ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 25-08-2022 04:04   Güncelleme : 25-08-2022 04:12

Dedemin Türküsü

Yazan: Betül Eren - DEDEMİN TÜRKÜSÜ

Dedemin Türküsü

DEDEMİN TÜRKÜSÜ 

                Mahmut Şevket'in anısına, saygıyla...

Sıcak yaz günlerinin ortalığı yakan neşesi herkese bulaşmıştı. Uzun ve soğuk geçen kıştan sonra gelen yaz mevsimi ile sokakları dolduranlar sanki bir başka yürüyorlardı sokaklarda ve görünmez bir müzik onlara eşlik ediyordu. Adımlarını dans eder gibi mutlu mutlu atıyorlardı. Betül, o günü sadece evini düzenlemeye ayırmıştı. Oda kapısının hemen  dışında duran eski dolabının üzerindekileri düzenlerken birdenbire karşısına çıkmıştı o eski daktilo. Yıllardır el değmeden öylece kalakalmıştı bir köşede. Unutulmanın verdiği mahzunluk dört bir yanını kaplamıştı. Konuşmak isteyip de konuşamayan derdini dökemeyen insanlar gibi öylece bakıyordu etrafına. Genç kız, önce yıpranmış kutusunun üzerindeki tozları özenle temizlemişti. Eski daktilo silinip tozları alındıkça ışıl ışıl parlamaya başlamıştı. Daktilo canlıymış gibi geliyordu ona. Bir yandan temizlerken içinden de dedesiyle konuşmaya başlamıştı: 

“Dedem, benim hiç tanıyamadığım ama sevgisini ve elini hep üzerimde hissettiğim dedem, ne kadar da ileri görüşlü bir adammışsın. O yıllarda ilden ile ilköğretim müfettişi olarak gezerken yazılarını, raporlarını hep bununla yazmışsın. Kim bilir  belki de neredeyse yüz yılı devirmiş bir daktilo bu. Çocukken kuzenlerimle birlikte nasıl da oynamak isterdik onunla. Babam her defasında bizlere, “Bir gün sizin olacak zaten, ama şimdi oynamanız için veremem, benim için çok değerli…” derdi. Her bir tarafı özenle temizlenen daktilo, tozlardan arınmış ve sanki sessizce kapağının açılması için çağırıyor gibiydi. 

Yavaşça o eski daktilonun kapağını açtığında, birden ortalık aydınlandı ve ortalığı masmavi bir duman kaplamaya başladı. Betül, o dumanla beraber odadan çıktığını, bambaşka bir diyara doğru sürüklendiğini hissetti. Kendisini bu olağanüstü duruma bıraktı. Gözlerini hafifçe aralayarak etrafını süzmeye başladığında, yazın bile zirvesinde karların taht kurduğu bir şehre doğru gittiklerini fark etmişti. Duman nihayet durmuştu.

Tepede, önünde verimli bir ovanın uzandığı taş bir evin terasında hafifleyerek açılmaya başladı ve genç kızı oracığa bıraktı. Betül yavaşça gözlerini açtı ve kendisine yabancı olan bu ortamı tanımaya çalıştı. Terasın bir ucunda taş sedirin üzerine oturmuş orta yaşlı bir adam dikkatini çekti. Uzun boylu, heybetli ve gölgesi bile ağır denecek bu adam, açık renk takım elbisesi, cebinde mendili, cilalı pabuçları ve elinde bastonuyla öylece duruyordu karşısında. 
Gözlerime inanamıyordu. Bu gördükleri kendisine zihninin bir oyunu muydu yoksa gerçekten yaşıyor muydu bu anları? Saçları hafifçe dökülmüş, kır saçlı, gözlüklerinin arkasından zeka pırıltıları fışkıran keskin bakışlı adam, bir ayağını karşısındaki taşa dayayarak yavaş yavaş ayağa kalkmıştı.

Karşısında uzanan ovaya doğru, davudi sesiyle öyle bir türkü tutturmuştu ki... Yüreğinden kopup gelen kelimeler ve nağmeler, ovaya doğru giderken daha da güçleniyordu. Bilmediği, tanımadığı bu tepenin üzerinden gördüğü ova, olanca güzelliğiyle resimlenmek üzere bir ressamı beklerken, içinin acısı ses tellerinden dışarı doğru taşan adam, çevresindekileri fark etmeden yanık sesiyle türküsüne devam ediyordu. Türkünün sonlarına doğru sesindeki ağlama tınılarını çevredeki kuşlar, ağaçlar ve hatta gökyüzü bile duymaya başlamıştı. Ağır ağır az önce ayağını dayadığı taşın üzerine çökercesine oturdu ve ellerini yüzüne kapatarak bir çocuk gibi hıçkırarak ağlamaya başladı. Hançeresinden son çığlık yükselirken ovaya sanki bir sis çökmüştü. Puslu bir akşamüstü, bulunduğu yerden kalkıp ağır ağır kalkıp evi sarmaya gelirken, ellerini başına götüren adam,  sonrasında görmeyen gözleriyle genç kızın olduğu tarafa doğru bakmaya başladı. 

Betül, “Bu adam da kim ve ben onu nereden tanıyorum? Neden bu kadar üzgün, neden bir çocuk gibi ağladı?” diye düşünürken, adam elini kaldırarak onu  yanına çağırdı: 

“Gel çocuk, yanıma gel…”

Betül, çekinerek yanına doğru yaklaştı. O kara gözlerinden yayılan şefkat sarıp sarmaladı onu. “Bu adam beni tanıyor galiba. Ama ben? Ben onu nereden tanıyorum?”

“Gel, çekinme, gel… Beni tanıyamadın değil mi? Oysa; ben seni o kadar iyi tanıyorum ki. Dedenim ben. Mahmut Şevket Deden.”

“Ama bu nasıl olur? Ben sizi daha önce hiç görmemiştim. Sadece resimlerinizi biliyorum. Hem burası da neresi?”

“Burası Kayseri. Bu ev de benim Talas’taki evim. Senin de ata evin. Bilemezsin bugünü nasıl sabırsızlıkla beklemiştim. Bir gün gelecektin ve o daktiloyu açarak, beni serbest bırakacaktın. Emindim bundan.”

“Yani tüm bunlara benim daktiloyu açmam mı sebep oldu?”

“Evet, elbette.”

“Neden ağlıyordunuz? O nasıl bir türküydü öyle? O müziği dinlerken bambaşka duygulara kapıldım. Sanki o türküde geçen olayları bire bir ben de yaşamış gibi hissettim.”

“O, benim türküm. Sana anlatmamı ister misin? Kendimi tanıtmamı?”

“Hiç istemez olur muyum? Anlatır mısınız bana kendinizi, yaşadıklarınızı, her şeyi…”

“Gel çocuk gel, ben sana ailemi, memleketimi ve türkümü anlatayım. Sen de o türküyü senden sonra gelen nesillere aktar ki unutulmasın, bizim türkümüz, aileden kalan türkü olsun.”

Yaşlı adam bunları söyledikten sonra, ovaya karşı akşam hafif hafif çökerken zaman zaman çatallaşan sesiyle öyküsünü torunuyla paylaşmaya başlamıştı:

“Biz, savaş yıllarında Rus istilası ile birlikte hep memleketimizi terk ederek Anadolu’nun içlerine doğru gelmek zorunda kalmış büyük bir aileydik. Kars’tan, Ardahan’dan başlayan yolculuğumuz önce Karaköse’ye sonrasında da Erzurum’a kadar uzanmıştı. Kalabalık bir ailem vardı benim. Dokuz kardeştik. Bir tek kız kardeşim vardı dünya güzeli bir kız. Adı Aysel. Diğerleri hep erkek. Bir kardeşim Osmanlı subayıydı. Bir ağabeyim vardı, henüz yirmi günlük evliyken askere gitmiş ve bir daha geri gelememiş. Adı Nazım. Babana onun adını verdim ben. Yeniden düşman gelecek olunca orayı da terk etmemiz gerekti ama babam, ‘Oğul, ben artık çok yaşlıyım. Kim bana ne yapacak ki sizlerle gelmeyeyim, burayı bırakmam, ama sen ananı, kardeşlerini toparla, hepiniz gidin, olaylar durulunca geri dönersiniz,’ dedi.”

Gözleri dolu dolu olmuştu orta yaşlı adamın. Tüm bunları  bana anlatırken sanki tekrar o yıllara gitmiş ve o günleri yeniden yaşıyormuş gibiydi. 

“Üzüldünüz ve yoruldunuz isterseniz bırakalım…” dedim ama sanki oralarda değilmiş gibi...

“Yok, yok… Benim bunu sana anlatmam gerek. Aileni bil çocuk ve sen yaz bunları olur mu? Anlat, beni de…”

“Resimlerinizden gördüğüm kadarıyla o kadar güzel elleriniz var ki tüm çocuklarınıza hatta torunlarınıza da geçmiş ellerinizin güzelliği. Kalem gibi muntazam parmakları olan, kavrayıcı, güçlü ve sıcak..” 

Mahmut Şevket, hafifçe gülümsedi ve elini torununun elinin üzerine koyarak anlattıklarına devam etmeye başladı: 

“Babamın sözleri üzerine gecikmeden yola çıkmıştık. Tam yarı yola gelmiştik ki subay olan ağabeyim de bize katılmıştı. O sırada birden içime dayanılmaz bir sıkıntı düşmüştü. Anamı ve diğer kardeşlerimi köye bıraktıktan sonra ağabeyimle birlikte geri döndüğümüzde, babamı ağır yaralı olarak evin kapısında bulmuştuk. Düşman çoktan talan etmişti her yeri. Onu alarak geri döndük ama babam aldığı yaralardan sonra ne yazık ki çok yaşayamadı. O yıllarda tüm Anadolu göçler ve parçalanan aileler  nedeniyle perişandı zaten. Ben de ailemle helalleşip  onları köyde bırakarak, düşmanla savaşmak üzere yeniden yola koyulmuştum. Nereden bilebilirdim ki bu onları son görüşüm olacak ve o kocaman ailem bir daha hiçbir zaman bir araya gelemeyecekti. Aylar sonra tekrar onları aramaya geri döndüğümde hiç birinden iz bulamadım. Bir İhsan Ağabeyim, bir de ben sağ kalmıştık. İçimizin ve kaybettiğimiz ailemizin acısını içime gömmüş, düşmanla savaşa devam etmek için yeniden yola koyulmuştum. Vatanımızı düşmanlardan kurtarmak isterken ben de çok ciddi yaralar almıştım. Hastaneye yatırmışlardı beni. Düşmanın yeniden geleceğini duymuştuk. Arkadaşlarıma ‘Beni bırakın, siz kaçın kendinizi kurtarın,’ dediysem de beni orada yalnız bırakmadılar ve kaçarken beni de yanlarına aldılar. Eğer yaşadıysam, o iki arkadaşımın sayesindedir. Bilir misin kızım, arkadaş ne kadar önemlidir. Her zaman arkadaşını iyi seç, daima. senin yanında, sana yoldaş olacak kimseler olsun.” 

Hava iyiden iyiye kararmaya başlamıştı. Evden uzun boylu, yumuşacık  bakışları olan orta yaşlı bir kadın çıkmıştı. “Şevket Bey, yorgunluğunu alsın, size kahve getirdim,” dedi.

 Genç kız, heyecan ve merakla gelen kadına bakmaya başlamıştı. Mahmut Şevket ona gülümseyerek fincanı elinden aldı. 

“Haydi iç bakalım, bak babaannen kahve getirdi bize. Otur Fatma Hanım, otur sen de, bak torunumuz Betül… Yıllar sonrasından bize geldi.”

Orta yaşlı adam, kahvesini içtikten sonra yeniden anlatmaya başlamıştı. Sanki çok acelesi varmış ve hiç vakti kalmamış gibiydi.

“Ben, Kayseri’ ye gelmiş ve öğretmenliğe başlamıştım. Burası yabancı bir şehirdi, kimsem yok, hiçbir yakınım yoktu. Burayı yeni evim belledim aile kurdum, yerleştim ve mesleğime devam ettim. Bir gün Bayburtlu Zihni’nin hayatını okurken, onun da benim gibi bir yaşantısını olduğunu, tüm sevdiklerini kaybettiğini öğrendim ve bu türküsünü duydum. O kadar beni anlatıyordu ki o gün bugündür ne zaman bu türküyü duysam kendi dağlarımı, babamı, anamı, neşeyle dört bir yanda koşturan kardeşlerimi anarım, burnumun direği sızlar, içimdeki kor ateş yeniden harlanır ve yanar. Sen bu türküyü bilir misin?”

“Yok, bilmem. Bana sözlerini okur musun?”

“Okumam mı? Bayburtlu Zihni, bu halk şiirini 1828’deki Rus istilası geçtikten sonra Bayburt’a döndüğü zaman yazmış. Harabeye dönmüş ana yurdunun elemlerini ve acılarını ta içinden duyarak samimi bir şekilde anlatmış ve ben bu türküyü ne zaman duysam bana da ana yurdumu hatırlatırdı. Bak dinle şimdi:

Vardım ki yurdundan ayağ göçürmüş
Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı
Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş
Sakiler meclisten çekmiş ayağı
Hangi dağda bulsam ben o maralı
Hangi yerde görsem çeşm-i gazali
Avcılardan kaçmış ceylan misali
Göçmüş dağdan dağa yoktur durağı
Laleyi sümbülü gülü har almış
Zevk u şevk ehlini ah u zar almış
Süleyman tahtını sanki mar almış
Gama tebdil olmuş ülfetin çağı
Zihni dert elinden her zaman ağlar
Sordum ki bağ ağlar bağ u ban ağlar
Sümbüller perişan güller kan ağlar
Şeyda bülbül terk edeli bu bağı.”

Mahmut Şevket, hem sözleri söylüyor, hem de gözlerinden sicim gibi yaş süzülüyordu. Sözler bittikten sonra ilk duyduğu türküye yeniden başlamıştı. Türkünün her bir notasında, her ne kadar Kayseri’yi kendine yurt bellemiş, bir aile kurmuş olursa olsun, inceden inceye her daim kendi ailesini de özleyen, kaybolmuş kardeşlerinin ve yıkılan baba ocağının hasretini çeken o genç Mahmut Şevket’in dinmek bilmeyen acısı ve yakarışı duyuluyordu. Yıllarca yalnızlığı kendisine bir türkü gibi eşlik etmiş, heybetli, kocaman yüreği geniş  bu öğretmen, torununa kendini anlatabilmenin huzurunu yaşıyordu şimdi. Gözlerini torununa çevirdi. “Biliyorsun artık Betül, benim öykümü ve türkümü biliyorsun. Bu anlattıklarımı sakın unutma. Bir gün seninle yeniden buluşana kadar, şimdilik hoşça kal demenin zamanı geldi güzel kızım…” Türkünün son notaları ovada yankılanıp yerini ağır ağır akşamın sessizliğine bırakırken, Mahmut Şevket’ in torununa el sallayan silueti de yavaş yavaş silikleşmeye ve nereden geldiği belli olmayan o masmavi duman yeniden etrafı kaplamaya başlamıştı. 
Betül, gözlerini açtığında, odasında, daktilonun yanı başında buldu kendini. 

“Dedem nerede, ben Kayseri’de değil miydim? Buraya nasıl geldim? Rüya mıydı bütün bunlar? Ah dedem, güzel dedem, bir elini öpebilseydim, bir sarılabilseydim keşke sana. Nasıl da güzel bir insanmışsın, neler çekmişsin, nasıl bir yalnızlık yaşamışsın… Ama bir gün buluşuruz dedin. Demek ki görüşeceğiz yine. O zamana kadar bu anlattıklarını yazmak boynumun borcu olsun, seni de türkünü de anlatacağım!”

Tüm bunları içinden geçiren Betül, eski daktilonun başına geçerek bir kağıt takmış ve dedesinin türküsünü içinde yanan ateşle birlikte kelimelere dökerek anlatmaya başlamıştı.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi