ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 19-05-2023 17:47

Kahvenin Piri / Ezgi Yaz

Yazan: Ezgi Yaz - KAHVENİN PİRİ

Kahvenin Piri / Ezgi Yaz

KAHVENİN PİRİ

Onu yanıltan, gönlündeki sahte ışıktı. Gün görmemiş, uydurulmuş bir dünyanın hüsranla sonlanacak yazgısının suçlusu, kabul etmese de kendisiydi. Sancılı, buhranlı, sızılı bu ruh âleminden firar etme cesareti olmadı hiç. Müphem bir hayaldi, gelecek… Ama o beklentilerine aldanarak hiçbir zaman var olmayacak şeylere yordu belirsizliği… Güneş bir an sisli puslu geleceği aydınlattı elbet, peki o zaman ne oldu? Başa mı dönmeliydi yoksa son mu vermeliydi?

O kendi ömrünü adi bir porselen fincanda içti, on altı yaşında masum bir genç kızken. Kanının cehennem sıcaklığıyla kaynadığı çağda, merak meltemleriyle kendinden geçerek; azar azar, yudum yudum içti Türk kahvesini… Hayata benziyordu kahve macerası… İlk başta kahvenin hoşa giden kokusu, fincanın dibine tüneyen acı telvenin varlığını unutturur, içtikçe keyif dalgalarıyla baş döndürür, son yudumlarda da gerçek yüzünü gösterirdi… Kurtuluş ise kahve telvelerinin gizemli şehrine atılacak adımlar olurdu…

Ters çevirdi fincanını, falını kapattı. Gözlerini yumup “Kahvenin piri kalbime gir, kalbimden çık, fincana gir,” dedi. Gözleri yukarıya, sol tarafa kaydı ve düzeldi saniyeler içinde. Dudaklarında muzip bir gülücük belirdi. Bir anda düşüncelerin karanlığı düştü, parlak yüzüne.

Esrarlı güçleri olduğu dilden dile dolaşan falcı, assolist edasıyla genç kızın karşısına oturdu. Hiçbir şey söylemediler birbirlerine. Yanakları pembeleşti genç kızın, suç işlemişçesine öne eğdi başını ve falcıdan kaçırdığı gözlerini merakla fincanına, istikbaline dikti.

Falcı kadın, genç kızı incelemeye başladı. Temiz yürekli birine benziyordu kız. Küllü kumral saçları beline dökülmüş; upuzun kirpikleri elmacık kemiklerini gölgelemişti. Orta hâlden daha kötü bir gelire mensup olduğu belliydi. Kim bilir nasıl bulmuştu fala verecek parayı. Boğazından kesmiş ya da kaleminden, kitabından artırmıştı… Uzun, yıllar kadar süren bir boşluktan sonra falcı, fincanı açtı; başladı konuşmaya:

“Sen birini düşünüyorsun. Uzun boylu, beyaz tenli, renkli gözlü, yakışıklı bir delikanlı. Onun da sende gönlü var. Bak gör, siz evleneceksiniz. İlk çocuğunuz kız olacak, ardından da bir oğlunuz. Yıldızınız tutuyor, size ayrılık yok. İkinizin geleceği parlak. Bu oğlan bahriyeliye benziyor. Açılmamış daha sana. İki vade var, sabret… Çok dert ediyorsun, sakın! Atın şahlanacak, muradına ereceksin…”

Genç kızın göz bebekleri kocaman oldu falını dinlerken. Heyecanlandı aklından bir an olsun çıkmayan delikanlı falcının dilinden dökülüverince. “Doğru söylüyor vallahi, bahriyeli olduğunu da bildi,” dedi içinden… Kimseciklerle paylaşamadığı biriktirdikleriyle boğulacakken ferahladı, gözlerinin içi güldü, yaprak yaprak açıldı gönlünün solan tomurcukları… Falcı, zafer kazanan bir hükümdarmışçasına, avucunu açarak elini uzattı kıza: “Elli lira vereceksin,” dedi.

Para vereceğini sevinçten unutmuştu Mine. Mahcubane, hatasını anladı, hemen elli lirasını uzattı, o nur yüzlü falcı hanımefendiye…

O günden sonra hayat Mine için ışıl ışıl, pırıl pırıl bir seraptı… O yakışıklı gençle, Levent’le evlenecek; iki çocukları olacaktı. Hülyalarını süsleyen hisler yeterken saadete, gerçekler ayaklarını nasıl da yerden kesecekti… İyi ki de falına baktırmıştı. Yoksa buhranlı hummalara teslim bir mücrim olup yenik düşerdi.

Bahriyeli Levent ile aynı mahallede oturuyorlardı. Onu ilk kez komşuları Nermin Hanım teyzesinde görüp sevmişti. İlk bakışta tuhaf bir ruh hâline bürünmüş, kıpkırmızı kesilmiş, yutkunamamış, sol yanını parçalayan darbelerle titremişti. Yıldırım aşkına teslim olmuş, annesi ile Nermin teyzesi duygularını sezecek diye ödü kopmuştu.

Levent yirmi iki yaşında, Deniz Harp Okulu’nu yeni bitirmiş, kibar, kültürlü, efendi, bekâr bir gençti. Evine ayda yılda bir gelirdi. Malum, denizciydi o. Nermin Hanım’ın biricik evladı. Ana oğul pek düşkünlerdi birbirlerine… Nermin Hanım, saygıda kusur etmeyen oğulcuğunun peşinde koşan yedi mahalle kızlarından haberdardı. Oğulcuğuna nazar değer diye hiç kimseye anlatmazdı onu; en yakın arkadaşına, Mine’nin annesi Hale’ye bile…

Mine ise on altısını sürüyordu Levent’le tanıştıkları zaman. Fen Lisesi’nde okuyordu. Okulunun en iyi öğrencisiydi. Öğretmenleri ondan çok iyi bir gelecek bekliyordu. Ümitliydiler. Yaşına göre olgun, temiz kalpli bir kızdı. Saygılı, sevgi dolu, biraz da içine kapanık... Ketumdu ser verir sır vermezdi.

Gel zaman git zaman Mine, karşılıksız aşkla tutuştukça, kavrulmaya devam ediyordu. O, dört yıl önce baktırdığı falda görünen mutlu sonu kurguladıkça, tutkuyla bağlanıyordu geleceğine, Bahriyelisine… Artık üniversiteliydi. Evine iki ayda bir gidiyordu. Levent ona henüz açılmamış olsa da o hislerinin karşılıklı olduğuna inanıyordu.

Üniversite üçüncü sınıfı da birincilikle bitirmişti Mine. Evine dönecekti. Başarı umurunda bile değildi. Eve dönünce Levent’le karşılaşma ihtimali artacak diye seviniyordu. “Levent derslerimden geri kalmamı istemediği için açılmıyor bana,” diyerek avutuyordu kendini. Ne yazık ki Mine Levent’in kendisini kardeşçe sevdiğini görememişti. İnanmak istediğini görüyordu sahte ışıklarla aydınlanan dünyasında… Güneş doğacaktı ancak müphem olasılık, Mine’den yana değildi, çok yazık…

Mine’nin olup bitenden habersiz eve geldiği günlerden birinde annesi müjdelercesine;

“Levent ağabeyini tebrik etmeye git yavrum, iki hafta evvel evlendi, düğünü yaza. Eh artık darısı başına,” dedi.

Yüzü kireç beyazı oldu Mine’nin... Dondu kaldı… Ağlamayı bile beceremedi. “Falcı, evlilik… Hani onun da gönlü vardı? Hani yıldızlarımız tutuyordu,” diye geçirdi gönlünden, beyninden…

“Lanet falcı!” diye haykırdı içinden… Evden çıktı. Kahve telveleri gibi bilmediği sularda kaybolmak istedi. Yapamadı. Falcıya gitti… Türk kahvesi içti… “Kahvenin piri, kalbime gir, kalbimden çık, fincana gir,” diyerek fal kapattı.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi