ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 26-09-2023 11:17   Güncelleme : 26-09-2023 12:13

Çift Kanatlı Kapılar / Birsen Yurdakul Tomurcuklu

Yazan: Birsen Yurdakul Tomurcuklu -ÇİFT KANATLI KAPILAR

Çift Kanatlı Kapılar / Birsen Yurdakul Tomurcuklu

ÇİFT KANATLI KAPILAR

Nilüfer uzun bir zaman sonra dede evinin önündeydi. Burayı son gördüğünden bu yana uzun zaman geçmişti. Çok istemesine rağmen gelememişti bir türlü, bu canını acıtıyordu.

Fakat  hiç bir şey aynı değildi. Dedesinin o güzel ahşap evi yıkılmış, yerine beş  katlı ruhsuz bir apartman yapılmıştı. Kocaman, parlatılmış bir taş yığınıydı.

Nilüfer gözlerini kapayıp eski evi hayal ettiğinde; çift kanatlı üzerinde kadın eli şeklinde pirinç bir kapı tokmağı olan ahşap porta kapıdan bahçeye girdi.

Taş döşeli patikadan yavaşça yürüdü. Sağ tarafta kim bilir kaç yıllık mis gibi kokan iğde ağacı işte oradaydı. Bahçeyi, gölgesinde oynayan çocukları kucaklar gibi açmıştı kollarını.

Etrafını yusyuvarlak çevreleyen sarı kırmızı gece sefaları onu kendilerine çekerek “Hoş geldin Nilüfer” diyorlardı sanki. Bir yandan da çiçekleri sularken hafiften şarkılar mırıldanan annesinin sesini duyar gibi oluyordu.

O arkadaşlarıyla oyun oynarken işte şu köşede komşularla, annesi ve yengesi sohbet edip çay içiyorlardı. Sesleri yükseldi mi, arada bir “Yavaş olun“ diye ikaz ediliyorlardı büyüklerce.

Biraz ilerde ahşap iki katlı ev duruyordu. Yine çift kanatlı ahşap kapılardan içeri giriliyordu. İki tarafı renk renk ve yaprakları çok güzel kokan sardunyalarla bezenmişti.

Kapıdan içeri girince tüm katı kaplayan mutfak, üç tane büyük ocak denilen fırın duruyordu. Bu fırınlarda; buram buram kokan, iştah kabartan ekmek ve börekler pişerdi. Börek pişirmek emek ve özen isterdi. Kapak denilen iki saç arasına börek tepsisi konur, altı ve üstü korla kaplanırdı. 

Derin bir nefes aldı, bütün o özlenen güzel kokuları içine dolduruyordu. Ocakların başında annesi ve yengesi hem laflıyor hem fırınlara odun atıyorlardı. Ateş alevlenince çıtır çıtır sesler ve odun kokusu geliyordu.

Sol tarafta yukarı çıkan ahşap merdivenlerin nihayetinde, büyük bir sofa ve etrafında odalar sıralanmıştı.

Dedesi, bahçe tarafındaki odada yerde mindere oturup dar uzun kepenkleri iki yana açılan camdan çocukları seyre dalar, bazen de onlara seslenirdi: “Çıkmayın iğdeye düşeceksiniz”.

Anneannesini hiç görmemişti Nilüfer. Genç yaşta vefat etmişti fakat yeşil gözlü çok güzel bir Osmanlı kadını olduğunu anlatılanlardan biliyordu biraz. Yaşıyor olsaydı o da dedesinin yanında oturuyor tespih çekiyor olurdu herhalde. Annesi Nilüfer’i ona benzettikçe Nilüfer daha çok merak eder; hep annesinin anneannesini anlatmasını isterdi.

Misafir kabul edilen odada iki duvar ahşap sedirle kaplıydı. Sedirlerde dantelli kaneviçe işli beyaz patiska örtüler mis gibi sabun kokardı.

Pencere camlarının yarısı, mandalı açılıp yukarı sürülüp açılırdı. İki tarafı el işi perdelerle süslüydü.

Kimbilir o kaneviçeler danteller lamba ışığında ne hayallerle umutlarla işlenmişti. Ortada bordo renkli Türk motifli anneannesinin dokuma tezgahında dokuduğu halı vardı. Odanın  en kıymetli hatırasıydı.

Girişte ahşap büyük bir saat vardı. Dedesi onu Balkanlar’dan göç ederken memleketteki evinden getirmişti. Çok kıymetli ve o zaman da çok eskiydi. Ama her saat başı ding dong diye vurur, tıkır tıkır çalışırdı.

Ev ahalisi özellikle akşam yemeklerinde tam kadro toplanırdı. Sohbet edilerek hep beraber yenilen yemekler ne kadar güzeldi. Evin büyükleri ve çocukları hep birlikte…

Nilüfer gözlerini açtığında yanaklarından yaşlar süzülüyordu. Ne iğde ağacının, ne çiçeklerin kokusu, ne büyüklerin yemek telaşı, ne de çocukların kahkahaları kalmıştı.

Zaman mı? O ahşap ev ve ding dong diye vuran saat gibi eskimiş yok olmuş ve geçmişti.

Ama yine de çok güzel yaşanmışlıkları vardı, iyi ki vardı!

Editör: Serhan Poyraz 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi