ANI
Giriş Tarihi : 22-12-2023 18:40

Yağmurun Sesi / Alparslan Aygül

Yazan: Alparslan Aygül -YAĞMURUN SESİ

Yağmurun Sesi / Alparslan Aygül

YAĞMURUN SESİ

Bugün, Cuma namazına giderken hava bulutluydu. Çıkışta öyle ezgin yağmur başladı ki, biraz bekledim ancak kesilmedi. Sonra gök gürültülü yağmaya başladı. Eve kadar koşturarak geldim ancak ıslanmaktan kurtulamadım.

Son yıllarda, ülkemiz genelinde yağmur az yağıyor. Son bir aydır, İzmir'e güzel yağıyor Allah’a şükürler olsun. Hem de günlerce ezgin ezgin yağan cinsten. Tıpkı, benim çocukluk yıllarımda yağan yağmurlar gibi. Yağmur yağarken kardeşlerimle pencereden dışarıya bakar sonra da; “Yağ yağ yağmur, teknede hamur, ver Allah’ım ver sicim gibi yağmur” Ardından; “Yağmur yağıyor, seller akıyor, arap kızı camdan bakıyor” tekerlemesini söyler çocuk halimizle sevinirdik.

Bu satırları, bilgisayarımda yazarken dışarıda çiseleyerek yağıyor mübarek. Yağmurun yağışı insana huzur veriyor. Her ne kadar işitme kaybım ve kulak çınlamasından dolayı bu sesleri duymasam da, yağmur kendine özgü sesiyle, kokusuyla yeryüzüne canlılık ve bereket dağıtıyor. Yağmurun kokusu yokmuş normalde. Kokan şey, ıslaklık nedeniyle toprakta bulunan bakterilerden geliyormuş. Varsın öyle olsun. Bağda, bahçede, tarlada çalışırken toprak kokusuna, ormanda yürürken ağaç ve yaprak kokusuna, hele küf ve mantar kokularına mest oluyorum ben.

1970’li yıllarda, Nevşehir-Gülşehir Gümüşken köyünde ilk ve ortaokula giderken kestirme yollardan giderdim. Evimizin hemen karşısındaki adına sokak dediğimiz cılgadan bayır aşağı iner ve Değirmen Deresi’nden akan çayda, taşlara basarak karşıya geçerdim. Sonra hafif bir tırmanıştan sonra okuluma varırdım. Güz ve bahar aylarında yağan yağmurla birlikte sümüklü böcekler çıkardı. Sokaktaki cılga yoldan okula gidip gelirken çalı diplerinde, orman üzümünün dikenli filizlerinde ve itburnu ağacına yapışmış halde bulunurdu. Eğer, yağmur çok yağmışsa sümüklü böcek bol olurdu. Biz çocuklar bunlara para gözüyle bakardık. Hem de bir poşet dolusu cıngır cıngır madeni para.

Çalıların çoruna, orman üzümünün ve itburnunun dikenlerinin elimi, kolumu çizmesine aldırış etmeden tek tek toplardım o sümüklü böcekleri. Bazen de, soğuktan ‘burnumun ucu yere düşer’ (çok üşümek) ezgin yağan yağmurda ıslanırdım. Olsun! Ben mutluydum ya, emek harcayıp para kazanıyordum ya, gerisi hiç önemli değildi. Sümüklü böcekleri, köyümüzden birkaç kişi satın alır, onlarda Nevşehir’den gelenlere satarlarmış. Sonrasını bilmem artık. Onca sümüklü böcek ne işe yarar, ne yapılırsa? Ben aldığım bozuk paralara bakardım. Necati amcanın bakkalından defter, kalem, silgi alırdım. Ha birde yüz gram tuzlu fıstık içi. Yüz gramda bandırma aldım mı, en mutlu çocuk ben olurdum artık.

Henüz on yaşındaydım, Mayıs ayında, Kemerlik mevkiindeki elmalığı belliyorduk. Babam, ben, Ahmet Dayı ve oğlu Yılmaz Ağabeyimle birlikte. Öğle vaktine doğru hava karardı ve Evran Burnu’ndan beri (Tuzköy tarafındaki tepe) takır takır gök gürlemesi sesiyle yağmur da gelmeye başladı. Ardından yıldırımların çakmasıyla doludizgin yağmur başladı. Babam, daha önceden koyak dediğimiz yere çardak yapmıştı. Bu çardak, yağmurda sığınmak için birebirdi. Koşarak çardağa geldik. Her takırtı, bir bomba sesi gibi patlıyordu. Babam ve Ahmet Amca; “Allahümme salli ala seyyidina Muhammed – Lâ ilâhe illallah, Allahım afat verme…” dedikçe onların bu söylemlerinden ve gergin yüz ifadelerinden korkuyordum.

Bir ara babam; “Eyvah! La oğlum, aşşada Cemal Dayı’nın orda çayırlıkta bizim koca eşek bağlıydı. Sel gelirse valla hayvanı götürür” dedi. Ahmet Dayı babamın gözüne baktı. “La gardaşım, bu yaamırda, bu selde eşşek getirilmeye gidilir mi? Valla sele gapılırsınız. Bırahın eşeği falan, sel götürürse götürsün” dedi.

Babamla göz göze geldik ve; “Baba, ben getiririm” dedim. Öyle ya, koca eşek, bizim çok kahrımızı çekmiş, yıllardır yükümüzü taşıyordu. Şimdi de, ben onun kahrını çekmeli ve selden kurtarmalıydım diye düşündüm. Yağan yağmura aldırış etmeden koşarak sırılsıklam olmuş halde çayırlığa vardım. Koca eşek, gökten sicim gibi yağan yağmurda kulaklarını indirmiş ve zincirle bağlı olduğu halde öylece sozalıyordu (olduğu yerde bekliyordu)

Dereden gelen sel ayak bileklerim hizasındaydı. Akan çamurlu selin içinden zinciri bulup toprağa çakılı kazığı (zikkeyi) söktüm. Zincirin bir ucunu eşeğin boynuna bağladım ve çekmeye başladım. Ancak, eşek bu işte! “Nuh diyor peygamber demiyor” misali bir adım bile atmıyor, inat edip yürümüyordu. Bir yandan da yıldırımlar düşüyor, takır takır gök gürlemesinden ve gelen selden korkuyordum. Daha önceleri babam; “Böyle havalarda at, eşek gibi hayvanların yanına yaklaşılmaz oğlum. Çünkü yıldırımı üzerlerine çekerler” demişti. Bir taraftan da gelen sel çoğalıyor ve diz kapağıma yaklaşıyordu. “Sel beni götürürse ne yaparım” korkusu sardı içimi. Son bir gayretle koca eşeğe yalvardım desem yeridir. “Aman eşek, canım eşek. Haydi ne olur yürü. Burada kalırsan seni de, beni de sel götürecek” diye söylenmemin faydası yoktu. Artık, eşeği bırakıp oradan ayrılmaya karar veriyordum ki, bizim eşek adım atmaya başladı.

“Allah çocukların, yetimlerin, öksüzlerin ve gariplerin duasını kabul edermiş” derdi anam. Bizimki de öyle oldu galiba. Koca eşek yürümeye başladı ve çardağa kadar birlikte geldik. Babam, halimi görünce; “Aferin la sana! Gozüme girdin valla” demesi, benim bütün korkumu ve yorgunluğumu aldı ve içime huzur doldu. Sonra yağmur dindi, çalı çırpılarla ateş yaktılar, ısınıp kurulandık ve evin yolunu tuttuk. Ama ben, o günkü yaşadığım korkuyu ömrüm boyunca hiç unutmadım.

Yağmur, kimi zaman bereket, kimi zaman afet oluyor. Allah’ın işine karışılmazmış. O nasıl isterse öyle olurmuş. Vay be! Yağmurun yağışı bana bunları hatırlattı işte.

Allah, çocukların, yetimlerin, öksüzlerin ve dilsiz hayvanların hürmetine kimseyi yağmursuz ve susuz bırakmasın.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi