ANI
Giriş Tarihi : 17-07-2023 23:05   Güncelleme : 17-07-2023 23:21

Anneannemlerin Köyündeki Tatil Anıları / Ümit Ahmet Duman

Yazan: Ümit Ahmet Duman -ANNEANNEMLERİN KÖYÜNDEKİ TATİL ANILARI

Anneannemlerin Köyündeki Tatil Anıları / Ümit Ahmet Duman

ANNEANNEMLERİN KÖYÜNDEKİ TATİL ANILARI

İlkokulda ve ortaokulda okurken eğitim döneminin sonunda başarılı karnemizi getirdikten sonra ailemizle birlikte Avcılar’da oturan babaannemi ve amcalarımı ya da annemin köyü olan Uzunköprü Başağıl’da yaşayan anneannemi, dedemi, dayımı, teyzemi ve kuzenlerimi ziyaret etmek en büyük neşe kaynağımızdı.

Sekiz-dokuz yaşlarında olmama rağmen köyün bize göre bedensel olarak daha bir “uyanmaya başlamış” genç kızlarıyla meşhur “çeşme başı kesişmeleri” yaşardık.

Köyde teyzemin evinden daha çok anneannemin ve dedemin de yaşadığı dayımın evinde kalırdık. On bir çocuğun bir arada olması; dayımın, yengemin, dedemin ve ninemin bize karşı sevgi dolu davranışlarda bulunmaları evin eğlencesini arttırıyordu. Benim ve iki kardeşimin kız ve erkek akranlarının olması keyfimizi daha da artırıyordu.

Köye girişte burnuma gelen hayvan tezeği kokusu beni “köyde olduğuma” inandırırdı. Köyün içinden geçen, yaz güneşinin sıcaklığını alan, sağlı sollu söğütlerin oluşturduğu yeşil gölgelerle kaplanmış nehirde geçirdiğimiz zaman, biraz da ferahlamak için oynadığımız su fırlatma oyunu sevincimizi zirveye çıkarıyordu. Hele bir de bize eşlik eden kar beyazı kuğular, kazlar ve yeşilbaşlı ördekler varsa değmeyin keyfimize…

Kaldığımız ev; birçok Trakya köyünde gördüğümüz, geleneksel, sıradan, tek katlı, dedemin  Yugoslavya’daki evini yaparken edindiği deneyimi kullanarak kendi elleriyle yaptığı, dikdörtgen biçimli, bembeyaz kerpiçle dış sıvası yapılmış, önünde boydan boya veranda bulunan “tipik” köy eviydi. Geniş avlusu olan evin arkasında büyük bir tarla da vardı.

Annemin anlattığına göre Yugoslavya’daki evleri iki katlıymış. Alt kattaki ahırda atlar, inekler, mandalar, koyunlar ve keçiler bulunurken üst kat insanların yaşam alanı olarak düzenlenen bölümlerden oluşuyormuş. Tavan arasında ise bütün kış yemek için samanların arasına koydukları elmalar, armutlar depolanırmış...

Köydeki evin sol köşesindeki minik oda “ebeveyn odası” olarak kullanılırdı. -Nedense konuşmaktan korktuğum- dedem ve önündeki mor renkli ispirtosu hala hatırımdadır. Bu odanın yanında duvarlarında açık dolapların, yerde topraktan yapılmış bir kuzinenin olduğu, mis kokulu ekmeklerin, tazecik ev peynirlerinin yapıldığı, evin gelininin yayıkta ayranı döverek tereyağı haline getirdiği mutfak vardı. Buzdolabı yoktu ama önüne ve arkasına “bakraç” denilen bakır kovalar tutturularak dengeli bir biçimde taşınması için ortasından omuza yerleştirilen sopalarla kadınlar köy çeşmesinden su taşırlar, taşınan sular mutfağın serin köşesindeki toprak ibriklere, güğümlere boşaltılarak yaz-kış serin serin içilirdi.

Mutfağın yanında hem yemek odası, hem misafir odası, hem de yatak odası olarak kullanılan geniş bir oda vardı. İçi de dışı gibi kireç kokan bu bölüm “tertemizliğin” simgesi gibiydi. Duvarın kenarındaki minderlerin, yastıkların, beyaz kırlentlerin yapılışlarındaki el işçiliği, kullanılan iplerdeki renk cümbüşü o dönemdeki “refahın ve mutluluğun” timsali gibiydi…

Yemek odasındaki yuvarlak yer sofrasının ortasına konan tarhana sinisine on beş kişinin kaşıklarla saldırışını gözünüzün önüne getirin... Ninem, dedem ve dayım ilk kez burada gördüğüm ve başka bir yerde yediğimi anımsayamadığım sarı renkli karpuzları -çok değişik bir şey olduklarını düşünerek- bize yedirmek için özel bir çaba harcarlar, ninem bize olan özlemini ve sevgisini “oh nini, oh nini” nidalarıyla başımızı okşayarak gösterirdi.

Biz köydeki eve gelir gelmez çevrede bir “genç insan hareketliliği” oluşurdu. Ablalarımın biri on iki diğeri de on beş yaşlarındaydı. Köydeki kızlardan çok da güzel değillerdi ama “yabancı kişiler” hep ilgi çekici olur ya şehirden geldikleri için ikisine de “yavukluluk” talepleri gelirdi. Allah’tan babam olmazdı yanımızda da “arıza” çıkmazdı.

Köy evinin tam karşısındaki tepeden öğle vakti bir ayna ışığı yansımasıyla işaret gelir, Fatma Ablam bir yandan utanırken diğer yandan da “beğenilmenin” verdiği hazzı yaşardı. Ayşe Ablam yaşı daha küçük olduğu için hem gelen talepleri geri çevirir, yakınlaşmak isteyenleri doğduğuna pişman eder hem de ablasını “Seni babama söyleyeceğim.“ diyerek tehdit ederdi. Benim “enişte” adaylarından bir tanesi futbol oynadığı için dayımın kızları ablama yardımcı olmak amacıyla onu sık sık maçlara götürürlerdi.

Ablamlar, dayımın kendileriyle yaşıt olan kızları ile tarlaya gittiklerinde “arık yarışına” girerler, bu tarz işlere alışık olan dayımın kızları her zaman ipi göğüsleseler de yaşanan “tatlı rekabet” herkesi çok eğlendirirdi. Pancar çapalama işine herkes aynı anda başlar arığın sonuna ilk gelen o raundu kazanırdı. Aynı yarış ayçiçeği tarlasında benzer biçimde tekrarlanır, yarışmacılar sıranın başında yan yana gelip elindeki çakılarla “gündendi kafalarını” keserek oldukları yere bırakırlardı. Arık bittiğinde seyirciler kazananı alkışlayarak tebrik ederlerdi.

Ben en çok üzüm bağlarındaki “bağ bozumu” zamanlarına bayılır, o güzelim “papazkarası” üzümlerinin salkımlarını -zarar vermekten ürkerek- keserken kendim için ayırdığım salkımı afiyetle yerdim. Bostanlardaki karpuzları, kavunları dallarından kesip inek arabasına zedelemeden yerleştirme işini yarışmadan güle oynaya yapardık. Bostan kenarındaki ahlât ağacının gölgesinde, toprak kokusu eşliğinde sabahtan seçip gölgede serinlettiğimiz bir iki karpuzu kesip “susuzluğumuza çare buluşumuz” hayatımız boyunca bir daha yaşayamayacağımız güzellikleri sunuyormuş bize… Tarlanın içinde ya da kenarında Allah’ın nimeti olarak var olmuş bir ağacın gölgesinde yediğimiz öğle yemeklerinin tadını şimdi en güzel manzaralı kent lokantalarında yediğimiz yemeklerde bulamıyoruz...

Tarladan yorgun argın dönen kadınlar “Dur bir nefes alayım.” diyemeden mutfağın yolunu tutarlardı. İçlerinden biri “ev nöbetini” almışsa işler biraz daha hafifler ama herkes tarlaya gittiyse bezgin bir şekilde ev işlerine başlanırdı…

Toplam on dokuz boğaz için hazırlanan yemek acelece yenir, bir nebze olsun keyiflenmek amacıyla közde bakır cezvelerde pişirilen bol köpüklü kahvelerin kokusu tüm avluyu kaplar, sigara yapmak için tütünlerini saranlar kahveye eşlik eden dumanlarını tüttürürlerdi.

Gece olunca tarladan getirilen gündendi kafaları evin avlusundaki daire haline getirilmiş alana  -harmana- istiflenir; varsa lüksler, yoksa avlunun kenarındaki ağaçlara ya da asmanın tepesine asılan sarı solgun titrek ışıklarıyla gaz lambaları yakılır, dolunay varsa ayın ışımasından yararlanılırdı. “Gündendi (gündöndü, bazı yerlerde çiğdem, sıkça söylenişiyle ay çekirdeği) dövme” işi yapılırken muzip kuzenlerin karpuz kabuğundan yaptığı, içinde mum yanan, insan kafasına ve yüzüne benzeyen gece lambaları zifiri karanlıktaki yansımalarıyla gecenin en ilginç aksesuarları haline gelirlerdi…

Cırcır böceklerinin “kulakları sağır eden çağıltısı” ile ateş böceklerinin “umut veren ışığı” altında karanlıktan gelen pat patın gürültüsü sessizliği yırtardı. Ablamlar çoğunlukla tuzlu siyah çekirdek ya da az da olsa kabak çekirdeği kavurma işini üstlenirler, bir taraftan kafalar dövülürken, diğer taraftan da midelere bayram yaptırılırdı.

Sıra hangi komşuda ise onun bahçesinde toplanılır, herkesin eline “çekiç başına” benzeyen özel bir sopa tutuşturulur; maniler, günlük türküler eşliğinde başlayan neşeli “gündendi dövme” işi, mübadil ablalarının köylerinden getirdikleri sıla türkülerini söylemeye başlamalarıyla gözlerden yaşların boşandığı bir toplantı haline gelirdi…

"Alişimin Kaşları Kara, Çıkayım Gideyim Urumeline, Dağlar Dağlar, Arda Boylarında Kırmızı Erik, Köşküm Var Deryaya Karşı" gibi türkülerden sonra sıra Yugoslavya’dan getirilen acıklı türkülere gelir hüzünlü edalarla, yaşmakların kenarı kullanılarak gözyaşları silinirdi…

Mısır hasadında harman sahipleri yardıma gelen misafirlerine “sütlü mısır” kaynatır, çocukların da mutlu edilmesine özen gösterilirdi. Harman yerine serilen mısır koçanları kurutulduktan sonra aynı gündendi gibi kırılarak tüccara satılana kadar serin depolarda saklanırdı.

Harmanda arkasına bindiğimiz düvenle çocukça oyunlar oynardık. Dayımın ya da büyük çocuklarının ellerindeki yabayla gündendi ya da buğday tanelerinin arasındaki tozları savurmaları, ürünleri güneşe karşı dizerek havalandırmaları “iyi bir ressama çok güzel sekanslar verecek” manzaralar oluştururdu. “Natürmorta” sarı saman balyalarını da siz ekleyin gari…

Dayımın ve teyzemin çocukları gündendi kafalarından “afili” arabalar yaparak beni mutlu etme yarışına girerler, kimin daha çok kafadan ya da daha düzgün kafalarla araba yapacağı konusunda gizli gizli rekabet ederlerdi.

Hediyelerin ardı arkası gelmez, çocuk ruhumu şenlendirecek şeyler bulmak için adeta uyumazlardı. Kavak ağacından mıydı şimdi tam anımsamıyorum? Düzgün dallardan kavallar yapıp en güzel hangisi ses çıkarırsa “eve giderken götürmem” için özel olarak hediye ederlerdi.

Köydeki akrabalar -güzel anılarla dönmeleri için- ablalarıma ineklerden, koyunlardan, keçilerden süt sağma işi yaptırırlar; ablalarımın memeleri acemice tutmaları, alışık olmadıkları biçimde sıkılmış memeleri nedeniyle hayvanların bizimkileri tepmeleri ya da sıktıkları memeden fışkıran sütün bakraçtan dışarı sıçraması gibi olaylar yaşanınca kıkır kıkır gülerlerdi...

Uzunköprü’deki pazara gidilen “perşembe günü” bizim için “sıradan” olmasına karşın köylüler için çok “özeldi.” İki üç gün önceden taze peynirler, tereyağları, yumurtalar, ev ekmekleri, -varsa- ağaçlardan toplanan köy yemişleri hazırlanır, “en cici” kıyafetler giyilirdi.

Kadınlar, özellikle Pomak köylüsünün simgesi haline gelmiş siyah-beyaz pötikareli yaşmaklarını renkli şalvarlarının üstüne iliştirirlerdi. Her sabah işe başlanılan zamandan en az yarım saat önce hazırlanılır, portaya gelecek traktör (daha önceleri öküz arabaları ) beklenir, traktörün arka römorkuna önce denkler atılır sonra da diğer komşuların yanına sıralanılırdı. Perşembe pazarında değil de şimdiki karakolun karşısındaki aralıkta bulunan merdivende yerlerini alan köylüler satılan mallarından topladıkları paralarla -bizden her ziyaretimizde yana yakıla istedikleri- beyaz ekmeklerden alırlardı. Bunun yanında evlerin diğer “elzem” ihtiyaçları alınarak akşam olunca köye dönülürdü.

Köye dönüşte “Çocuk sevindirmek sevaptır.” düsturuyla bizleri de unutmazlardı. En sevindiğimiz hediye “susamlı rulo” halinde yapılan sert beyaz helvaydı. Ben halen bir pastanede ya da aktarda bu helvayı gördüğümde “çocukluğumu” yaşarım. Helvanın yanında renk renk akide şekerleri, çikolatalar, köy bakkalına pek gelmeyen kapağında zenci kız resmi olan Zambo Sakızı ve hatırlayamadığım birçok hediye daha verilirdi.

Renk renk mis kokulu yediveren gülleri, kasımpatılar, fesleğenler ve annemin Kâbe otu dediği nanegillerden hoş kokulu yeşil bodur bitkiler “ince zevklerin bahçedeki dışa vurumuydu.” “Bahçedeki güzelliğin sürmesi” nöbetini birbirine devreden renk cümbüşü çiçekler, her mevsim değişik renklere bürünmeleriyle “süreklilik gösteren doğal tablolar” gibiydi…

Köyde bindiğimiz “güzel gözlü” eşeklerin aniden beliren köpeklerden ya da başka bir şeyden ürkerek bizi üstlerinden atmaları hala “en güzel anılar” olarak belleğimdeki yerini koruyor!..

 

Editör: Hamit Gözümoğlu 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi