ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 08-08-2023 22:15   Güncelleme : 08-08-2023 22:33

Çatısızlar / Elmas Tunç

Yazan: Elmas Tunç -ÇATISIZLAR

Çatısızlar / Elmas Tunç

ÇATISIZLAR

"Koşarsın koşarsın da varamazsın hani; içindeki umut varamadığın kadar büyür. Sen bakarsın ışıltıyla. İleriye uzanırsın. Uzandıkça da kolların uzar, babam uzar... Gene de boşluğu avuçlarsın hep; düşünü düş yapan boşluğu...

                     Hasan Ali Toptaş (Gölgesizler)

Her yer karanlık. Zifiri demleri zamanın. Gece. Belki de gündüz. Lâkin ziyasız. Sesler, tatlar, kokular muğlak. Hatay. Son durak. Hicret. Tekerrür eden kader. Toz toprak yığınları... Zelzele. Uykuda hem de. Uyku, ölümün küçük kardeşi. Kulağımda inceden iniltiler: "İnnallahe meassâbirin." Zangır zangır titriyorum.

Oradayken varil bombası yağmıştı gökten. Varil... Bomba... Alev alev... Geceyi kor rengine çeviren cehennem... Boğuluyorum sandım. Peş peşe öksürük. Canhıraş feryatlar, kaçışmalar... Cayır cayır... Can çekişen insanlar. Ailem, yavrularım. Gözlerimin önünde. Şimdiyse... Ecel yokluyor arzın üstünden. O da kayıp gitmesin diye sımsıkı tutuyorum elinden. Kızımın elleri soğuk. Sara'mın boğazını tutmuş boğuk bir hırıltı. Zihnim dağınık, üstümde tonlarca yük; gözlerim ha kapandı ha kapanacak.

**
Araftayım. Cehennemin ara katlarını dolaşıyorum. Kül yağıyor üzerime. Aldım külü, sürdüm yüzüme gözüme. Gözümün nurunu yitirdim. Aramaktayım.  Muallakta bütün adresler. Bir bedeviye rastlıyorum. Yüzü gözü sarılı. Bakmıyor bana. Kum fırtınası ardında. İşaret ediyor yaklaşmakta diye. Felâket kapıda. Ellerim semada. Kulaklarımda kesif bir uğultu. Silikleşiyor. Kisra'nın yıkık sütunlarında peyda olmuş bir yılan. Tıslıyor. Dişleri etime batıyor. Ciğerim yanıyor. Su. Bir damla su yanık bağrıma. Hararetim artıyor. Metal kuşlar üstümüzde. Ebu Leheb sürüsü. Taş yağdırıyor taş üstünde taş bırakmadan saklandığımızı fark edip. Hamza'yı kucağımdan söküp betonlar arasına gömüyor gözümü kanlı yaşlara garkedip.. Sabah yıldızım, ilk göz ağrım elimden kayıp gidiyor, kalbimi yarım, kolumu çolak bırakıp.

**
Şebbihalar bizlere ölüm yağdırmadan evvel hemşireydim. Duha Hemşire. Şifa dağıtıyordum Rabbimin izniyle hastalara ve güçsüzlere. Ne çok dua alıyordum. Çalıştığım hastaneyi bombaladıklarını öğrendiğim gün nöbete gidecektim. Sokaklar can pazarıydı adeta. Ambulans sirenleri, kulakları sağır eden patlamalar, feryat figan ediyordu insanlar.

Etrafa saçılmış kol, bacak ve bilumum uzuvlar... Sonrası derin bir sessizlik... Fakat düşman durmadı. Daha çok can, daha çok, daha, daha... Ölümün binbir yüzü, her yüzde binbir maskesi vardı. Genç, yaşlı çocuk demeden herkesi mutlak karşılardı. Yaşamaya çalışmak ise mayınlı tarlada bilinçsizce koşturmaktı. Sığınacak bir evimiz yoktu artık.

Vurulmuş apartmanların sağlam kalmayı başarabilmiş bodrumlarında aç susuz bir halde hayvan yemi, karton kutu yahut bulabildiğimiz yiyecek artıkları ile günü kurtarmaya çalışıyorduk. Yakalanma korkusu ile sürekli yer değiştiriyorduk  kızım Sara ile birlikte. Ne yana gittiğimizi ve hangi cihete gitmemiz gerektiğini bilmeden... Tek bir yanlış adımı beklerdi ölüm.

Tek bir adım. Doğrular ve yanlışlar birbirine karışmıştı. Hakikatler ve yanılgılar... "Gitme!" dedim ona son kez. "Günlerdir açız, çocuklar dayanamaz!" demişti. Hasan gitti. Evimin direği, yükümü sırtlayanım, hayat arkadaşım. Hiçbir haber alamadım ondan. Hamza ellerimin arasında can verdiğinde çoktan gitmişti Hasan. Görmedi yavrusunun kanatlanıp cennete uçtuğunu. Sanki bir anda yeryüzünden siliniverdi. Ta ki bir gün... 

Gidişinin üstünden günler sonra komşum Zehra' nın kocasının, yaralı halde kaldırımda can çekiştiğini   gördüm bodrumun el kadar penceresinden. Bir deri bir kemik kalmış vücudunda sayısız işkence izi göze çarpıyordu.

Yumruğumu sıktım. Boşluğa salladım. Göz göre göre ölmesine razı olamazdım. Sara'ya sıkıca sarıldım. Hamza' nın vefatından sonra yaşama tutunma sebebimdi küçük kızım. "Sen burada kal ve asla ses çıkarma! Tahir Amca'nı buraya getirmeye çalışacağım. Tamam mı?"
Sessizce başını salladı. İri kahverengi gözlerine baktım. Gözbebekleri büyümüştü. Yalnızca onlar mı? Karşımdaki yedi yaşında bir çocuk değil de sanki yetmiş yedi yaşında bir ihtiyardı. Kıyameti hatırladım. Çocukları ihtiyarlatan kıyameti. İşte biz senelerdir onu yaşıyorduk dünyanın yüz çevirdiği bu coğrafyada.

Çarşafımı düzelttim. Günler sonra topraktan başını uzatan köstebek gibi siyah dumanların sardığı, kan izlerinin kaldığı caddeye koşturdum. Kalbim yerinden çıkacak gibi hissettim. Ya yakalanırsam... Aman Ya Rabbi! Düşünmek bile istemiyordum.  Ruba'yı hatırladım. Zavallıyı evinden tekme tokat götürmüşlardi. Günlerce sayısız, işkenceye ve tecavüze maruz kalmış. Yaşlı annesini hücredeyken görüştürmemişler. Gelip bize acızlanıyordu. Acısına çare olamıyorduk belki ama dinliyorduk henüz bu kadar azalmamışken. Ölümlerden ölüm biçiyorlardı üstümüze genç yaşlı, çoluk çocuk demeden. Allah'tan korkmaz bu iğrenç mahluklar, kadıncağızın acısından nemalanmak için ölmüş kızını çırılçıplak bir şekilde evin önüne atıvermişler. Baktık ki vücudunda sayısız kesik, yanık ve yara izi vardı. Bizler de aynı akıbete uğramaktan korkuyorduk. Ehli sünnet alimleri de bizimle aynı kaderi yaşıyorlar, ağır işkenceler altında can veriyorlardı. İffetine el uzatılan, bunu alesinin gözleri önünde yaşatılan genç kızlar, analar kendilerini öldürmek için işkence ile sindirilmiş bir avuç fıkıh aliminden fetva istiyorlardı. Bu akıbeti yaşamadan ölmeyi arzu ediyorlardı.

Çolak kolumla yara bere içindeki adamcağızı kaldığımız yere taşımaya çalıştım. Ağzından, burnundan kan geliyordu. Gözlerini hafifçe araladı. Belli ki beni tanımıştı. "Hasan" dedi, "aynı hücredeydik" derin bir nefes almaya çalıştı. "İnna lillahi ve Inna ileyhi raciun."  Şahadet parmağını göğe dikti ve şiddetli öksürük sebebiyle cümlesinin devamını getiremedi. Boğulurcasına öksürdü. Ardından hırıltılar arasında fersiz gözleri semaya dikildi, soluğu yavaşladı. Rabbine kavuşurken son nefesini verdi, bir de beni kahreden bu haberi. İdlib o saatten sonra benim için tam anlamıyla bir cehennemdi. Sara'yla sınırı geçmeliydik. Hatay'a gitmeli, bu ölüm kusan ülkeden, elimde kalan son varlığımı kurtarmalıydım.

**
"Sesimi duyan var mııı?"
Kulağıma çalınan bu cümle ile gözlerimi aralıyorum. Sara yanımda. Elleri ellerimde.

**

"Gidiyoruz yavrucuğum!"
"Nereye?"

Kulağına eğildim: "Hubeyb Amcanların gittiği ülkeye."
"Türkiye'ye mi?"
"Evet. Sus bağırma! Sesimizi duymasınlar!"

"Sesimi duyan var mııı?" 
Üşüyorum. Boğazındaki titreşim çok az. Ağzımı açıyorum. Toz toprak doluyor. "Buradayız!" İnce bir iniltiden öteye geçemiyor. Sınıra ulaşmalı. Nasıl? Her yer sakallı, dazlak kafalı, silahlı adamlarla dolu. Kuş uçurtmuyorlar. Dağların, tepelerin arasında bilmem ki nasıl saklanmalı? Bulurlarsa yanarız.

"Sesimi duyan var mııı?"
Bir kadınla bir adamı gördüm neden sonra. Yol yürümekten parçalanmış ayakkabıya benzemeyen deriyle yürümeye çalışıyorlardı. "Eyne?"
Adam parmağıyla sınırı işaret etti: "İla Türkiya!" Yol boyu gücü yettiğince anlattı. Elinde kalan son parasını da yoldaki semirmiş akbabalara yedirmiş. Öyle öyle gelebilmişler buralara kadar. Sara: "Anne çok yoruldum" diyerek ayaklarımın dibine yığıldı. Kadın örtüsünün altında kendisi, belki de kocası için sakladığı pet şişedeki birkaç damla suyu kızıma cömertçe sundu. Gözlerini açtı:

"Kurtulacak mıyız anne?"
"Allah kerim!"
Bize doğru yaklaşan adımları duydum.
"Sesimi duyan var mııı?"
"Eveet!"
Sanırım bu kez beni duymuşlardı. Makine, matkap sesleri yoğunlaştı. Bekleyiş uzadı, uzadı. O vakit anladım ki zaman herkese aynı değil. Kimine dürülüp bükülüyor; tıpkı bir an gibi. Kimine ise mahşeri yaşatıyor âdeta elli bin sene gibi. Bir deliğin arasından uzanan elleriyle çekip çıkarttılar Sara'yı.

**

Türk askerinin şefkati karşılamıştı sınırda bizi. Dillerini anlamasak da uzattıkları yardım eli evrenseldi. Günler sonra karnımız doymuştu elhamdülillah. Kurtulduğumuza sevinmiştim. Aynı sevinci saatler sonra yıkıntıların arasından beni kurtardıklarında da duymuştum. Çok şiddetliymiş deprem. Kaç ilde birden olmuş. Öyle söyledi sağlık görevlisi. Aklım kızımdaydı. Sara'yı sordum.
"Bilmiyorum." dedi. 
"Maza teağni?"

Yüzüme tuhaf tuhaf baktı.
"Nasıl yani? Onu benden önce çıkardılar ya!"
Kafasını iki yana salladı dudağını büzüp.

İçime koca bir ateş düştü alev alev bağrımı delen. Kolumdaki serumu çekip asıldım. Çıkan kana aldırmadım. "Eyne Sara? Sara'm nerede? Yalvarırım bulun onu!" Kimsenin bana baktığı yoktu. Sahra çadırına getirilen yeni yaralılara bakıyordu herkes. Nereye gideceğimi, kimlere soracağım bilmeden Hatay kazan ben kepçe kızımı aradım. Morglar, hastane odaları, hatta kaldırımlarda üst üste konulmuş battaniyelerin içindeki mevtalara dahi baktım. Evimizin enkazının olduğu yere gittim. Orada enkaz başında bekleyenlere sordum. Sarı bir taksiye bindirip göndermişler yaralı yavrumu. İsmini, cismini, kim olduğunu, nereye götürdüğünü bilmeden. Gözümden sakındığım, binbir tehlikeyle cehennemin ortasından kaçırdığım yavrum şimdi yok, akıbeti meçhul.

Nasıl katlanılır bilmiyorum "yok" demenin ağırlığına. Vatanım yok, kocam yok, oğlum yok, kızım yok. Daha doğrusu kızım kayıp. Hiçbir yerde yok. Mekandan münezzeh olan elbette Allah. Evladımın akıbetiyse koskoca bir muamma. Hayata tutunmuştuk bir yerinden. Hatay'a sarılmıştık dört elle, çektiğimiz bunca acıya, rağmen. Zevcimin mezarı yoktu belki ama öldüğünü biliyordum en azından. Ya Sara? O öyle mi? Ölü mü diri mi? Yerde mi gökte mi? Allahım nerede? Gaybı ancak sen bilirsin. Aynada çökmüş gözlerime bakamıyorum, o gözlerde kızım var, oğlum var. Hamza 'yı desen İdlib'de toprağa verdim. Oysa büyüyecekti oğlum, mürüvvetini görecektim. Ne yazık!

Sonra yeni bir ülkede açtık gözümüzü, umudu kuşanıp geldik kupkuru canımızla. Lokantada  iş bulmuştum. Sahipleri Halep'ten gelmişler. Savaş bu kadar kızışmadan. Yani gemi henüz batmadan. Zengin kesim çoktan terk etmişti ülkeyi. Bu yüzden savaşın acımasız yüzünü fakirler, kadınlar ve çocuklar gördü, görmeye de devam ediyor. Kalan da yola revan olan da çok ağır sınanıyor. Çok sevdiğim mesleğimi de gömmüştüm vatansızlığıma. Bizi insan yerine koymayan bakışlara aldırmamaya çalışıyordum. Kemiriyorlardı etimi, didik didik ediyorlardı dilleriyle, dişleriyle ve gözleriyle. "Suriyeli" diyorlardı küfürle harmanlayıp kulaklarıma dolduruyorlardı. Tıkıyordum kulaklarımı. Küfürlü sözlerin tortusu kalıyordu yine de. Ne kadar ovalasam da çıkmıyordu. Kızımı burada bir ilkokula gönderiyordum. Onun kulakları da benzer şeyler duyuyordu benimle. Bu mücadele içinde okullar açılacaktı ve biz de hayatımıza devam edecektik. Ta ki altı şubata dek. O geceden beri başımızda çatmız yok.

Bana mecnun(deli) diyorlar. Kimi görsem Sara'yı soruyorum. "Kızımı görmediniz mi?" diyorum yarım yamalak Türkçemle. Arapça devam ediyorum. Teni kavrukçaydı. Yedi yaşındaydı. Saçları bahtı gibi karaydı. Gözleri kahverengiydi. Üstü başı toz toprak içindeydi. Kimisi acıyarak kimisi de mecnunmuşum gibi bakıyor. Üzerimde dolaşıyor meraklı gözleri. Hislerimi anlamaktan acizler. Yalvarmaktan, ağlamaktan sesim kısıldı. Söyleyin ne olur! Sesimi duyan yok mu?

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi