil belki. O anda, kadim gerçeğin peşinden koşabiliyor musun, onun imtihanı. Dertlere küsmek çözüm değil, bunu biliyorum. Ama derdini dert sahibinden, derdi verenden başkasına  anlatmak da çözüm değilmiş, bunu yeni öğreniyorum. Ağaran saçlarım, ilerleyen yaşım, daha kimbilir neleri görecek, neleri yaşanmışlık zincirine takacak bilmiyorum. Hepsi birer çentik atıyor işte yüreğime. Kader mahkumunun hapishane duvarlarına attığı çentikler gibi.. Her şey, bir şey öğretiyor, doğru. Her yaşanan, Allah’tan mektup.. Açarsın, okursun, dersini alırsın ve diğer mektubun gelmesini beklersin. Başka gün yine bir şey olur, gönül telin titreşir, duran suya bir yaprak düşer, halelenen yollardan bir yere ulaşırsın. Yeni mektup kucağına düşer. Allah verdiği derde şifasını da verir, amenna… Ama dost bilinenlerin fonksiyonu ne o zaman? Ben bir dostuma, dost bildiğime de gönül penceremi açamayacaksam, dilenen insana “Allah versin” diyenden farkları kalır mı? Aslında tüm bunlar benim suçum. Bir büyüğümden dinlediğim, “Herkes sana derdini açacak, herkesi dinleyecek, derdine derman yetiştireceksin. Ama sen derdini sadece Allaha anlatacaksın.” sözüne uymadığım için oluyor bunlar. İnsanlara hükmedemem sonuçta. Sadece çabalarım, elimden geleni ortaya dökerim. Eğer böyle yapmazsam da durumum ortada.

Yaşam biraz da bu çabanın kendi değil mi? Beklentilerin yolundan koşarken, içindeki Allah’a giden yollardan döndüğünün ve yediğin/yiyeceğin tokadın ruhunda bıraktığı iz..."

Ürperen bedeni, onu düşüncelerinden kendine getirdi. Güz mevsimiydi. Artık hava çok soğuk olmasa da, çok sıcak da değildi. İçeriye gireyim diye düşündü. Yorgunlukla sadalyesinden kalktı ve yürüdü. Onunla birlikte düşünceleri de ardınca yürürken, geride söğüdün rüzgârla sallanan ince dalları ve düşüncelerinin zehrini akıttığı ona mahsus mekânı kaldı…

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi