ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 05-01-2024 20:02

Neleri Özlemişti ki Ama... / Hamdi Tabanlı

Yazan: Hamdi Tabanlı -NELERİ ÖZLEMEMİŞTİ Kİ AMA...

Neleri Özlemişti ki Ama... / Hamdi Tabanlı

NELERİ ÖZLEMEMİŞTİ Kİ AMA...

Henüz, daha ana kuzusuydu. İlkokulu bitirip şehire okumaya gönderilmişti. Okuma da neymiş? Ne onu bilirdi, ne de bir şehir tecrübesi vardı. Şehire ara sıra gider, dedesinin evinde bir kaç gün kalıp tekrar köyüne geri dönerdi.

Atmışlı yılların ortasıydı, âilesinden ve özellikle annesinden ayrılıp şehre okumaya gittiğinde, geride bıraktığı her şey birbir gözünün önüne geldiğinde yüreği yanar, içi bir tuhaf olurdu. Kerpiç yapılar, ak toprak ve kireç sıva kokuları, gölgelerde kalmış nemli topraklar, hep burnunda tüterdi. Ağıllardaki, ahırlardaki tezek ve mayıs kokuları bile onun için bir özlemdi. Hatta,hep kaçmak, yakalanmamak için uzak durduğu samanların o ince tozunu bile arar olmuştu.

Okul tatillerinde ancak varabildiği köyü, artık ondan gitgide uzaklaşıyor ve kopuyordu. Günler, aylar birbir geride kalırken o da yaş ve beden olarak büyüyüp gidiyordu. Artık şehrin bir çok şeyine alışmış, bir kısım arkadaşda edinmişti.  Hayatın kendisini mecbur ettiği yaşama ayak uydurmaya başlamış geleceğini de düşünür olmuştu.

Yıllar geçse de, koca adam olsa da, onun köy ve köydeki hayat özlemi hiç gitmemişti benliğinden. O hep birgün köyüne geri dönebileceğini, yine o tabii hayatın yarım kalan yaşamını devam ettireceği umudunu hiç yitirmemişti. Dediği ve düşündüğü gibi de oldu. Nitekim, hayat onu ellili yaşlarda tekrar köyüyle buluşturdu.

Hayalleri vardı.  Onları gerçekleştirerek, içinde kalan o uhdeye kavuşacaktı. Tarlalarda ekim yapacak, inekler,koyunlar alarak onlarla vakit geçirecek, buzağıların, kuzuların zıpzıp hoplaşıp, böğürüşlerini, meleyişlerini izleyip dinleyecek, dinlenecekti. Hatta, imkan ve yer bulursa, arka avluya bir sıpalı eşek koyarak onların külün içerisinde ağnanışlarını ve anırmalarını seyredecekti.

Hayalleri geniş, tutkuları da, bir çok köy çocuğu gibi, hep özlem taşıyordu. Şimdi, imkanı ve zamanıda vardı. Ne zaman ve nereden başlıyacağını düşünüyor, babası ile istişareler yapıyordu. Babası onu dinlerken ara sıra bıyık altından tebessüm etse de, onun moralini bozmak istemiyor; “Hele, ucundan kıyısından bir başla bakalım neden olmasın, olur inşallah” diyordu.

Alışılageldiği gibi, sığırı olan âileler her sabah  köy meydanına hayvanlarını götürüp yaylıma çıkartması için çobana teslim ederler, çoban da, tüm köyün sığırlarını akşama kadar merâda, yaylaklarda güdüp, sonra teslim aldığı noktaya getirerek köye salıverirdi.

Aradan bir müddet geçmişti. Günün birinde, bir sabah, babasının ahırındaki inekleri sığıra götürüp katma vazifesini gönüllü yüklenmişti. Üzerinde beyaz bir gömlekle beyaz bir pantalon, ayağında ise yazlık bir spor ayakkabı ve elinde ince yaş bir söğüt dalı vardı. Önüne toplanan hayvanları gâyet yakın bir mesâfeden ohalayarak sürüp götürüyordu. Bir kaç yüz metre ancak gitmişlerdi ki, hemen önündeki inek âniden dışkısını sert zemin üzerine indiriverdi. Olan olmuş yere düşen tâze ve tabii gübreler parçalar halinde bembeyaz pantalonuna sıvanıvermişti.

Ama o! Kızmadı, kızamadı. İçinden kahkaha atmak bile geldi ama tatlı bir tebessümle yetindi. Babasını ve babasının lafını hatırladı. Onun bıyık altından gösterdiği tebessümü aklına geldi. Zirâ babası ona! anlattıklarını dinledikçe; “Yok oğlum, senin inekler s.......maz bile” diye espiri yapmıştı. Daha güzel ve farklı espirilerde yapmış, nasihatlar etmişti ama, o an yaşanmadan, onu anlayan kimdi.

Sığırları teslim edip geri eve döndüğünde, onun pantalonunun hâlini gören babası haklı olarak kahkahayı basmış, karşılıklı gözleri yaşarasıya kadar gülüşüp şakalaşmışlardı.  

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi