ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 18-09-2022 19:42

Hedef Tahtası

Yazan: Elmas Tunç - HEDEF TAHTASI

Hedef Tahtası

HEDER TAHTASI

"Gez, göz, arpacık bir ayarda oldu mu korkma karı. Evelallah Nişancı Arif'in ıskaladığı görülmüş şey değildir!" 

Kocam olacak ayarsız herif, zaman zaman yaptığı gibi beni hedef tahtasına oturtup namluyu kafamdaki elmaya doğrulttuğu vakit kekeleye kekeleye kelimeişehadet getirirdim. Gözümün önünden film şeridi gibi akıp giderdi ömürcağızım.

Günümden gün, ömrümden ömür giderdi. Tere batardım. Kaçmak da bir seçenekti elbet. Fakat ben de annem gibi tüm seçenekleri tükettiğimden olsa gerek öğrenilmiş çaresizliği dibini sıyıra sıyıra yaşardım. Kaderden nasıl kaçılır gerçekten bilmezdim. Ta ki o güne dek...

Dikenli tel döşenmiş yüksek duvarları aşmak benim harcım değil diye düşünürdüm. Harç demişken garip anam da bencileyin karılmış kader harcını, tuğlaları arasına sürenlere, "Ellemeyin, yakmayın gençliğimi" diyemediğinden, önce çocuk gelin olmuştu. Sonra da çocuklarını doğurmuştu çocuk denilecek yaşta. Bu da yetmezmiş gibi üstüne atılan iftiranın pisliği çıkmadığından hedefe oturttuğu anacığımın pirüpak namusunu canını alarak temizlemişti  güya, babam olacak katil. Biz dört kardeş, kâh babaanne elinde, kâh halaların evinde "kaşık düşmanı" olarak itile kakıla büyüdük. En büyük ablam Cemre, dünürcülerin "he" cevabını alıp gittiği gece herkes uykudayken Akarçay'ın buz gibi sularına bırakmıştı cılız bedenini. Bahtsız ablamı, gün ağarıp her yerde aradığımız sırada, kara haberi, köyün çobanından almıştık. Derdi her ne ise belli ki önce içine atmıştı. Muhtemeldir, taşıyamamış olacak ki o dertle beraber bedenini de atıvermişti herkesten gizli ölüm çağlayan sulara. Yaşlılar için beklediğimiz sıralı ölüm, sırasını savmış gibi gençlerin başında, ocağımızda akbaba misali dolanır olmuştu. Babaannem: "Azrail her kapıdan muhakkak girer." derdi. Sıkı sıkı kitlerdim kapıları çocuk aklımla. Annemden sonra ablamı kaybetmek...

Bağrıma asit dökmüşlerdi sanki. Kör olaydım da ablamı görmeyeydim keşke o hâlde. O incecik kız hem nasıl şişmiş, hem nasıl mosmor olmuştu. Ah kadersizim! Neler demediler ki arkasından. Gizli gizli sevdiği biri varmış güya. Oynaşmış oynaşmış da almamış. Yalan, külliyen yalan! Velhasıl, kemirdikçe kemirdi etini köyün leş kargaları.

Kemirdikçe semirdiler, semirdikçe gıybeti tabak tabak tükettiler. Yeni kurban lazımdı kan emicilere. Nihayet muratlarına erdiler. Heder tahtasına beni oturtup linçlediler de linçlediler. Taşı en günahsız olanın atmasını beklerken namussuzun, şerefsizin birinin diliyle şerefimi lekelediler. Tek suçum, arkadaşımın sevdiğiyle arasında posta güvercini olmaktı.

"Ah kafasız Hatçe! Sana neydi elin mektubundan! Kendini çaya atacakmış. İsterse cehennem çukuruna düşsün. Sana ne? Meryem iyi oldu. Ömer'le sen kötü oldun. Kime verirlerse versinler. Adam olaydı da kaçıraydı kızı. Mektubu verdin de ne değişti sanki."

Böyle söylene söylene pişmanlık tokacında kendimi günde beş vakit dövüyordum. Elin ağzı torba değildi ki büzesin. İşte halalarım da köyde başı dik gezemeyince çareyi, kafayı avla bozmuş bu deliyle beni baş göz etmekte buldular. Yangından mal kaçırır gibi bir ay içinde nişan, düğün yapıp bu av köpeğinin önüne küçücük cüssemi canlı canlı attılar.

Kafamın içinden bunlar geçedursun, üstünden bir anda vızıldayarak seken mermi, elmayı yere düşürmüştü. Düşürmüştü düşürmesine ya azıcık aklımı da alıp götürmüştü. Gök gürlesin yahut bir nesne yere düşsün, hemen beni bir ter basıyor, bir titreme sarıyordu ki sormayın gitsin. Sara nöbeti yanında halt etmiş. Sinirlerim harap olduğundan bir söz, bir gürültü karşısında kendimi çabucak kaybediyor, ne yaptığımı hatırlayamıyordum. Uyku desen kim kaybetmiş ki ben bulacaktım. İçimin geçtiği nadir zamanlarda bir kuyunun dibinde buluyordum kendimi. Başımda da kanlı bir elma.

Bizim deli, nişanı doğrultmuş bana ateş edeceği sırada, silah anlamadığım şekilde benim elimde patlıyor ve yüzüme kan sıçrıyordu bir anda. Dokuz yaşındaki oğlum Yusuf çok korkuyor, ağlıyor, tepiniyordu. Çığlık çığlığa bağırırken buluyordum her kâbusun sonunda kendimi. Ağlaya ağlaya Satı Nine'ye gittim. Kötü rüya anlatılmaz derler ya ben dayanamadım.  Sık sık gördüğümden anlatıp tabirini öğrenmek istedim.  Dinledikten sonra buruşuk yüzü daha da buruştu ihtiyar kadının.

Aydınlık simasında güneş tutuldu.  "Kan rüyayı bozar yavrum. Hayra yor ki hayrolsun. Suya anlat, rahatla." diyerek gönderdi yanından. Dediğini yaptım, rahatlamak bir yana mengenede burarcasına daha da sıkıldı içim. Sonra... Sonrası yoktu bende. Hatırıma gelenler, cinnet denen yıkılmış köprünün ucunda asılı kalmıştı âdeta. 

Ne söylenen sözleri algılayabiliyordum şimdi ne de nerede uyandığımın farkına varabiliyordum. Kafamın içi kopkoyu bir sisle kaplıydı. Kuyunun üstünden seslenir gibilerdi:
"Allah kurtarsın!"
"Suçun ne?"
"Geçer geçer, merak etme!"

Geçen neydi? Benim burada ne işim vardı? Yusufum, kuzum korkardı ben olmadan. Derken büyük kapı azametli bir gürültüyle açıldı. Cehennem zebanisini andıran iri bir gövdeden tok ve gür bir ses yayıldı etrafa:

"Hacer Tahta! Ziyaretçin var!"
İrkildim. Kuyunun ağzı açıldı. Satı Nine karşımdaydı. Meğer söylememiş rüyamın tabirini gerçekleşmesin diye. Sisler ağır ağır dağılıyordu kafamdan. Ellerim kan içindeydi. Elma, Arif'in ağzının içindeydi.

Kurşunsa elmanın içindeydi. "Orospu" diyordu, ölmüş anama, bacıma fütursuzca saydırıyordu. Nevrim dönüyor. Sonrası karanlıktı... Satı Nine'nin sözleri kafamda tekrarlıyordu: "Ağır tahrik var dersen çıkarırlar kızım, bizim Rüstem'i de çok yatırmadılar, çıkardılardı."  Yusufum,   garip kuşum! Kanlı kuyunun dibinde hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi