ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 19-08-2022 21:46

Sevdiğini Öldürmek

Yazan: Demet Mannaş Kervan - SEVDİĞİNİ ÖLDÜRMEK

Sevdiğini Öldürmek

SEVDİĞİNİ ÖLDÜRMEK

Sorgu odası, duvarlarına sinen karanlık sözcüklere nispet yapar gibi parlak bir ışıkla aydınlatılmıştı. Saatlerce orada tutulan çoğu şüpheli; sandalyenin sertliğinden, yamuk sırtlığının bellerinde yarattığı sancıdan, gözlerini önceleri kamaştıran ancak zaman geçtikçe acıtmaya başlayan yüksek voltajlı ışıktan bezer, tüm bunlara bir de sorgu memurunun canlarına okuyan bağırmaları eklenince tüm gerçekleri itiraf ederlerdi.
“Söylese ulan! Niye öldürdün kızı?”

“Dedim ya abi, sevdiğim için öldürdüm.”

“Boğarak mı seviyorsun sen, şerefsiz!”

“Yok, ben...”

“Ulan hep aynı şey be! Hastalıklı sevginizin bahanesine  sığınıp sırf size yüz vermedi diye masum kızların canını alıyorsunuz.”

“Yok abi, öyle değil! Ben... ben gerçekten sevdiğim için öldürdüm.

*

Güzel kızdı Meryem. En azından benim için öyleydi! Hani şu; tüm mahallenin erkeklerini peşinde koşturtan cinsten değildi güzelliği. Biraz sıskaydı mesela. Ön dişleri de iricene, hafifçe dışarı doğru çıkık... Ama ben, başkalarının kusur dediği bu özellikleri çok yakıştırırdım ona.  Güldüğünde çok sevimli olurdu. Tabi, hiç bir zaman yüzüme karşı gülmemişti. Saklandığım armut ağacının ardından izlerdim hep arkadaşlarıyla gülüşmelerini. Biz hiç yüz yüze gelmemiştik ki!

Ben on yedi yaşımdaydım o sıralar. Meryem’se on dört. Okulun bahçesinde, yanında bir oğlanla dolaşırken izliyordum onu. Her okul gününde yaptığım gibi; armut ağacının dibinde, teneffüs saatlerinde... Babası, birden bire çıktı ortaya. Okul bahçesine, ceylanlar arasına dalan aslan gibi heybetle daldı. Öğrenciler küçücük kalmıştı yanında. Yüzündeki kırmızı öfkeden korkan çocuklar çil yavrusu gibi oradan oraya kaçıştı. Arkası dönük olmasına rağmen tehlikenin kokusunu almış gibi korkuyla döndü Meryem. Babası ilk tokatı kızına; ikinci, üçüncü ve dördüncüsünü de yanındaki oğlana attı. Sonra da kızını saçlarından yakalayıp yerde sürükleyerek okul bahçesinden çıkarttı. Beyaz bir arabanın içine itekleyip götürdü.

On gün sonra alabildim haberini. Evden kaçmış. Bakkal Remzi, dükkanının önünde tezgah açan Çakmakçı Rüstem dayı ile konuşurken duydum. “Çok dövmüş kızı!” diyordu Rüstem dayı.
 “O da namusuyla oturup, okumasına baksaydı,” diye omuz silkti Bakkal Remzi.
 “Olur mu be Remzi? O kadar da dövülür mü? Eve kapatmış kızcağızı, yer misin yemez misin? Bak işte olan oldu sonunda. Dayanamayıp evden kaçtı kız.” 

Elinde tuttuğu kovanın içinden maşrapayla su alıp, toz kalkmasın diye dükkanının önünü sulayan Remzi:
 “Kötü yola düşmese bari!” dedi, çok da umursar gibi değildi. Rüstem dayı, görmüş geçirmiş bir ihtiyarın vakur tavrıyla kafasını kaldırıp:
“Hayır! O kız kötü yola düşmez. İyi bir kız o. Görürsün bak; her şeye rağmen okuyacak, kendini kurtaracak,” diye kehanette bulundu.  Bense bakkal kapısının yanında yere çökmüş; bir bakkala, bir Rüstem dayıya bakarak dinledim sözlerini. Orada bulunmam o kadar kanıksanmıştı ki, farkıma bile varmamışlardı.

İnanıyordum ihtiyar Rüstem’e. Meryem, ne olursa olsun kurtarırdı kendini. Benim güzel, akıllı, çalışkan, güçlü Meryem’im. Bende olmayan tüm özellikler vardı onda; o güzeldi ,ben çirkin. O akıllıydı, bense mahallenin alay edilen delisi...

On yaşımdayken bir gün öğretmenim annemi okula çağırmış. “Yeter artık, al bu çocuğu hanım! Okuyamaz bu çocuk. İyisi mi, bir doktora götür sen bunu,” demiş. Her şeye kılıf uyduran babam, bir şeylerden şüphelense de bir türlü konduramayan annem o gün öğrenmişler hastalığımla ilgili gerçeği. Doktor amca otistik mi demişti yoksa başka bir şey mi, unuttum. Fark etmez de zaten! Mahalleli kendi teşhisini koymuştu nasıl olsa! Ben de kim sorsa,  mahallede peşim sıra kovalayan çocukların kullandığı kelimelerle  açıklıyordum hastalığımı: Geri zekalı.

Günlerim mahallede boş boş dolaşarak, oraya buraya tüneyip laf dinleyerek, pazar dönüşü Nazlı ninenin torbalarını taşıyıp Pertev amcanın güvercinlerini beslemeye yardım ederek,  bazen de çocuklar tarafından kovalanarak geçerdi.
Yıllar geçti, beni kovalayan çocukların yüzleri bir bir değişti. Ama benim kaderim hiç değişmedi. O mahallede, hep aynı şeyleri yaparak zihnen değilse de bedenen büyüdüm. Hiç vazgeçemediğim aşkımı da içimde büyüttüm. Ve bir gün... o geri geldi.

Mahallenin eskileri onu gördüklerinde çok şaşırdılar. Babası ölmüş, yalnız kalan annesi de Adana’daki kardeşinin yanına taşınmıştı. O halde neden dönmüştü ki bu kız, bu mahalleye? Bu soru, bir iki gün haneler arasında dönüp dolaşmış, sonra unutulmuştu. Öyle ya; herhalde doğduğu mahalleyi özlemişti kızcağız!

Hala sıskaydı. Hatta daha da sıska... Biraz da değişmişti, tuhaf şeyler giyiyordu. Başının etrafına, eskiden ninelerimizin taktığına benzer kenarı oyalı yazmalar sarıyor, üzerine ketenden beyaz elbiseler giyiyor, ayağında el yapımı sandaletleriyle dolaşıyordu. Bir de rengarenk incik, boncukla süslüyordu boynunu, kollarını... Bu haliyle, bizim mahalledeki kızların hiçbirine  benzemiyordu. Zaten o benim gözümde, hiç bir kıza benzemezdi. 

Meryem okumuştu. Arkeolog diye bir şey olmuş diyorlardı. Ancak her şeye rağmen, Rüstem dayı yanılmıştı. Kendini kurtaramamıştı Meryem. Öyle diyordu mahalleli...

Gelişinin üzerinden çok zaman geçmeden dedikodular başladı; Bir garip olmuşmuş bu kız! Mahallenin bitimindeki tepede, koruluğun içinde bir çadır kurmuş, orada tek başına kalıyormuşmuş. Hiç öyle şey olur muymuş! Hem de kız başına... Günahını almak gibi olmasınmış ama, arada bir yabancı erkekler de gidiyormuş çadıra. Amaan dostlar, kulaklarımıza inanamazmışız! Meğerse bu kız serserinin teki olmuş, uyuşturucu da kullanıyormuşmuş aşifte!!!

Hepsine kulak tıkayıp yine Meryem’i gözetler olmuştum. Koruluktaki ağaçların arkasına saklanır; çadırın önüne koyduğu sandalyede oturarak kitap okumasını, çay içmesini izlerdim. Geceleri bile ayrılmazdım oradan, sırf onun güvenliği için sabah olana kadar beklerdim. İşte böyle gecelerden birinde duydum sesini. Çığlıkları beynimin içini tırmalıyor, çaresiz haykırışları kulak zarlarımda acılı titreşimlerle asılı kalıyordu. Gidemedim yanına, korktum. Ellerimi kulaklarıma bastırıp ne yapacağını bilemez halde olduğum yerde öne geriye sallanarak sabah olmasını bekledim. Sabah olup da hiç birşey olmamış gibi çadırdan çıkıp esnediğini görünce soluğu Berber Hamdi’nin yanında aldım. Sordum, soruşturdum. Meğerse uyuşturucu bağımlıları yoksunluk anlarında kriz geçirirlermiş. Böyle buyurdu berber efendi...Demek ki buymuş o feryatların sebebi!

Birkaç gecede bir duyduğum çığlıklar gittikçe sıklaştı. Her gece, her gece derken; gündüzleri de çadıra kapanıp bağırmaya, ağlamaya başladı. Ne çok canımı yakıyordu o sesler!

 Bir gece, kulaklarıma tıkadığım pamukları aşıp gelen sesler karşısında daha fazla dayanamadım. Önünü  ardını düşünmeden oturduğum yerden fırladım.
 “Ne olacaksa olsun arkadaş! En fazla kovar beni! Kovsun, ne yapalım. Ama ya benden korkar, imdat diye bağırırsa? O da olsun! Hiç değilse sevdiğim kızla bir kerecik yüz yüze gelirim,” diye, kendi kendime konuşarak yaklaştım çadıra. 

İçeri girdiğimde; yattığı yerde kıvranan, terden ıslanmış solgun yüzüyle neredeyse kendinden geçmiş bir Meryem buldum. Ne korkuyla yerinden fırladı, ne de bana baktı. Yaklaşıp eğildim yanına. İnledi, gözleri kapalı. “Üzülme” dedim. “Nereden alacağımı söylersen sana uyuşturucu getirebilirim. Yeter ki acı çekme artık!” “Yapar mısın gerçekten?” diye sordu.
 “Senin için her şeyi yaparım,” dedim. Başının altındaki yastığı çekip elime tutuşturdu. Yastığın altında duran beyaz kağıdı sadece bir anlığına görebildim. Üzerinde, "Dördüncü evre kolon kanseri” yazısını okuyabildim sadece. O ne ki acaba? Sormadım... Konuşmaya başlayan sevdiceğime çevirdim bakışlarımı. “Al bunu,” dedi. “Bitir artık bu acıyı.” Gözleri  hala kapalıydı. Yastığı alıp ağzına bastırdıktan kısa bir süre sonra açıldı... sonra da hiç kapanmadı. Sevdiğim kızla ömrümde ilk kez göz göze gelmiştim. Öyle mutluydum ki!

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi