ÖYKÜ YARIŞMASI
Giriş Tarihi : 18-08-2022 13:09   Güncelleme : 18-08-2022 14:07

Yağmur Yağarken Cevriye

Yazan: Hakan Cucunel - YAĞMUR YAĞARKEN CEVRİYE - Truva Edebiyat Dergisi 5. Öykü Yarışmasını kazanan öykü.

Yağmur Yağarken Cevriye

YAĞMUR YAĞARKEN CEVRİYE

Sabahtan giriyoruz atölyeye. İçerisi hep soğuk. Aynı tahta sandalyelere oturuyoruz. Bunlar, biraz kıpırdanınca gıcırdıyorlar. Gıcırtı Kara İbrahim’i uyandırmış gibi ya da canını yakmış gibi rahatsız ediyor. Uyuyan hırçın ve ne yapacağı belli olmayan vahşi bir hayvanın bakışları var onda. Bir sorun var zannediyor belki de. O, patron. Gerçekten kara. Yüzünü zorlukla örten ince derisi sanki gerdirilerek çekilmiş ve ancak yetmiş kemikli kafatasını kapatmaya. Konuşunca hepsi aynı biçimde olan uzunca sarı dişleri görünüyor. Pek konuşmuyor. Kafasını sallayıp derin bir nefes verirse küfür ederinde bir şeyler söylemiş oluyor. Sesini çok nadir duyuyoruz.

Tezgahların üzeri bakır tel, plastik karkas, kağıt bant, E ve I saçları, çekiçler ve yan keskilerle dolu. Bakır telleri, karkaslara bilmem kaç tur boyunca saran motorun sesi hiç durmuyor. Küçük tüpte çay demleniyor bir saatte bir. Çayımızı yerimizden kalkmadan içiyoruz. 

Kara İbrahim, suratsız bir adam. Akşam saat beşe kadar asla konuşmuyor. Akşam beşe kadar bütün gün biriktirdiği can sıkıntısının içinde boğulur gibi huzursuz. Belki de artık o an kaç yaşındaysa o kadar yıldır biriktirdiği sıkıntının ağırlığı ile bezmiş, yılmış, mutluluk nedir bilmemiş gibi, sadece duruyor. Oturduğu yerden soğuk siyah gözleriyle çalışanları izliyor. Bir işi yapmanın bir hızı var onun için. Daha yavaş yaptığında bakışları takılıp kalıyor yavaş çalışan kişinin üzerine. Konuşmuyor, kızmıyor sadece bakıyor. Hepsi bu. Ama küfür eder gibi kalkıp birazdan dövecekmiş gibi bakıyor. Ama saat beş olup da ilk birasını açtığı o an, bir anda bir şeyler oluyor Kara İbrahim’e. İçinde biriken ve sözle anlatılmaya çalışılınca sığlaşan, sıradanlaşan bütün o birikinti, sanki geniş ağızlı bir lavabonun ansız açılmasının hızıyla bir anda akıp yok oluyor. İnsanlaşıyor. Şakalar yapıyor hatta bazen gülüyor bile.

Yalçın Usta, çalıştığımız uzun masaların arasında dolaşıyor. Bir gözlüğü  boynunda sallanıyor. Bir gözlüğü burnunun en ucunda düştü düşecek gibi duruyor. Birimizin elinden bir malzemeyi alıyor, parmak uçlarıyla muayene ediyor, kaygılı kaygılı nefes alıyor sonra hiç bir şey olmamış gibi yerine bırakıyor. On dört kişiyiz atölyede. Burası eskiden kahvehaneymiş. Üst kattaki kadın şikayet etmiş kapattırmış. Kara İbrahim kiralamış burayı. Malzemeleri getirdik. Bir ay boyunca burada trafo sarıyoruz. 

İçerisi soğuk. Hiç ısınmıyor ama biz üşümüyoruz. Atölyenin camlarından aşağı doğru sürekli buğu sonrası ince su damarları akıyor. Bu su damarlarının bir yerinden İzmir körfezi görünüyor başımı azcık uzatınca. Küçük tüp yakılınca onun sesi çayın geleceğini söylüyor. Dışarıda yağmur yağıyor. Dışarıda durmayı unutmuş bir yağmur yağıyor. Hem de buraya geldiğimizden beri yağıyor. Günlerdir yağıyor. İzmir’de ıslanmadık bir yer kalmıyor. Asfaltlar yıkanmış gibi parlıyor. Palmiyelerin en içlerine, derinlerine kadar giriyor yağmur. Evleri, binaları, Milli Kütüphaneyi ıslatıyor. Balçova’da mutfak camına benim adımı yazsa diye hayal ettiğim bir kızın bakışları da belki şimdi yağmuru izliyor. O kız, o cama belki bir çiçek çiziyor. Belki’lerin kol gezdiği bir saat dediği bu saattir diyorum körfeze bakarken. Varyant’ı ıslanıyor. Kendini kaybetmeden yağıyor yağmur. Seller oluşmuyor, hiç bir yeri su basmıyor ama yağmur durmuyor. Bir şeyin intikamını almak ister gibi yağıyor, dolmuşlar, otobüsler, troleybüsler sırılsıklam. Yağmura hiç bir şey uzun süre direnemiyor. Bir yer bulup, bir çatlak, bir aralık bulup içeri giriyor yağmur. Belki bizim içimize de giriyordur.

Yalçın Usta, yeni bir tur için oturduğu yerden kalkıyor. Aralarda dolaşıyor. Herkes gergin. Hiç kimse konuşmuyor. Hiç kimse konuşamaz. Kara İbrahim konuşmadan kimse konuşamaz. Kimse gülemez. Yalnızca işini yapabilir. İşimiz günlerdir aynı. Yankeskileri çekiçler konuşuyor, bakır teller  konuşuyor. Küçük tüpün altı yanıyor saatte bir. Sonra çay otunun üzerine inen kaynar sudan anlatılmaz güzellikte bir koku çıkıyor. Bu koku birazdan işe ara vermenin kokusu. Sabah bitiyor, öğlen arasında tavuk döner ve ayran geliyor. Karınlar doyuyor. Sonra yeniden başlıyoruz çalışmaya. Çay içiyoruz, çalışıyoruz, yağmur yağıyor, Kara İbrahim bize bakıyor, çalışıyoruz, yağmur yağıyor, çay içiyoruz,  Kara İbrahim bize bakıyor, çalışıyoruz, yağmur yağıyor... 

Oysa başka şeyler var benim aklımda. Zaman kaybediyormuşum gibi geliyor bana. Zamanı kaybediyormuşum gibi. Başka bir şey için yaratıldığım halde; o “şey”i bulamadığım için buradaymışım, bulsam o şeyi, hemen ona koşacakmşım gibi geliyor bana. Camdan bakıyorum. Islanmış bir İzmir, dışarıda sürekli bekliyor. Orada bir şey var ama ben onu henüz bulamamışım ama bir gün mutlaka bulacakmışım gibi hissediyorum. 

Cemal Usta elinde ölçü aleti ile biten işlerin sağlamlık kontrolünü yapıyor. Başımı az ileri uzatıp Körfeze bakıyorum. Öylece duruyor yerinde. Yine ıslak, yine yağmur yağıyor.  Çay bardaklarının çın çın sesleri geliyor. Çaylar dolduruluyor. Cevriye Abla, çayları dolduruyor. Tepsiye yerleştiriyor. Önce bizim taraftan başlıyor dağıtmaya. Zaman,Cüneyt için o an donuyor. Zaman altın değerini kazanıyor.

O zaman bile yağıyor yağmur.  Cevriye Abla, tepsiyi getiriyor, alıyoruz çaylarımızı. Değişik bir kokusu var onun. Bütün kadınlardan farklı. O, böyle güzel kokmak için yaratılmış bence. Şekerleri ince belli cam bardaklara bırakıyoruz. Daha düşerken ufalanıyor şeker. Cüneyt öfkesini bardaktan çıkarır gibi karıştırıyor çayını. Şeker taneleri  önce bir girdabın etrafında dönüyor. Sonra küçülüyor sonra eriyip yok oluyor. Ellerimiz kararmış. Bardağı dudak payından yakalıyorum. Aralıktan gelen körfez ışığına uzatıyorum. Seviyormuşum ben doğduğum kenti. O an, orada fark ediyorum bu sevgiyi. O zamandan beri de devam ediyorum sevmeye. Yağmur yağıyor. 

Cüneyt bana doğru uzatıyor kafasını. Yakışıklı bir adam bu Cüneyt. Sarışın. Gözleri de yaman ela. Düzgün bir yüzü var. Uzun boylu daha o zamandan. Derin bir iç geçiriyor. Diyor ki “Kirpiklerinin gölgesinde ölsem Hakan.” Gözlerine bakıyorum Cüneyt’in. Anne sevgisini bir an bile yaşamamış bir adamın gözleri bunlar. Bakışlarına bakıyorum. Baba, sevgisini, öfkesini hiç görmemiş. Bir şeyler var Cüneyt’in bakışlarında. Hiç büyümemiş. Derin bir nefes veriyorum. “Bak” diyorum. “İzmir görünüyor. Körfez görünüyor şu aralıktan” bakıyor. Dalıp gidiyor. İçerisi soğuk. Ellerimizden daha yukarı çıkmıyor bardakların sıcağı. Boğazımızdan inerken soğuyor çay. Dalıyor Cüneyt.

“Ben açılacağım Aga” diyor. Bunu gerçekten inanarak söylüyor. Yağmurun bir türlü durmayışına nasıl şaşırıyorsam bu söylediğine de en az o kadar şaşırıyorum. Bunu isteyecek cesareti biriktirmesine o kadar şaşırıyorum. Şair şair konuşuyor bu Cevriye’yi gördüğünden beri. Şiir şiir susuyor. O böyle sustukça bir mengenenin demirden dudaklarının arasında sıkışıyorum. Körfeze bakıyorum. Yağmurun denize yağmasına nedense eskiden de şaşardım.

Gerçekten seviyor mu Cüneyt, Cevriye’yi? Gerçekten buğulanıyor bakışları. Dün gece rüyasında görmüş. “Avuçlarının içini öptüm” diyor. Nasıl da çatallanıyor sesi. Ela gözleri nasıl da kanlanıyor. Bir kadının avuçlarının içini öpmeyi ilk Cüneyt’ten duymuştum. Kara İbrahim de çay içiyor. Bakışları insanlaşmış biraz. Masanın üzerindeki bir şeylere bakıyor. Cevriye, şimdi kendi çayını dolduruyor. Güzel kadın. Ellerine bakmaya çalışıyorum miyop gözlerimle. Sonra elimdeki bardağa çeviriyorum bakışlarımı. Cüneyt’in bakışları, onda kalıyor. Çekemiyor. Saçlarına bakıyor, iri gözlerine bakıyor. Nefes almayı unutuyor, yalnızca bakıyor. Cüneyt, bütün bu işlere yalnızca şu beş dakika için katlanıyor, beş dakika için yaşıyor. Eve gidip uyurken buraya geleceği sabah saatine kadar zor bekliyor.

Yine bana yaklaştırıyor başını, “Benim tahammülüm kalmadı” diyor. “Bu gün değilse yarın vereceğim mektubu”. Bir mektup yazdık beraber Cevriye’ye. Beraber yazdık. Montunun iç cebinde duruyor günlerdir. Sanki birazdan ağlayacak. Çaylarımız bitmek üzere. Çay içmenin de bir süresi var atölyede o süre birazdan bitecek. Yağmur yağıyor.

O yaşta bir erkek sevmeli ama asla kavuşmamalı. Yalnız ölmeli erkek. Aklındaki o aşk, yavaş yavaş ama sürekli az az kalbine dolmalı. O kalbi zamansız durdurmalı. Her şey orada kalmalı. Cevriye, elleri, güzel kokusu, onun için tahammül edilen saatler, anne sevgisi bilmemiş kalbi Cüneyt’in. Ve başka her şey. Orada kalmalı. Yok olmalı. Kimsenin haberi olmamalı bütün bunlardan. Yoksa zaten öyle mi oluyor. Öyle oluyor. Zamanın göremediğimiz girdabında, ince belli düşlerin içinde yavaşça eriyor muyuz?

O yaşta utandığı gibi utanmalı ömrü ne kadarsa. O yaşta ne ölçüde sevebiliyorsa o ölçüde sevmeye devam edebilmeli. Öyle kalmalı. Hiç kimseye haksızlık etmeden, kendine bile ve rüyalarını eskitmeden, yanılmadan ölmeli erkek. Yanılmadan ve erken ölmeli. Uzun yaşamak azabını yaşamadan, çekip gitmeli. 

Trafo sarıyoruz, yağmur yağıyor, içeri soğuk ve soğuk; ıslak. Sabaha kadar çalışıyoruz. Hiç uyumadan söken şafağın keder öğütüp, şiirsel sözler düşündürdüğünü keşfediyoruz o zamanlarda. Trafo sarıyoruz. Parmaklarımızın uçları uyuşuyor. Gece öyle derin ki iki binanın arasından görünmese körfez; sonsuz zannedeceğiz bu geceyi. Bir çağ kadar uzayacak. Orta çağ kadar uzayacak. Gençlik kadar yakacak canımızı bu gece. Körfez görünüyor başımı uzatınca. Trafo sarıyoruz. Güneş... Onu en azından beş gündür hiç görmedik. O, bir yalan. Gece, heybetli ve demir bir kabuk olmuş da ömrümüzün üzerine kapatılmış. Gece, bu ıslak soğuk, gençliğimizin üzerine kapatılmış. Güneş, unutulmuş ve efsane abartısında bir anlatı. İleride bekleyen kalanı ömrümüzün; hiç bir şaşırtıcılığı olmayan kötü yazılmış bir hikaye. Yağmur yağıyor, içerisi soğuk. Cüneyt’le benim yaşımı topluyorum iki ekleyince Cevriye’nin yaşı ediyor. Trafo sarıyoruz, yağmur yağıyor.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi