ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 31-10-2022 21:09

Annemin İşi Olmalı

Yazan: Şenay Şentürk - ANNEMİN İŞİ OLMALI

Annemin İşi Olmalı

ANNEMİN İŞİ OLMALI

Bugün dayanılmaz bir baş ağrısıyla uyandım.Yetmezmiş gibi eklemlerim dolanmış kablolar gibi birbirine geçmiş. Hareket edemeyecek kadar dengemi yitişmiş gibiyim. Ayşe yine habersiz içeri dalmış, sağımda solumda dolanıp duruyor.

Menziline girmemek için uyandığımı belli etmiyorum. Susuzluktan tüm gece kavrulmuş dilimi hareket ettirmeye yeltenecek oluyorum, dayıyor ilacı ağzıma, poşet bardaktaki suyu da dikiyor bir güzel.

Bu arsız özgüveni canımı sıkıyor. Evin anahtarını ona verdiğimi bile hatırlamıyorum. Annemin işgüzarlığı olsa gerek.

İlacın etkisini hissetmemi bile beklemeden bir kaç çekmeceyi aralıyor, her aradığını eliyle koymuş gibi buluyor. Evime benden daha aşina olduğu su götürmez. Bu gerçeklik canımı yakmış olmalı ki ağrı yön değiştirip tüm yakıcığı ile beynimin içinde hızlı bir tura çıkıyor. Parmaklarımla küçük daireler çizerek, sağlı sollu oğuşturmaya başlıyorum.

Yeterince kan akışını hızlandırabilirsem kuyruğundan yakalayıp sol gözümün oyuğundan dışarı fırlatacakmışım gibi bir düş canlanıyor.
Ayağa kalkıyorum, sağımda duran kahve termosuna gidiyor elim. “Bak bu iyi oldu, hem pratik.” diyor Ayşe. İyi olan ne diye sormak istiyorum. Suratımda ki hayret ifadesi, hızla gözbebeklerini oynaştırıyor. “Termos diyorum, her seferinde kahve yapmak zorunda kalmıyorsun. Acil durum çantası gibi. Baş ağrılarını hızla geçiriyor”. “Termos tamam da kâğıt bardaklardan hiç hoşlanmıyorum. Zahmet olacak ama kahvemi fincanda içmeyi tercih ederim.” diyorum. Serzenişimin hızla hayata geçmesini beklerken yüzünde bir gıram şaşırma, bozulma olmuyor. Bozulan ben oluyorum.

Bozuntumu belli etmemek için acele konuyu değiştiriyorum. Herhangi bir sitemimin etkilemediği bu kadındaki duyarsızlığı zihnimde konumlandırmaktan kaçınarak bir süredir aklımı kurcalayan önlüğünü soruyorum. Etrafı toparlaması, oradan oraya koşturması yetmiyormuş gibi onca işinin arasında ağzıma dayadığı ağrı kesicilerle uğraşırken neden gömlek giydiğini.

Yüzüme bakmadan gülümsüyor, bir dikişte içtiğim kahvemin hoşlanmadığım kâğıt bardağını eline alıp çıkarken telefon çalıyor. Telefona uzanırken baş ağrımın yok denecek kadar hafiflediğini hissediyorum. Kapıdan hızla geri dönüyor. “Ben bakarım Ekrem Bey. Alo, evet Selin Hanım, hemen iletiyorum.” Artık benim için sıradan sayılabilecek bir umursamazlıkla, ahizeyi birkaç santim havadan oyuğuna bırakıyor. Çıkan ses kulağımda titreşiyor.

Tanımlanamayan bir element vücuduma tam da oradan giriş yapmış gibi atmosferim ani bir gerilmeyle tepiniyor.

“Neden telefonu açıyorsun? Ben buradayken bakman gerekmez. Bahçeye çıktığımda, evde olmadığımda bakmanı anlayabilirim. Haddini aşıyorsun! Bu cesareti annem mi veriyor sana?

Söylesene!” Kahverengi perçemini şöyle bir düzeltip kafasını aşağıya sarkıtıyor. Yastık gibi kıvrılan gıdısıyla kaşlarının altından sertçe ama aynı zamanda gözlerinde kendine aşırı güvenen insanlarda rastlanan o şeytani ışıltılı muzipçe parlamaya başlıyor ya da bana öyle geliyor. Zihnim bunlarla baş etmeye çalışırken o beyaz terliklerini topuklarına vura vura uzaklaşıyor. Arkasından hayretle bakıyorum.

Ayşe’ye bile sözüm geçmeyecekse kimim ben? Bu evde ne işim var? Aniden Selin’i hatırlıyorum. İki dedi galiba, evet ya da iki buçuk. Seslere olan duyarlılığım, görme yetisini kaybetmişler gibi gittikçe keskinleşiyor. En iyisi ikide orada olmak. Bu kadar sık görüşme isteğini anlayamıyorum, henüz yeni tanıştık oysa. Tüm kadınlar söz birliği etmişçesine hayatımı kontrol etmeye çalışıyor.

Annem ve şimdi bir de Selin ve Ayşe. Ne yazık ki bu konuda çok başarılılar. Şimdi bu düşünceleri bir kenara bırakmalı. Nereden bulduğumu bile hatırlamadığım köstekli saatim de bu kadınlara eşlik ederek buluşmaya yarım saatimin kaldığını bildiriyor.

İçimde ani bir yürüme isteği beliriyor. Hızlı, keskin nefes alışlarla düşüncelerimi kahince öngörülerden uzaklaştırmalı, onları olduğu gibi kabul etmeliyim, en azından Selin’i. Saati usulca komidinin üstüne bırakırken bet bir küf kokusu tanıdık geliyor. Çukurcumanın tozlu raflarından, kimbilir hangi kesif bir ceptek çıkmadır. Ben öyle yerlere uğramış olamam. Annemin işi olmalı.

Ait olmadığım bir dünyanın nesnesi gibi hissediyorum kendimi, tıpkı bu eve, biraz sonra yürüyeceğim bahçeye ait olmadığım gibi. Evden çıkıp asansöre ilerliyorum. Ev dediğim tek odalı, banyolu avuç içi kadar var yok. Asansörü boşverip merdivenlere ilerliyorum. İnmiyorum da yuvarlanıyorum sanki. Ana kapıyı belli ki bir zamanlar saçlarının lüleleri rüzgârda dans etmiş olan, ancak şimdi yönünü şaşırmış gibi dolaşmış kumral bir kadın, yüzünde donup kalmış gibi duran, sevecen mi yoksa kaslarına söz geçiremediğinden mi hep aynı ifadeyle bana bakarak gri demir kapıyı açıyor.Kendimi ifade etmeye bile üşendiğimden bakmıyorum daha fazla.

Etrafa konmuş kahverengi banklarda komşularımın bir kısmı yalnız oturuyor. Eşlik edecek günümde olmadığımdan kendi yönümde olmayı seçiyor, hızlı adımlarla birkaç ağaç geçiyorum, aklımda Selin.

Vücudum bu ani titreşen akımı tanıyor. Bu görüşmeyi planlamadığım için daha doğrusu hiçbir görüşmemizi planlayamıyorum. Bu kontrolsüz iletişim kendime olan sarsıntılı güvensizliğimin altını oydukça, fare olan ben, kediyi çaresizce kabulleniyorum.

Arkadaşlığını sevmiyorum. Bu kadar sık görüşme isteği beni buraya taşınmak zorunda bırakmadı mı? Benden hoşlanıp hoşlanmadığını anlamama bile izin vermiyor. Belki de seviyorum. Bana, en ufak bir samimiyet göstermememe rağmen sen demesini, kendimi karşısında bütünleyemememi, hatta bile isteye parçalarımı tüm gücümle karıştırıp onun yeniden inşa ederkenki kendinden hoşnut ifadesini izlemeyi.

Ayşe’ye her sabah darılıp ertesi gün gelmesini beklemem gibi. Ya da anneme gücenip, getirdiği börekleri gözünün önünde mideye indirmem gibi.

Biliyorum, itiraf edemesem de bu kadınların bana ihtiyacı yok, benim onlara ihtiyacım var. Beynimin içinde soğuk demirden gövdesine hürmetle tik taklarını tüm koridorda duyuran saatin sesi kendini tekrar ediyor. Vaktin geldiğini sezinliyor, apartman kapısına yöneliyorum. Bir süredir ana girişin camındaki çatlak bugün daha da uzamış gibi geliyor. Camda uzamış sakallarımı zamana yayılan alışkanlıkla sıvazlarken elim çatlağın en dibine, köşesine uzanıyor. Parmaklarım tamamen sezgisel bir inançla saydamlığın tadını çıkarırken saçlarıma gri bir toz bulutu yağmış hissi veren tellerin çoğaldığını fark ediyorum.

Elim şimdi en köşede, buz kırağını andıran ucundan tutup az biraz hareket ettiriyor, bir çatlak daha kazanıyorum. Bu hoşuma gidiyor. Bu küçük ivme, yüzümde yeni bir çizgiyi fark ettiriyor. Derin bir oyuktan çok etkisi kısa süren, unuttuğum can sıkıcı bir anı gibi. Selin aynaya bakmamı doğru bulmuyor.

Kendimi izlemenin içimde fark etmediğim, yersiz bir kırılganlığı harekete geçirdiğine inanıyor. Oysa gerçek dışı bu endişenin aslı astarı yok. Eskiden beri kendimi beğenirim ben. Tanrı’nın adil olduğu nadir bir alandır benim için.

Nihayet kendimden kopup etrafa bir göz atıyorum. Az önceki kalabalık kısmen hafiflemiş gibi. Binaya giren çıkan da yok. Yavaşça eğilip terliğimdeki simetrik delikleri kontrol ediyormuş gibi cenin pozisyonumu alıyorum. Artık sırtım bahçeye dönük, gözlerim göz kamaştıran çatlağa. Dişlerimle birkaç dokunuş yapıyorum, ısırmama ramak kala kapıda aniden beliren karaltıyla irkilip geri çekiliyorum.Bir elim iki büklüm hâliyle saçını düzeltiyor havası vermeye çalışırken, öbür ki işaret pamağıyla bir parça kopartıyor.

İşaret parmağımla baş parmağımın arasına özenle yerleştirdiğim parçayla koridoru arşınlıyorum. Merdivene ilk adımımda, birinci hamleyi yapıp bastırıyorum. İlk darbeyle işaret parmağıma ilk çizik geliyor. Hissettiğim sızı bütün damarlarımı harekete geçiyor. Acı parmaklarımdan koluma oradan göğsüme yayılıyor. Ya da bana öyle geliyor. İkinci basamakta yerini bulması için iyice bastırıyorum.

Kanın yapışkan tadı damağımda gibi tadını çıkarıyorum. Üçüncü basamakta yerleşeceği yeri iyice oyduğumu biliyorum. Tamam olduğunu hissettiğim anda son darbeyi vuruyorum. Kan parmaklarımdan avucuma doğru ince yollar çiziyor. Acı, zihnimin üstündeki kalın örtüyü bir anda çekip alıyor.

Uzun süre nefessiz kalmış ciğerlerin aniden havayla dolması gibi şişip kabarıyorum. Zihnim onmaz gafil bir uykunun kollarından silkinip önümde dikiliyor. Onların salık verdikleri, daima kendini iyi hissetme fetişizmine ben de karşılık gelen el değmemiş bir diriliş. Yeni doğmuş bir bebeğin ilk sesi gibi yalın bir çığlık.

Ayşe kapıda karşılıyor beni her zamanki gibi. “Yine ne yaptınız Ekrem Bey!” İlk müdahale acil. Parmaklarımı kaptığı gibi durdurmak istiyor kanı. İşaret parmağımın içine geçmiş parıltıyla irkiliyor. Yardım çağırıyor. Ben böyle dört bir yandan kuşatılmış, onlara katılmamak için direnirken sıradan bir insan eli, beni değerli hazinemden mahrum bırakıyor.

Şimdi oyuk hazin bir boşluk. Aniden hep birlikte bir bölük insan, önünde durduğumuz kapının aniden açılmasıyla derin bir uykudan uyanmış gibi sarsılıyoruz. Selin, kaygısının üstünü örtmeye çalıştığı yapmacık bir donuklukla bize bakıyor. Sıradan elin işinin bittiğini görünce, “Buyurun Ekrem Bey” diyor. İçeride yeniden senli benli olma umuduyla atıyorum kararsız adımımı.

Bir süre önündeki kâğıda birşeyler yazıyor. Pembe karton dosyaya yerleştirirken bezmiş kaşları bir inip bir kalkıyor. Kapanan dosyanın üstünde narin parmakları birbirine kavuşuyor nihayet. Gözüm parmaklarının arasından sızan harflere takılıyor. Her hareketinde boşlukları dolduruyorum.
Dosya:8321
Ekrem Gümüş
Psikiyatri Kliniği
Yeniden göz göze geliyoruz. Annemin işi olmalı.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi