ANI
Giriş Tarihi : 14-01-2024 22:09

Türk Askerinin Her Zorlukta İçindeki O Asil Duruş / Sami Çelik

Yazan: Sami Çelik -TÜRK ASKERİNİN HER ZORLUKTA İÇİNDEKİ O ASİL DURUŞ...

Türk Askerinin Her Zorlukta İçindeki O Asil Duruş / Sami Çelik

TÜRK ASKERİNİN HER ZORLUKTA İÇİNDEKİ O ASİL DURUŞ...

Her şehit haberi duyduğumda benim yüreğim ne kadar çok yanarsa o kadar da yaşadığım o zor ama gurur veren günlere akıp gider.

***
Gece, saat epeyce ilerlemişti. Yazıhanede işlerimi daha yeni bitirmiştim. Maaş bordrolarını sabaha kadar bitirmemi istemişti komutanımız. Yarın konvoyla tugaya, Başkale’ye gönderecek. Ortalıkta çıt yok. Saat kaça kadar yazıhanede kaldım bilmiyorum. Maaş bordrolarını bitirip pançoma girdim sessizce. Pançodaşım, devrem 155 Muammer uyuyor. Yavaşça yatağa uzanmıştım. 

Hemen yanı başımda bizim küçük misafir pançonun içinde, naylonun kenarından gözükmüştü yine sessizce. Alışmıştık artık. O da bizim haneden olmuştu ne de olsa. Gülmüştüm kendi kendime. Bu şimdi başımın yanından geçerken tıraş takımına çarpar, üstüme düşürür ve korkutur beni, diye usulca toprağın kenarına yaptığımız küçük merdiven şeklindeki yerden tıraş takımını alıp yanıma koymuştum. Küçük arkadaş da, bize ciddi anlamda alıştığı için beni izliyor ve kaçmıyordu durduğu yerden. Muammer çoktan uyumuş, daha hiç görmediği altmış gün önce dünyaya gelmiş oğlunu seviyor belli hemen yanı başımda, yattığı kampetin üzerindeki tatlı düşlerinde. Yorulmuşum ben de, bir an önce uyuyup sabaha dinç bir şekilde hazır olmalıyım.

Tabur dün operasyona gitmişti. Onlar operasyondayken her zaman üs bölgemizde Karargâh bölüğü ile bir önceki operasyona katılmış bir bölük daha kalıyordu. Bir önceki operasyona bizim bölüğümüz gittiği için üs bölgesinde bizim bölük kalmıştı bu operasyonda. Taburun her operasyona gidişinde üs bölgemiz güvenlik açısından zayıfladığı için ziyaretçilerimiz oluyor ve bazen de tabura telefonlar geliyordu, bu akşam sizi ziyarete geleceğiz diye…

Yapılmak istenen şey askerin motivasyonunu bozmak, gece güya korkutup askeri uykusuz bırakmak. Bugün de aynı telefon gelmiş asker uykusuz ve tedirgin olacak diye… Bizim Muammer’den belli korku, horul horul…

Artık alışmıştık tüm bunlara. Dalga geçiyorduk aramızda çoğu zaman da, gece yat içtimasından sonra pançolarımıza giderken. Bugün de aynısı olmuştu. Tabura telefon edilmiş, kelle alacaklarmış gelip. Nereden, kimin topraklarından, kimin vatanından bu kelleler alınacaksa?!

“Kelle avcıları gelecekmiş bu gece. Unutmayın, kellelerinize sahip çıkın.”
“Benim kelle büyüktür, alamazlar.”
“Aman ağabey, tek servetim var onu da vermem.”
“Oğlum ense tıraşı oldun mu?”
“Neden ağabey?”
“Kelle almaya gelenler ense tıraşını beğenmezler sonra.”
“Onlar kendi kıçlarına baksınlar ağabey.”
“Sabah ne çorbası var bilen var mı?”
“Kelle paça.”
“Çok severim.”

Bugün de, aynı esprilerle dağılmıştık pançolarımıza. Mevziye girecek arkadaşlara da takılmadan edememiştik Muammer’le birlikte. Hakkı Çavuş’a bağırıyordu Muammer. Hakkı Çavuş her zamanki gibi takımını mevziye hazırlarken dört dönüyor alanda. 12 saat mevzi nöbeti. Akşam 17’den sabahın 7’sine kadar. Taş gibi, hareketsiz bir şekilde mevzide 12 saat durmak.
“Ula Hakkııııı!”
“Buyur abi.”
“Lan oğlum iyi durun mevzide, sakata gelmeyelim, daha yavrumuzu göremedik ha.”
Tabii ben de takılmaz mıyım Muammer’e.
“Görüp ne yapacaksın Muammer, sana benzemiyordur nasılsa...”
“Nedenmiş o?”
“Abi sen kapkarasun ya… O bembeyaz melekdur melek. Melek olmak ne demektur ha pilur musun... Melek dedum ha senin kipum hıyar değüldür daaaa...”
“Ulan Laz kaşınma, işin düşünce nasılsa Muammer abi diye sırnaşırsın gelip yanıma. Sen konuş şimdi. Ben burada olacağım Hakkı ve seni bekleyeceğim keyifle...”
“Korkma, Lazım benim. Sami abin burada, varsa bir sorunun çözeriz.”
“Eyvallah abim. Siz mışıl mışıl uyuyun da…Mevzide biz varuz be, adam değül kuş uçurtmayuz Allah’un izniyle.”
“Eyvallah kardeş, canlarımız size emanet, hıyarlık yapıp uyumaya falan kalkmayın, kelleciler aramış bugün yine zaten, kellelerimiz gövdemizin üzerinde dursun yoksa bir işe yaramazlar.”

Gülüşmelerle uğurlamıştık mevziye giren arkadaşları. Muammer pançoya, ben de yazıhaneye yollanmıştım.

Gece geç saatlere kadar çadırdan yazıhanede çalışmış yorgun bir şekilde pançoma gelmiş, hemen yatmıştım.

Daha uykuya yeni dalmıştım ki, bizim tabura yeni takılan alarm zilimiz çalmaya başladı. Sanki kapı zili gibi tuhaf bir ses. Gözümü açtım ne olduğunu anlamadan. O ne? Bizim panço arkadaşımız fareyi değil sadece, hepimizi titreten bir ses ve müthiş bir uğultu koptu dışarıda. Silah sesleri, yıkılıyor etrafımız. Bağıran bağırana...

“Kalkın, kalkıııın, kalkııııııııııııııın!”
Muammer de uyanmış, şaşkın şaşkın bakıyor bana.
“Ne oluyor devrem?”
“Ben biliyor muyum ki soruyorsun Muammer!”

Hemen pançodan dışarı çıktık. Herkes bir yere koşturuyor. Köy üstünde müthiş bir gürültü. İzli mermilerin saçtığı ışıklar. Cephane çadırı hemen arkamızda. Cephanecimiz 155 İsmail, cephanede yırtınıyor, bas bas bağırıyor içeri girene. İçeri giren her asker bir şeyler kucaklayıp aşağı mevzilere koşuyor.

“Ne oluyoruz yahu?”
“Muammer kardeş, karşıya bak, köy üstünde çatışma var, baskına uğradık galiba.”
“Devrem koş, cephaneliğe gidip mühimmat alalım biz de, oradan doğruca mevziye koşalım, durum sakat.”
“Sakat tabii, bir de cephaneliğin dibindeyiz anasını satayım.”

Uykunun vermiş olduğu mahmurluğu ve kargaşanın şaşkınlığını atamamıştık üzerimizden.

Koştuk, İsmail cephanelikte pervane olmuş. O hep tek mermiyi bile sayarak veren İsmail gelen askere kucak kucak ne bulursa, eline ne geçerse veriyor.

“İsmail, ne iş kardeş, ne oluyoruz yahu?”
“Ağabey adamlar öğlen aramışlar taburu. Akşam kelle almaya geliyoruz diye.”

Müthiş bir heyecan, karmakarışık duygular ama daha uykudan uyanamamanın verdiği şaşkınlıkta da üzerimizde.

“Ne kellesi?” dedi Muammer şaşkınlıkla bir anda.
Tutamadım kendimi, gülmeye başladım.
“Saçmalama devrem, koyun kellesi değil.”

Muammer de başladı gülmeye. İsmail yırtınıyor bir taraftan.

“Ya ağabey, bırakın gülmeyi yahu. Alın mühimmatı da mevziye koşun. Daha ben de mevziye gideceğim.”
İsmail’in bu hâlini kaçırır mıyım?
“Korkma sen İsmailim. Bize bir şey olmaz ama seni bilmem bu kadar mühimmatın içinde. Acı da çekmezsin vallahi. Ne olduğunu anlayamadan ufak bir kıvılcım kavuşturur seni geçmişine bu cephanelikte.”

Muammer de artık dışarıyı, çatışmayı, kargaşayı unutmuş, kahkahalar atıyor.

“Yahu ağabey, başlarım geçmişine, haydi mevzilere gidelim.”
“Oooo beyler, günaydın, muhabbettiniz bol olsun. Lan oğlum kafayı mı çizdiniz, herifler dibimize kadar gelmiş, siz cephaneliğe girmiş dalga geçiyorsunuz. Manyak mısınız, hadi mevzilere.”

Ümit Üsteğmen’in bağırması bizi kendimize getirdi.

Tiyatro oynanmıyordu burada, can pazarıydı. Bir kutu mermi ben kapmıştım, bir kutu da Muammer. Hemen aşağıya mevziye doğru koşuyoruz. Karanlıkta hiçbir şey görünmüyor. Tüm ışıklar söndürülmüş. Geceyi ay ışığı ve bir de karşı tepeye vuran projektör ışıkları ile izli mermilerin çıkardığı ışıklar aydınlatıyor sadece. İlk mevziye attım kendimi hemen. Büyük bir kaya parçası gibi Muammer de düştü yanıma.

“Yavaş Muammer çanağı kıracaksın, mevziye top düşmüş gibi. Zaten çanak küçük, iyice parçalara ayrılacak.”

Mevzide olan Hakan’dan çıt yoktu. Espri yapmıştık, gülen yok, konuşan yok.

Muammer;
“Devrem ne iş, durum ne?”
“Vallahi ağabey, ne olduğunu biz de anlamadık. Bir anda köy üstünden gelen silah sesleri…”

Bu arada telsiz sesleri geliyor arkamızdan. Ümit Üsteğmen’in telsizi. Köy üstünü dinliyor. Köy üstünden mevzide olan uzman bilgi veriyor sürekli telsizden komutanlara.

“Termalde bir şey görebiliyor musunuz?”
“Hayır.” cevabını alıyor üsteğmen.

Komutanlar, çavuşlar koşuşturuyor mevzi içinde.

“Tikkatli olun uşaklar. En hassas yerdeyüz. Otuz metre altumuz tere yatağu. Herifler tüm mevzileri piliyor şerefsüzüm. Her kalktuğun da bir RPG könterse indürür mevziyi. Közünüzü yiyeyüm tikkat edün da.”

Haklıydı Hakkı Çavuş bunları söylerken o çok hoş şivesiyle ve heyecanıyla. O kadar içten söylüyordu ki, Hakkı Çavuş’un hatırına bile olsa ilk gördüğüm gölgeye boşaltacaktım tüm şarjörü.

“Gözünüzü dört açın çocuklar, dikkatlerinizi dere yatağından ayırmayın.”

Ümit Üsteğmen hemen arkamızda bunları söylüyordu.

Muammer’le göz göze geldik ama sadece gözlerimizi fark ediyorduk zaten karanlıkta. Askerdeyken yeni çocuğu olmuş ve daha görmemişti bile oğlunu. Ailesinin gönderdiği fotoğrafı öpüp kokluyordu her akşam yatmadan önce pançoda. Ve hep “oğlum” diyordu ta ciğerinin en derinlerinden.

“Bak devrem, bana benziyor mu oğlum?”
“Saçmalama Muammer, ulan daha iki günlük çocuk ne bileyim benziyor mu? Gözlerini bile açmamış kerata.”
“Ya devrem niye böyle yapıyorsun her zaman. Ne olur benziyor desen bir sefer de.”

***
Rüzgâr bile esmiyor. Yaz mevsimindeyiz ama hava yine de biraz soğuk. Gecenin saat biri.

Bu saatte ve burada Muammer’in aklından geçenleri okumak için kitap yazmaya gerek yoktu o an. Mevzide, tam bir ölüm sessizliği hâkim olmuş ve gözlerimiz hemen önümüzdeki dere yatağına çakılıp kalmıştı. Ve tabii hemen karşımızda köy üstündeki çatışmaya.

Böyle zamanlarda dikkatimi, gözlerimden çok kulaklarıma veriyorum. Hiçbir ses yok. Bekledikçe engel olamadığım anılar yine hücum ediyor zihnime. Asker olduğum ilk günlerimi, yola çıkışımı, ailemden ayrılışımı hatırlıyorum tüm detaylarıyla…

Berrak gökyüzü gibi anılarımın her bir parçası da çok berrak.
***
* 'Bir Avuç Toprak Da Sen At Annem' kitabımdan bir bölüm.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi