ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 13-01-2023 14:44   Güncelleme : 13-01-2023 17:28

Vefasız Oğul ve Annenin Ahı

Yazan: Esedullah Oğuz -VEFASIZ OĞUL ve ANNENİN AHI

Vefasız Oğul ve Annenin Ahı

VEFASIZ OĞUL ve ANNENİN AHI                                                                        -Türkmenistan’dan bir öykü-

60 yaşlarındaki Övezberdi Nurmuradov, keyfine düşkün bir adamdı. Karısı sabahtan akşama kadar canını dişine takıp köpek gibi çalışırken o, yan gelip yatıyordu. 

Nasılsa yeterince çalıştım, artık emekli olduğuma göre, 'dinlenmeyi hak ediyorum.' diye düşünüyordu. 

Oysa emekli maaşı, evin bir haftalık masrafına bile zar zor yetiyordu ve masrafların çoğunu karısı karşılıyordu. Adamla ilgili tek olumlu şey, zamanında akıl edip şu an oturdukları köhne apartman dairesini satın almış olmasıydı. Bu yüzden kira dertleri yoktu.

Yaşlı adam, seyredebileceği bir televizyonu, yeterince bol birası olduğu sürece hayatından memnundu. Ayrıca karısı işten yorgun argın eve geldiği zaman sanki bütün gün hiçbir işe el sürmeden oturan kendisi değil de karısıymış gibi  onun kendisine hizmet etmesini bekliyordu. O da yetmezmiş gibi hiçbir şeyi beğenmeyip her şeyde bir kusur buluyordu. Bazen karısının yaptığı yemekleri beğenmediği zaman, tabağı onun üzerine fırlatıp bağırırıp çağırırdı. Bazen de tepesi attığında elinin tersiyle veya kemeriyle üvey oğlunu dövmeye başlardı. Dayak faslı başladığı zaman Aknabat araya girip onu durdurmaya çabalar, elinden geldiğince, hatta kendisi dayak yeme pahasına oğlunu korumaya çalışırdı. Ama Övezberdi’nin gözü döndüğü zaman, önüne kimin çıktığı fark etmezdi, karısı veya üvey oğlu, kime denk gelse basardı sopayı. 

Bir gün 12 yaşındaki Atacan okulda ateşi çıkıp hastalandığı zaman, okul yönetimi, her zamanki gibi çocuğun annesini aramıştı. Babanın üvey oğluyla ilgilenmediğini onlar da biliyordu, zira adam ne kadar çağırsalar da okuldaki hiçbir veli toplantısına katılmamıştı. 

Aknabat işten erken izin alıp oğlunu önce doktora götürmüş sonra onu dinlenmesi için eve getirmişti. Eve geldiğinde kocası her zamanki pozisyonundaydı; su aygırı gibi yayılmış, horultularla uyuyordu. Televizyonda avaz avaz bağırıyordu. Yerde yatağın kenarında üç tane bira kutusu duruyordu. Adamın sırtında yırtık bir atlet ile kirli donu vardı. Yarısı yenmiş patates cips torbasının diğer yarısı da üzerine dökülmüştü. 

Aknabat, kocasını hafifçe kolundan sarsarak uyandırmaya çalıştı. Yastığa gömülen adamın yüzü tüm gün uyumaktan morarmıştı. Adam uykulu gözlerini yarım açarak önce “Ne var? Ne oluyor?" diye, söylendi. Ardından yüksek sesle geğirince ortalığa pis bir koku yayıldı. Kan çanağına dönmüş sulu gözleri çocuğa takılınca da, sinirli bir tonda “Bunun okulda olması gerekmiyor mu?” diye sordu, sanki çocuğun eğitimi umurundaymış gibi. Aknabat, çocuğun hastalandığını, o yüzden okuldan erken aldığını açıklayınca, yaşlı adam umursamaz bir tavırla elini salladı sonra da bir yandan elini donunun içine sokup terden sırılsıklam olmuş kasıklarını kaşırken “Numara yapıyor, sen de ona çok yüz veriyorsun." diye, homurdandı ve başını tekrar yastığa koyup gözlerini yumdu. 

Kadın, içinden kocasına beddualar okuyarak oğlunu odasına götürüp yatağa yatırdı. 
Adamın halini görenler, onun bir zamanlar herkesin, önünde saygıyla ceketlerini iliklediği, sıradan devlet memurlarının, emirlerini yerine getirmek için sağa sola koşuşturduğu yüksek düzeyli bir bürokrat olduğuna asla inanmazdı. 

Bir zamanlar talih, ondan yanaydı. 1990’lı yılların ortalarında Övezberdi Nurmuradov, tarım bakanlığında Kolhozlardan sorumlu bakan yardımcısı olarak geniş bir ofise, lüks bir makam aracına, çevresinde pervane olan, emirlerini Tanrı buyruğu telakki eden onlarca asistana sahipti ve devletin yüksek düzeyli bürokratlar için tahsis ettiği gayet geniş ve ferah bir lojmanda oturuyordu. Sık sık Kolhozları denetlemek için köylere, kasabalara teftişe gider, yerel yetkililer ona yaranmak için  birbirleriyle yarışırdı. 

Nurmuradov, bu küçük insanların kendisinden bir aferin almak, bir iltifat duymak için yaptığı çaresiz çırpınışlarını kibirli bir gülümsemeyle izlerdi. 

Elbette Nurmuradov, Kolhoz yaşamına yabancı biri değildi, zira bir kolhozda doğup büyümüştü ve 1982 yılında üniversiteyi kazanıp başkent Aşkabad’a gelene kadar anne-babasıyla bir pamuk Kolhozu'nda yaşıyordu. Sovyet döneminde özel mülkiyet hakları olmadığı için köydeki tarlalar dahil her şey devete aitti. 

Köylerde devlete ait tarlalar, Kolhoz adı verilen Kolektif Tarım Çiftlikleri tarafından ekilip biçiliyordu. Ve köylüler genelde, devlete ait bu çiftliklerde çalışıyorlardı. 

Nurmuradov’un anne-babası da k
Kolhoz'un resmi işçisiydi, babası Kolhoz'un traktörcüsüyken annesi aşçıydı. 

Karı koca, biricik oğullarını taparcasına severdi, onun üniversiteye gitmesini, büyük adam olmasını istiyorlardı. Hatta annesi aşçılıktan arta kalan zamanlarında, özellikle de pamuk toplama mevsiminde, pamuk tarlasında çalışarak oğlu için üniversite parası biriktirmeye başlamıştı. Kendi kazancının yanında kocasının verdiği harçlıkları veya evin bütçesinden arta kalan bozuklukları, oğlu için aldığı bir kumbaraya atmaya başlamıştı. Yaşlı kadının iki lafından biri, benim oğlum büyük adam olacak idi. Genç Övezberdi 1982 yılında üniversiteyi kazandığında, dünyalar onun olmuştu, dudaklarında mutlu bir gülümsemeyle, komşularına, ben size demedim mi, der gibi bakıyordu. 

Oğlu üniversitede okurken kadın hiçbir şeyi esirgemedi, biriktirdiği paraları ona göndermeye başladı. Böylece genç adam, rahat bir öğrencilik hayatı yaşadı, diğer öğrenciler harçlıkları yetmediği için diskolara, restoranlara gidemezken Övezberdi, annesinin binbir zorlukla biriktirdiği paraları kızlarla yemeye başladı ve bu arada önemli mevkilerde iyi dostlar edindi. 

Derken okul bitti ve Övezberdi tarım bakanlığında işe başladı, ardından burnu havada şehirli bir kızla evlendi. Genç adam kariyerinde yavaş yavaş yükselirken oğlunun başarısının sevincini ve gururunu yaşamak isteyen yaşlı kadın, sık sık onu ziyaret etmeye başladı. Ama bu, şehirli gelinin pek hoşuna gitmedi. 

Şehirli gelin, köylü kaynanasından utanıyordu. Yaşlı kadın, yamalı bir bohçayı andıran üstü başı, kir içindeki başörtüsü, yırtık ayakkabıları ve hafif kamburlaşmış beliyle fakir bir dilenciye benziyordu ve gelin, hiçbir şekilde bu kadınla bir arada görünmek istemiyordu. Arkadaşları, bu köylü kadının, onun kaynanası olduğunu anladıkları an kesin kendisiyle alay edeceklerdi. Nasılsa kocasını parmağında oynatıyordu. Bir kez kocasına, “Anneni bir an önce köye gönder, o geldiğinden beri evin içi leş gibi kokuyor." demişti. 

Övezberdi bir akşamüstü keyifle televizyon seyreden annesinin karşısına oturdu, sonra lafı hiç uzatmadan hemen konuya girdi. Son derece kaba bir dille ona, tıpkı bir kokarca gibi koktuğunu, burada kalmak istiyorsa her gün duş alması gerektiğini söyledi. Neye uğradığını şaşıran kadın, önce şaşkınca oğlunun yüzüne baktı. Kulaklarına inanamıyordu. Mutfakta yemek pişirmekte olan gelin de salonun kapısına kadar gelmiş, yüzünü ekşiterek kocasının sözlerini doğruluyordu. 

Oğluyla gelninin ciddi olduğunu anlayan yaşlı kadın önce, boğazına kadar gelen ağlama isteğini bastırıp yutkundu, ardından ansızın iri bir damla gözyaşı yanağından aşağı yuvarlandı. Sonra, binbir emekle besleyip büyüttüğü oğluna hayal kırıklığı içinde baktı, boğuk ve ağlamaklı bir sesle, “Oğlum ne kadar koksak da unutma ki, sen de bu kokan kucakta büyüdün." dedi. 

Yaşlı kadın sessizce yerinden kalkıp yattığı misafir odasına giderken gelin de mutfaktaki işine döndü. Oğlu hiçbir şey olmamış gibi kanalı değiştirip televizyon izlemeye başladı.

Yaşlı kadın o gün odasından çıkmadı, tüm geceyi yatakta sessizce ağlayarak geçirdi. Oğlu ile gelini de, annelerinin akşam yemeği için salona gelmemesini umursamadı. 

Övezberdi ertesi sabah işe gitmeden önce annesinin yattığı odanın kapısını tıklattığında hiçbir cevap gelmedi, kapıyı açıp baktığında kimse yoktu, anlaşılan annesi gitmişti. 'Neyse, belki böylesi daha iyi oldu.' diye düşündü. 

Trenle köyüne dönen yaşlı kadının yüzü bulut kaplamış gökyüzü gibi kararmış, omuzları çökmüştü, amansız bir hastalığa yakalanmış gibi görünüyordu. Oysa her seferinde oğlunu ziyaretten döndüğünde başkentte gördüklerini, oğlunun muhteşem yaşantısıyla ilgili detayları ballandıra ballandıra anlatır, gözlerinin içi güler, yüzü mutlulukla ışıldardı. Ama bu kez kocası ne kadar ısrar ettiyse de hiçbir şey anlatmadı, sadece biraz hastalandığını, o yüzden keyifsiz döndüğünü söylemekle yetindi. 

Yaşlı kadın Aşkabad’dan döndükten iki hafta sonra hastalandı, yataklara düştü, Kolhoz doktoru muayene etse de hiçbir şey bulamadı. O gece erkenden yattı, ertesi uyanmadı. Kadının öldüğü anlaşılınca, Kolhoz şefine haber salındı, hemen cenaze hazırlıklarına başlandı. 

Cenaze öğle namazından sonra kaldırılacaktı ve tüm hazırlıklar tamamdı. Tanıdık, tanımadık, tüm akrabalar, dostlar ve komşular toplandı. Bir tek kadının oğlu eksikti. Herkesin gözü yolda, bakan yardımcısını bekliyordu. 

Tüm köy sabırsızlıkla bekleşirken babası, “Merak etmeyin gelir birazdan, yolda olmalı." diye mahçup bir şekilde çevresine bakındı. O arada cenaze için gelenlerden biri, elini gözüne gölge yaparak köy yoluna bakarken heyecanlı bir sesle, “Aha geliyorlar!" diye bağırdı. Üst düzey devlet görevlilerinin kullandığı siyah bir makam aracı tozu dumana katarak hızla cenaze evine doğru geliyordu. 

Evin bahçesinde toplanan kalabalık arasında bir dalgalanma oldu. Evin babası, ışıldayan gözlerini yaklaşmakta olan otomobilden ayırmadan, “Size gelir demiştim." diye mırıldandı. O arada otomobil gelip evin kapısında durdu, herkes bakan yardımcısını beklerken arabadan sadece şoför çıktı. Mahçup bir şekilde, “Sayın Bakan Yardımcısının acil bir işi çıktı, bugün maalesef gelemeyecekler." dedi. 

Evin babasının gözünden ansızın akan iri bir damla gözyaşı yanaklarından yuvarlanarak beyaz sakalını ıslattı. Ağladığını gizlemek için elinin tersiyle hemen yüzünü silen yaşlı adam çevresine bakınarak zoraki bir şekilde gülümsemeye çalıştı. Bu sırada adamın yüzü öyle acıklı bir hal aldı ki, üzüntüden yüreğinin sanki içinde bir mayın patlamış gibi param parça olduğunu açıkça görmek mümkündü. 

Annesinin vefatıyla ilgili telegrafı alıp buruştururak cebine sokan Övezberdi Nurmuradov, bu konuda karısından başka hiç kimseye söz etmedi. Aslında acil bir işi yoktu, günlük işlerini rahatlıkla yardımcıları yürütebilirdi. O sıcakta yüzlerce kilometre yol söküp köye gitmeye üşendi, gittiği takdirde cenaze merasimi, yas yemeği, dua, hatim, baş sağlığı dilekleri gibi işlerin yanında daha bir sürü ıvır zıvırla uğraşması gerekecekti. 

Oysa akşama bir Rus şirketinin verdiği partiye davetliydi, Ruslar bu parti için Moskova’dan Revü kızlarından oluşan bir dans grubu getirmişlerdi. 

Annesinin ölümünden altı ay sonra nedendir bilinmez, Övezberdi’nin işleri ters gitmeye başladı. Binbir emekle inşa ettiği kariyeri tepe takla inişe geçmişti. 

Kolhozlardan biri belirlenen yıllık pamuk üretim kotasını tutturamayınca bakan, suçu, yardımcısı Övezberdi’nin üzerine attı ve Cumhurbaşkanı, televizyondan canlı yayınlanan bir toplantıda Övezberdi’nin de aralarında bulunduğu bir sürü bürokratı, ağır hakaretler eşliğinde görevden aldı. 
İkbal günlerinde ipek elbiseler, şık ayakkabılar giyen, pahalı parfümer kullanan, davetten davete koşan karısı Maya, bu durumu kabullenemedi ve başkentin seçkin semtindeki devlet lojmanından taşındıkları gün kocasını terk etti, kısa bir süre sonra da boşandı. Eski arkadaşları da bir anda ortadan kayboldu, böylece 

Övezberdi Nurmuradov yapayalnız kaldı. 
Yaşlı adam kendini içkiye verdi, tek çözüm şişelere sığınıp, başına gelenleri unutmaktı. Yoksa çıldırması işten değildi. Sonra tanıdıkları vasıtasıyla köyden Aknabat adında dul bir kadınla evlendi, hiç olmazsa yalnızlıktan kurtulmuştu. 

Yaşlı adam yatakta yüzü koyun yatarken zaman zaman acaba, 'beni annemin ahı mı tuttu?' diye düşünüyordu. Zira annesi o günden sonra başkente bir daha gelmemiş, oğlunu da arayıp sormamıştı. Övezberdi de annesini aramamıştı, sonra da o acı haber gelmişti.

 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi