ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 14-08-2023 19:10   Güncelleme : 30-09-2023 19:18

Beyaz Kağıdın Yalnızlığı / Serhan Poyraz

Yazan: Serhan Poyraz -BEYAZ KAĞIDIN YALNIZLIĞI

Beyaz Kağıdın Yalnızlığı / Serhan Poyraz

BEYAZ KAĞIDIN YALNIZLIĞI

Vakit gece yarısına geliyor.

Dışarıda yağmur olanca hızıyla yağmaya devam ediyor…

Yağmur damlacıkları kaldırımlara, yollara düşüyor ve birikiyor…

Yağmur damlacıkları penceremin camından aşağıya doğru süzülüyor…

Evde yalnızım. Elektrik kesik ama ara ara flaş patlaması gibi bir ışıkla anlık aydınlanıyor odam… Ama her ışık patlamasından hemen sonra dışarıdan gelen o şiddetli sesle ürperiyor içim…

Sokaklar da ıssız, kimsecikler yok; ne bir araba geçiyor, ne de bir insan yürüyor telaşla… Sokak lambaları da yanmıyorlar, sanki kim için yandıkları belli olmasın istiyorlar gibi…

İşte yine bir ışık patlaması ve hemen ardından gelen gökyüzünün şiddetli kükreyişi…

Aman Allah’ım bu nasıl bir gök gürültüsü!! Dışarıda kıyamet kopuyor. Sanki bu gece, gökyüzü öfkesini haykırıyor; karanlığın içine ürperti ve korku salarak... Hem de bu mevsimde… Yaz ayları geldi oysa ki…

Ne acayip değil mi? Doğanın misafiriyken kendini onun sahibi zanneden insanoğlu, hem kendi dengesini hem de doğanın tüm dengesini bozdu. Bunu da, bilgi ve iletişim çağı dediğimiz bu yıllarda teknolojiyi kullanarak yaptı.

Eskiden herşey daha lezzetliydi sanki… Bilginin peşinden giderdik, çaba gösterirdik ona ulaşmak için… Emek harcardık ve  en ufak bir bilgi kırıntısı bile çok değerliydi. Şimdi öyle mi? Uğruna hiçbir çaba göstermediğimiz, ayağımıza kadar gelen bir yığın bilgi var. Mesela telefonumuza gelen bir SMS, posta kutumuza gelen bir elektronik ileti ya da sosyal medya hesaplarında yapılan paylaşımlar...

Hiç dikkatinizi çekti mi, ortalıkta dolaşan ve kolay ulaşılabilir olan bu bilgilerin çoğunun genellikle bir ortak noktası olduğu? Evet, hep bir şey pazarlanmak isteniyor bize…

Ama bu noktada, gözden kaçırdığımız çok önemli bir şey var. Bu pazarlananların arasında dehşet verici bir ürün var ki; o da korku… Eğer korkuyu bir kere satın alırsak da sonrasında her şeyi satıyorlar bize; dini, ırkçılığı ve nefreti… Tüm bunları satın alınca da, toplumsal lincin bir parçası oluyoruz ve şiddet bir iletişim aracı haline geliyor.

Bu öyle garip bir paradoksal sarmal ki, tutsak ettiklerine bir de şiddetin tanımını daralttırıyor;  korku tüketimi tavan yapsın diye... Mesela kitlesel imha silah kullanımı şiddet oluyor ama birisini toplumdan dışlamak veya birisinin gözünün içine baka baka yalan söyleyerek kandırmak şiddet olmuyor.  Dışlandıkça veya yalan söylendikçe varlığımız ve inandıklarımız yok edilmeye çalışılmış olmuyor mu? Ee, bu da şiddet işte.. Ve bunu yapanlara öfkeleniyor, inandıklarımızı kaybedecek olmanın etkisiyle nefret ediyoruz hatta bizim inandıklarımıza inanmayanlardan…

İnsanlar korku kaynaklı nefret etrafında ne kadar kolay toplanıyorlar değil mi? Fyodor Mihayloviç Dostoyevski ne güzel söylemiş “Böylesine güzel bir gökyüzünün altında, bu kadar kötü insan nasıl yaşayabiliyordu?” diye…

Allah’ım!! Resmen oturduğum yerde zıpladım. Her seferinde daha güçlü çakıyor şimşek sanki… Ne diyeyim, gökyüzü haklı…

Vakit gece yarısı…

Dışarıda yağmur yağmaya devam ediyor…

Yağmur damlacıkları kaldırımlara, yollara düşüyor, birikiyor ve akıyor kendine bir yol bularak…

Yağmur damlacıkları penceremin camından aşağıya doğru süzülüyor hala… 

Masada önümde bembeyaz boş bir kağıt ve az önce yaktığım mum hemen onun yanıbaşında… Mumun alevi titrek… Sanki korka korka yanıyor gibi… Ee, mum olmak kolay değil tabii. Işık saçmak için önce yanmak gerekmez mi?

Sabaha uyandığımız ilk andan, geceye kendimizi teslim edip uyduğumuz son ana kadar dış dünya ile hep bir iletişim içindeyiz. Bazen mutlu, bazen üzgün, bazen de öfkeli oluyoruz yaşadıklarımızın etkisiyle... Bazen acı çekip tükeniyoruz gibi hissediyoruz ama aslında öğreniyoruz, değişiyoruz ve gelişiyoruz durmadan akan zamanın içinde… Hayatına dokunduklarımıza bir anlamda ışık oluyoruz tavırlarımızla ve söylediklerimizle… Tabii ki, kendi hayatımıza dokunanlar da bizim ışığımız oluyor.

Sadece etrafımızdakiler mi? Hayır, gökyüzü en büyük ışığımız… Güneş, güzelliklerin ve çirkinliklerin tüm detaylarını bize sunuyor ışığıyla… Ay ışığıysa bambaşka… Yalnız başımıza kaldığımızda, güne ait tüm maddi değerlerin karanlıkta kaldığı zamanlarda, biri olmalı sizi hayata bağlayan, yalnız olmadığınızı hissettiren…

Allah’ıma şükürler olsun ki, benim hayatımda öyle biri var. Şu an uzakta, bu gece yanımda değil belki ama var.

Yanıbaşımda olsan keşke şimdi,
Tatlı tatlı konuşsan,
Arada gülümsesen,
Beni benden alan o büyülü mimiklerin çıksa ortaya,
Hayran hayran izlesem seni,
Aşık olsam yeniden,
Sesine,
Gülüşüne,
Enerjine.
Sonra dokunsam tenine,
Hissetsem,
Seni ve sevgini aynı anda,
Keşke yanıbaşımda olsan şimdi,
Keşke..
Şimdi…

Vakit gece yarısını geçti, birkaç saat sonra tanyeri ağaracak ve doğum günüm başlayacak.

Artık şimşek çakmıyor ama yağmur duracak gibi değil. Gökyüzü taştı sanki…

Yağmur damlacıkları kaldırımlara, yollara düşüyor, çoğalıyor. Önüne bir engel mi çıktı; o engelle uğraşmıyor, etrafından dolanıyor ve akıyor kendine bir yol bularak… Su kendini akışına bırakıyor, geçmekte olduğu yerlerin şeklini alıyor. Bir dereye ya da denize karışırsa büyük okyanuslara ulaşabileceğini biliyor gibi…

Yağmur damlacıkları, penceremin camından aşağıya doğru kendince minik eğrileri takip ederek engel tanımadan aşağıya süzülüyor.

Uyku etrafta gözükmüyor. Düşünceler zihnimde dört dönüyor. Yaşadıklarım, insanlarla ilişkilerim, hayallerim… Hepsi de birşeyler söylemek için ruhumu çekiştiriyorlar sanki…

İz bırakan bir şeyler yazma hayali ile yanıp tutuşan ben, daha zamanı değil; okumalıyım gelişmeliyim sonra yazmalıyım diyerek ertelerken yazmayı, kendime karşı dürüst müydüm acaba?

Peki etrafımdaki insanlarla olan ilişkilerimde ne kadar dürüstüm? Karşılığını insanlığımla mı ya da hoşgörümle mi ödeyeceğimi bilmeden yani fiyatını sormadan ben de mi korkuyu satın alanlardanım? Dış dünyanın en önemli müşterisi olan o öfkeli insanlardan biri miyim yoksa?

Hay Allah! Nereden çıktı şimdi bu huzursuzluk hali?

Büyük bir gökdelenin asansöründe sıkışıp kalmış gibi hissediyorum kendimi… Bu sıkışmışlık hissiyle içimde biriken duygular taşmak üzere…

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur” kitabının karakteri Mümtaz “İnsan denen bu saz parçası ve hayat dediğimiz çok ayrı şey” demişti. Şimdi anlıyorum. Ne kadar da haklı! Yaşadığımız olayların ve tanıdığımız insanların her biri ayrı bir gönül telimizi titretiyor, farklı farklı sesler veriyoruz.

Zaten kompleks bir varlık olan insan, hayatın getirdiği farklılıkların karmaşasıyla kaotikleşiyor çoğu zaman. Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Paul Valery, Marcel Proust ve yine Ahmet Hamdi Tanpınar geldi aklıma… Bunlar ve diğer edebiyat üstatları, yaşadıkları dönemlerin kaosunun içinde kendileri ile göz göze gelebilmek için yazmamışlar mıydı?

Gerçekten de yazmak düşünmenin, dış dünyaya algıları kapalı bir şekilde içindeki seni, kendini tanımanın en iyi yolu… Yazmak yeniden doğmak ya da aydınlanmak değil de nedir?

Gece sona ermek üzere, tanyeri ağarmaya başlayacak birazdan… Yağmur hala yağıyor, gökyüzü taşıyor, yağmur damlaları çoğaldı gece boyu, yolunu buldu akmakta; camımdaki damlalar da...

Rol yapmamayı seçiyorum deyip rol yapmayacağım, yazacağım ben de… İlk öykümü yazacağım, hemen şimdi yazmaya başlayacağım.

Hem de yalnızım. Zaten yazmak da yalnız yapılan bir şey değil mi? Yazdıklarımı okuyan da yalnız okuyacak. Üretim yalnızlığı ve tüketim yalnızlığının arasındaki o saf ilişki yüzünden önümdeki boş beyaz kağıt, hiçbir üç kağıdı kaldırmayacak biliyorum. Dürüst olmalıyım, en derinime inmeliyim.

Bu yüzden önce, öyküme başlamak için doğru kelimeyi bulmalıyım. Doğru kelimeyi bulmak için düşünmem gerekiyor. Bu süre içinde dile getirmek istediklerimi, içinde bulunduğum ruh halini daha iyi anlamaya odaklanıp içimdeki gerçek bene biraz daha yaklaşacağım.

İşin en zor kısmı en başı, on binlerce kelime var. Ama olsun. Duygular derya, kelimeler büyük balıklar gibi değiller mi? Ruh halime odaklanayım ve oltayı atayım ve bekleyeyim biraz. Bir kelime gelsin takılsın oltama ve beni derinlere götürüp başka yeni kelimelerle tanıştırsın. Sonra o kelimelerin de peşine takılırım.

Gün ağardı, sabah oldu. Her yer aydınlandı.

Dışarıda  yağmur yağmıyor artık, ama her yer su birikintileri ile kaplı…

Mum tamamen eridi, su gibi oldu ama hala yanmaya çalışıyor inatla…

Ateş ve su… Basit bir ilişki gibi görünüyor değil mi? Hayır değil, aslında derin. Yangını suyla söndürürüz elbette ama yürek yangınında gözümüzden akan da su değil midir?

Su, hava ile birlikte yaşamak için olmazsa olmazımız… Vücudumuzun ve yaşadığımız dünyanın büyük bir çoğunluğu su’dan ibaret. 
Su… Su… Su… 
Su en az direnç gösteren yolu seçer akmak için. Aktıkça temizlenir, yenilenir. Bir engelle karşılaşınca su, birikir, çoğalır ve engelin etrafından dolaşır veya üzerinden akar. Su değişir ve bu değişimini de pek güzel anlatır. Bazen yağmur, bazen kar bazen buhar olur. Buhar olduğunda çıkar gökyüzüne sonra yağmur olup rahmetle iner yeryüzüne.

Düşünüyorum da; herşeyin başı su galiba… Felsefenin de..

Bugün heyecanlı ve mutluyum.

Bugün benim doğum günüm.

Bugün ilk öykümü yazdım.

Nasıl mı başladım?

“Asansör zemin katta durdu, kapı açıldığında gözlerinden birer damla yaş süzüldü yanaklarına…”

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi