BİR TERAVİH NAMAZINDA YAŞADIĞIM İBRETLİK SAHNELER
Bu yılki ilk teravih namazını kılmış olmanın mutluluğu ve huzuruyla caminin kapısına doğru yürürken, yanımdan hızlıca ve seke seke siyah sakallı bir delikanlı geçti.
Ben daha niçin sektiğini anlayamadan caminin arka tarafında kapının kenarına dayalı koltuk değneklerini aldı ve onların desteğiyle yürümeye başladı.
Dehşetle irkildim! Çünkü delikanlının biraz önce neden sekerek yürüdüğünü şimdi anlamıştım. Sol bacağı yoktu! Diz üstünden kesikti…
Şimdi beni bir düşüncedir almıştı. Hey Allah’ım! Şu çocuk sol bacağı olmadığı halde uzun teravih namazı için camiye koşmuştu. Oysa ben ne kadar nankördüm! Her azam sağlam olduğu halde teravih namazına üşene üşene geliyordum.
Ertesi gün… Ramazanın ikinci teravihi… Yine aynı camideyim. Baştan fark etmemiştim ama sonradan farkına vardım. Dünkü delikanlı bu defa sol tarafımda namaz kılıyordu. Hem de huşu içinde… Kıyamda tek bacak üstünde dikeliyor sonra rükû- secde derken, oturma faslında, kendine özgü yöntemlerle sağ bacağını öne uzatarak oturup okumalarını yapıyor ve imam “Allahu Ekber!” der demez hemen doğrulup yine ayağa kalkarak tek bacağı üzerinde namazına devam ediyordu.
Garibim bazen de o uzun namazın verdiği yorgunlukla namazına oturarak devam ediyor, ama öbür rekatta tekrar ayakta kılmaya başlıyordu.
Dinimizin iki önemli konusu: Sabır ve şükür… Bunlar bende var mı? Ne gezer! En küçük olumsuzlukta sabrım tükeniyor ve umudumu yitiriyorum. Ama Rabbimin verdiği bunca nimete karşın şükür noktasında çok ama çoooook cimriyim!
Bir de şu delikanlıdaki şevk ve heyecana bak! (Haşa) “Allah’ım bana bir bacağı bile çok gördü” diyerek isyan etmemiş ve teravih namazı için camiyi tercih etmişti. (İstese kendini fazla yormadan evde de kılabilirdi.)
Tam bunları düşüne düşüne namaza devam ederken bir de baktım, imamın hemen arkasında ve benim çapraz önümde Mehmet amca… Kendisini çocukluğumdan beri tanırım. O da dimdik ve büyük bir huşu içinde namazını kılıyordu. “Ben doksan yaşında bir ihtiyarım,” demeden, çevik hareketlerle, A dan Z ye bütün tadil-i erkanına uyarak kılıyordu. Hatta oturarak tahiyyat ve salli barik dualarını okurken, sağ ayağının başparmağını geri kıvırarak diz çöküyor; bu ayrıntıya bile dikkat ediyordu.
“Maşallah nur yüzlü Mehmet amcaya” dedim, kendi kendime… Bense namazda sağ ayağımın başparmağını geri kıvırarak diz çökmeyeli yıllar olmuştu. Çünkü Mehmet amca gibi kurallara tam uyarak diz çökersem parmaklarım çok acıyordu.
Biri doksan yaşında bir pir-i fani, öbürü daha yirmili yaşlarda ama sol bacağı kesik olarak camiye koşan şu güzel delikanlı… Bu insanlara olan hayranlığımı daha üstümden atamamışken ve Rabbim sanki bana: “ Dur bakalım, sana göstereceğim hikmetler henüz bitmedi” dercesine… Biraz sonra, bembeyaz saçlarıyla, henüz on-on iki yaşlarında albinizm hastası bir yavrumuzun, neşe içinde camiden çıktığını gördükten sonra şaşkınlığım doruğa ulaştı ve dudaklarımdan gayri ihtiyarî şu sözler döküldü:
“Allah’ım sana ne kadar şükretsem azdır!”