ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 22-09-2022 15:02

Çanakkale Anekdotu

Yazan: Berfu Karaman - ÇANAKKALE ANEKDOTU

Çanakkale Anekdotu

 


ÇANAKKALE ANEKDOTU 

Güneş, gökyüzünde dans eden bulutları, parkta oynayan çocuğunu izleyen bir anne gibi seyrediyordu. Mavi elbisesini giymiş gökyüzündeki martılar, inci küpeler gibi görünüyordu. Öğle saatleriydi. Bir feribotun harekete geçerken kopardığı haykırış, bir grup güvercinin çaya atılan şeker gibi gökyüzünde dağılıp maviliklere karışmasına sebep oldu. Ara sıra üfleyen hafif rüzgar denizi dalgalandırıyordu, deniz kıyısı boyunca uzanan gri taştan zemin güneşten gelen ışıklarla simli bir örtüyle kaplıymışçasına parlıyordu.

Birkaç cümle öncesine bir ekleme yapılacak olursa Çanakkale’de sıradan bir öğle saatiydi. Kordon boyunca sıralanan dükkanlar, kafeler, eğlence mekanları belli bir gürültüye sebebiyet verse de boğuculuğun esas sebebi insan kafalarından yükselen mırıltılardı. Şehir kavgasının gölgelediği müthiş bir atmosfer vardı.

Bu şehir böyleydi, zamana aitliğin üzerini örttüğü birçok güzellik barındırıyordu. Bir yazar olarak benim betimlemeyi en çok sevdiğim şehirdi fakat diyorum ya, ihtişamının önünde pek çok engel vardı. Klişe bir laf, güzel şehirdi ama yaşanılacak yer değildi. Yağmurlu bir havada avuçlarının arasındaki bir bardak salep gibiydi kokusu lakin havası zehirliydi. 

Çanakkale’nin soluğu damarlarınıza karıştığında kirleniyordunuz, trenleriniz raylarından çıkıyordu, yoldan çıkıyordunuz ya da belki yolunuzun kenarındaki korkuluk devrilip uçuruma yuvarlanıyordu. Bundandır ki gitmek eylemini öğrenmiştim. Belki de bu martıların kanat çırptığı evrende doğduğum için bir kuş gibi göçmek istemiştim, deli rüzgarların kentinden bir esinti gibi süzülmek... Sebebini bilmiyordum aslında, gerçek sebebini. Hep çok anlatıyor, çok yazıyordum ama kendime iletemediğim mektuplar da vardı sanki bu satırların arasında. Kıymeti var mıydı diye düşünmeye fırsat bile vermeden oturduğum ahşap sandalyede, bacaklarımın üstünde çekingen bir tavırda duran ellerimin arasındaki bir otobüs bileti; en asi haliyle sağa sola savruluyordu. 

Hafif kalın kağıdın üzerindeki bilgiler, bedenimi bir hafta sonra bambaşka bir şehre taşıyacak anahtarlardan başka bir şey değildi ya da belki içimde açılmak için can atan bir hayal kutusunun ömür boyu kilitli kalmasını sağlayacak da olabilirlerdi.”

Gözlerim, kareli defterin arka sayfalarına özensizce karalanmış cümleleri takip ederken gençlik ruhum; çocuk geçmişin takibinde bir kaçış arıyor fakat bir yandan da peşindeki inatçı umuda kollarını açmak istiyordu. 

İzin versem yaşlar kapımı çalacaktı gözlerimden ama izin vermesem de yaşlar kapımı kırmıştı yıllar üzerinden. Yaş almıştım, büyümüştüm ve tam da bu yüzden küçücük kalmıştım hayallerimin içinde. Bakışlarımı beyaz kağıttan ayıramadan ellerimi göz kapaklarımın üstünde sertçe gezdirdim, parmaklarım alnımda ve kaşlarımda oyalandı, saç tutamlarımı geriye iteledim. Bunların hepsi ağlamamak için verilen barışçıl mücadelelerdi.

Yutkundum, nihayet kafamı kaldırıp karşıya baktım, eski defterimi kapatıp çantamın içine gönderdim.
Buradaydım işte, yıllar önce kendimi bir martı zannederken kendime kafes bellediğim şehrin tam ortasında ama pek köhnesinde. 

Çanakkale caddesi, vücudumun etrafını kusursuz bir tiyatro sahnesi gibi sarmıştı fakat ben doğru kostümümü giymiş miydim? Bir kaybolma duygusu ruhumu sardı ve tutunacak bir yer arayarak çantamın sapını daha sıkı avuçladım, elimdeki yoğun ter tabakası pek yardımcı olmuyordu tabii.

Adımlarım kaldırım boyunca yavaş yavaş ilerlerken Demircioğlu’nun gürültüsünün neye benzediğini buldum önce. 

Sıradan akşamlarınızın birinde, evinizin içindekilerle tüm o yüksek notadan sözlerle kavga ettikten sonra çöken sessizliğin arasında sokaktan ya da yan komşudan en neşelisinden bir kahkaha duyardınız ya, tam olarak buydu bu gürültü. Sonra havadaki yosun kokusunun, korktuğunuz gecelerde bedeninizin sonuna kadar çektiğiniz battaniye gibi tüm şehri örttüğünü fark ettim. 

Devamında, asfalt siyahının zamanla grileşirken özünde maviye dönmek istediğini anladım. Tüm bunları ve daha fazlasını burada geçirdiğim onca yıl içinde görmemiş olmak ise beni hiç tanımadığım bir hisse sürükledi.

Çanakkale’den ayrılmamdan bir hafta öncesini anlattığım yazının tarihi 10 Ocak 2019’du ve aslında Rüzgarlar Kenti’ne vedamdan bir yıl sonra yazılmıştı. Kalemimin coğrafya defterimin gereksiz muamelesi yaptığım köşelerinde gezinişini hatırlıyorum ve bunu yaparken ne kadar bilinmezlikle uğraştığımı da. 

Bu bilinmezliklerin çoğu kendi kendimi içine attığım, gençlik sokaklarının puslu anılarıydı esasında fakat ben, yitirmediğim çocukça tecrübesizlikle yerimi arama yolculuğumun kapısını kilitlemiştim. Kendimi birinin arabasının arka koltuğunda gizlice yolculuk yaparcasına bambaşka bir şehrin topraklarına göndermiştim ve buna esaretten kurtulmak demiştim ancak özünde müebbet mahkumluğa düştüğümü görmemiştim.

Çanakkale’yi bir zamanlar bir hapishane olarak görüyordum çünkü özgürlüğün, içinde bulunduğum mekan ile ilgili olduğunu sanıyordum. Duvarlar betondan ise tutsaktım ama onların üzerine bir okyanus manzarası çizersek boğulacak kadar hür olabilirdim. Bu fikirlerle bavulumu topladım ve gittim ama gittiğim yerlerin hiçbiri bana evim gibi, Çanakkale’nin yaptığı gibi sarılmadı. Baş edebileceğimi düşünüp devam ettim ancak kendime ev saydığım duvarların çatıları üzerime yıkılmaya başladı ve ben gerçek mahkumiyeti tattım.

Şimdi ise dönmek istedim, buradaydım, Çanakkale’de ama gidecek yerim yok gibiydi. Onca yıl evim olan kentin içinde bir otel odasında, kordon boyunca dolaşabileceğim sınırlı günlerin varlığında gördüm ki artık Çanakkale de yabancıydı bana. Her zaman gittiğim kafelerden biri kapanmıştı, hep alışveriş yaptığım kitapçı beni tanımamıştı, bir otobüs terminali dışında hiçbir yerde ev sahibi olamamıştım.

Konar-göçer dünyamın evcil ruhu yabancı, kayıp ve sahipsiz kalmış gibiydi. Özgürlük arayışı; kalacak bir yer dilenerek bir valizin içinde, herhangi bir istasyonun önemsiz bir peronunda öylece dikiliyordu şimdi.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi