ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 30-09-2023 19:45   Güncelleme : 16-10-2023 17:03

Leyla / Mehmet Engin Ayatar

Yazan: Mehmet Engin Ayatar -LEYLA

Leyla / Mehmet Engin Ayatar

LEYLA

Küçük Arife, vapur korkuluklarına sımsıkı tutunmuş uçsuz bucaksız maviliği seyrediyordu. Teninde Ege Denizi’nin hafif rüzgârı… “İzmir’e gidiyoruz.” demişlerdi. İzmir neresiydi? Önceden sadece ismini bildiği Selanik denen şehirden vapura binmişlerdi. Selanik ne büyüktü. İzmir nasıldı kim bilir? Yola koyulduktan sonra evlerinin yakıldığını duymuştu. “Neden insanlar birbirinin evini yaksın?” diye sordu kendi kendine. Çocuk korkularına sığmadı bu yangın, korkulukları bırakıp annesine doğru koştu ve ona sarıldı. “Kızçem ne ağlarsın?” dedi annesi. O da ağlıyordu. Balkan Harbi’nde kocasını kaybetmişti. Şimdi bilmem hangi gurbetin peşinde hasta, yorgun ve kederli ilerliyordu.

Savaş denen koca ejderhanın paramparça ettiği toplumların külleriydi bu bilinmeze doğru ilerleyen insanlar. Arife, annesi daha fazla ağlamasın diye gülümsedi. Ayaklandı ve güvertedeki hengâmenin içinde kendine bir oyun alanı aradı. Karnı açtı, annesi hastaydı, babası neredeydi bilmiyordu, önlerinde iki günlük bir yolculuk vardı ama gene de çocuktu.

İnsanların, bavulların, çuvalların, bohçaların arasında kendine yol aradı. Bazı dar aralıkları tek ayağıyla sekerek atladı. Sekti, sekti ve iki ayağını yere bastığında hiç ummadığı bir güzellikle karşı karşıya kaldı. Bu sefaletin, umutsuzluğun, bu kir ve pas içerisindeki korkunç yenilginin ortasında elmas gözleriyle ışıldayan bu siyah saçlı kadın kimdi? Mavi kadife elbisesinin omuzlarına dökülen koyu siyah saçları muhacir beyaz tenine tezat oluşturuyor, ansızın çıkıp gelen tebessümü derin mavi gözlerine olmadık akisler çiziyordu. Şefkat bir başka şarkıydı sesinde.

Arife sanki büyülenmiş olduğu yerde kalakalmıştı. Evet, annesi de güzeldi. Köydeki kızlar da güzeldi. Dağlardaki çiçekler de güzeldi. Tereddütsüz Leyla Hanım bir başka güzeldi. Leyla Hanım da onu gördü ve gülümsedi. Yanına yaklaştı ve Arife’nin sarı saçlarını okşadı; “Sen ne güzel çocuksun böyle, adın nedir senin?” Arife adını söyledi. Hakikaten başkaydı Leyla Hanım. Hiç köydekiler gibi konuşmuyordu.

Leyla Hanım Selanik’in varlıklı Türk ailelerinden birine mensuptu. Hayatının bir kısmını İstanbul, Paris ve Kahire’de geçirmişti. Anadolu devriminin ateşi gurbet ellerde tutuşturulurken Leyla Hanım dünyaya gelmişti.

Devlet görevindeki babasının yanında bir şehirden diğerine göçerken Birinci Dünya Savaşı’nın patlamasıyla memleketi Selanik’e geri dönmüşlerdi.
Arife, şimdi tuttuğu bu eli hiç bırakmak istemiyordu.

Lakin annesi ve küçük kardeşi aklına geldi. İnceden içini çekti ve tuttuğu eli bırakarak güvertenin diğer ucundaki annesinin yanına gitti. Leyla Hanım çocuktan ayrılınca tekrar ufka daldı. Hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Babası onu İzmir’de bekliyordu. Mondros Mütarekesi ile Balkanlardaki kamu görevlileri İstanbul’a çağrılmıştı. Babası, gelen emir üzerine Selanik Limanı’ndan İstanbul Boğazı’na ulaşmıştı. Hasta adamın gırtlağına dayanmış bir bıçak gibi İngiliz kruvazörleri İstanbul Boğazı’nda demirlemişti.

Biricik kızını sıla bildiği düşman topraklarında halkına emanet etmişti. Peki, anavatan farklı mıydı? Öfkesi patlamaya hazır bir milletin hırsını sıktığı yumruklarında hissetmişti o gün. Durmaya vakit yoktu. Ölümün bile anlamını yitirdiği Dersaadet’ten bin bir zorlukla Anadolu’ya geçmiş ve millî mücadeleye katılmıştı.

Leyla Hanım babasından nadir de olsa haber alabilmişti beş yıl boyunca. Şimdi ufka babasının mavi gözleriyle bakarken burnunda ince bir sızı hisseti, özlemdi bu. Şöyle bir etrafına bakındı. Peki ya bu insanlar ne olacaktı? Bu enkazı kim kaldıracaktı? Bu sırada arkasındaki kamaranın kapısı açıldı ve dadının sesi duyuldu;; “Hadi kızım, gir artık içeri hasta olacaksın.” Leyla Hanım içeri girdi. Bavulunu açarak babasının fotoğraflarını aradı. Kim bilir şimdi nasıl değişmişti. Sararmış bir iki fotoğraf onu gülümsetmeye yetmişti. Bu eski adamlar neden hiç gülmezdi? Sert siması her “kızım” dediğinde aydınlanan bu adamın içinden güvercinler havalanıyordu İzmir Körfezi’nde. Ne çok bedel ödemişlerdi barış uğruna. Paramparça vatan, toprak altında sahipsiz yatan binlerce şehit bedeninden ipliklerle dikilmişti. Barış denen çuvaldız her battığında hâlâ kanatıyordu.

Kızının yüzünü on beş yaşında bırakmıştı. Şimdi yirmi yaşındaydı. Kızını bir daha bırakmamaya yemin etti. Daha ulaşmasına iki gün vardı. Kamaranın kapısı hızlı hızlı vuruldu. Leyla Hanım ve dadısı bir telaşla uyandılar. Leyla Hanım kapıya doğru ilerledi. Kimdi bu sabırsız? Sabah altı suları, Ege Denizi’nde yeni ışıyan gün Arife’nin gözyaşlarında parlıyordu. Leyla Hanım hiçbir şey söylemeden Arife’yi kucağına aldı ve sarıldı; “Ne oldu kızım neyin var böyle?” Arife kapıyı yumruklamaktan ve ağlamaktan tıkanmış konuşamıyordu. Sonunda kelimeler ağzından döküldü; “Anam hasta.” Leyla Hanım Arife’den onu annesinin yanına götürmesini istedi.

Annesinin yanına vardıklarında onu bir kenara yaslanmış hâlde oturur buldular. Daha dün sahipsiz biri güvertede ölmüş ve denize atılmıştı. İnsanların yüzlerine yaşadıkları felaketin soğuk hissizliği çökmüştü. Arife korkuyordu, ya babası gibi annesi de giderse ne yapardı? Anne, bu hengâme içinde böylesine bakımlı bir kadını karşısında bulmayı beklemiyordu. Kendini toparlamaya çalıştı fakat ateşi öyle yüksekti ki kalkmaya çalışırken kendini kaybetti. Tam yere yığılacakken Leyla Hanım onu kucakladı. Leyla’nın peşi sıra dadı da Arife’nin annesini yakaladı. Onu kamaraya taşımaktan başka çare kalmamıştı. Artık yolculukları İzmir’e kadar beraber devam edecekti.

Gemi Körfez’e yaklaşıyordu. Bir vatandan kopmuş bunca insan şimdi ana vatan mı, sıla mı yahut gurbet mi olduğu bilinmeyen bir yere varmışlardı. Sahilde bir bölük asker onları karantinaya götürmek üzere bekliyordu. Artık ayrılık vakti yaklaşıyordu. Arife’nin annesi kendine gelmişti. Bu sıkış tıkış yolculuk için kendince özür dilemek istedi. Bir kelime bulamadı ve Leyla Hanım’a sarılmakla yetindi. Nereye gideceklerini bilmiyordu. Nasıl yaşayacaklarını bilmiyordu. Arife’ye ayrılık ağır gelmiş durmadan ağlıyordu. Leyla Hanım ona da sarıldı ve hıçkırıklar içindeki Arife’nin gözlerinin içine bakarak; “Burası ana vatandır Arife, bundan böyle asla yalnız değiliz. Hiçbir ayrılık bu vuslatın sevincini yaralamasın çiçeğim. Anadolu bizi bağrına basar. Hah şöyle biraz gülümse e mi!” Arife bu sözlere bir anlam verememişti. Ancak Leyla Hanım’ın içten sesi onu yatıştırmıştı. Annesi Arife’nin elinden tuttu ve “Hakkını helal et.” dedi. Ağır adımlarla yanlarından ayrıldılar. Leyla Hanım güvertede onların kalabalık içerisinde gözden kaybolmalarını izledi.

Anadolu’ya tarih boyunca gelen her insan bir su damlası gibiydi ve ummana rengini veriyordu kendini bir hiçlikte eriterek. Arife bu büyük badireden çıkmayı başardığından mıdır nedir bilinmez ömrüne ömür katarak yetmiş beş yaşına ulaşmıştı. Kardeşini kaybetmiş, annesini kaybetmiş, eşini kaybetmiş, sekiz çocuğundan üçünü kaybetmiş ama hiçbir vakit ölüme alışamamıştı. “Allah’ın işine karışılmaz.” derdi ya her biri aklına geldiğinde gözlerinden yaşlar boşalırdı. Arada bir Leyla Hanım’ı da hatırlardı. Annesine o gün yardım etmese hem öksüz hem yetim kalacak hâli nice olacaktı. Güvertedeki son bakışı her daim hayalindeydi. En umutsuz anlarında Leyla Hanım’ın mavi gözlerini hatırlayıp tekrar ve tekrar hayata tutunmuştu. İnsanlar hasta düşebilirdi, yakınlarını kaybedebilirdi, yaşlanabilir hatta ölebilirdi ama o umut denen, o yaşamak denen ateşi kimse söndüremezdi.

Hele ki Anadolu denen bu topraklarda… Arife bütün bunları düşünmese de ifade etmese de bu, böyleydi.

Oğlu Ankara’dan gelmişti o gün Arife Teyze’nin. Torunları orta yerde tepinip duruyorlardı. Onlara bakıp iç geçirdi, yolun sonuna mı gelmişti? Kulak asmadı, yapacak işler vardı. Yarından sonra bayramdı.

Misafirlere baklava, torunlara börek yapacaktı. Aşağıdan küçük geline seslendi. Sesi gitmiyordu; “Hele susun çüpçeler sesimi kestiniz gidin aşağıda oynayın!” diyerek torunları aşağı yolladı ve geline tekrar selendi. “Kız tandırı yak da börek koyalım.” Tam malzemeleri almaya kilere inecekti ki avlunun kapısı vuruldu. Postacıydı gelen, Arife Teyze’nin okuma yazması vardı ama takvim yapraklarını okuyacak kadar. Yakın gözlüğünü taktı. Zarfı şöyle bir evirip çevirdi ama üzerinde gâvur dilinde bir şeyler yazıyordu. Yukarıdan Ankara’dan gelen ufak oğlunu çağırdı. Okumasını işaret etti;

"Arife Hanım,
Ellerinizden, torunlarınızın gözlerinden öperek mektubuma başlamak istiyorum. Siz beni tanımasanız da ben sizi annemin anlattığı kadarıyla tanıyorum. Siz şimdi merakla 'Bu Paris’ten gelen tuhaf mektup neyin nesidir?' diye soruyorsunuz. Ben Leyla Hanım’ın kızı Feride. Sizi bulmak ne zor oldu bilseniz. Altmış yılı aşkın bir süredir devam eden arayışın sonunda size ulaşmayı başardık. Hâlâ içimde acısını yaşayarak belirtmek zorundayım, annemi yirmi yıl evvel kaybettik. Annem sizi ve küçük ailenizi bir ömür boyu unutmadı.

Annemin kendi aktarımlarına göre, sizi tanıdığında çok genç olması ve babasına bir an evvel kavuşma isteği nedeniyle sizinle vapurun güvertesinde aceleyle vedalaşmış ve ayrılmış. Lakin sonraları, iki çocuğuyla yalnız bir kadını bilmedikleri bir yolculuğa göndermek annemin vicdanında onulmaz bir yara açmış, yıllar yıları kovaladıkça içine dert olmuştu. Sizleri her hatırladığında 'Ne yaptılar acaba?' diye söylenir dururdu. Arife Hanım, siz de takdir edersiniz ki bu dünyadaki en değerli ve en değersiz varlık insandır.

Annem ve sizler ya da o vapur dolusu insan Ege’nin sularında kaybolup gitseniz tarihin sayfalarında belki bir satırdan ibaret olacaktınız ama sizler ana vatana vardınız. Muhabbetinizi, şarkılarınızı, yemeklerinizi, sımsıcak adetlerinizi Anadolu’ya götürdünüz. Meyve vermeye hazır dallar misali aşılandınız bu memleket dediğimiz eski ağaca. Şimdi eminin çocuklarınız ve torunlarınızla bu topraklara sımsıkı tutundunuz; 'Amma lafı uzattı.' diyeceksiniz belki haklı olarak. Annemin vasiyetini geç de olsa gerçekleştirmiş bulunmaktayım. Lütfen beni ve sevincimi anlayın. Annem hep o yeşil çocuk gözlerinizden bahseder dururdu. İzniniz olursa ben de sizleri en yakın zamanda ziyaret etmek istiyorum. Hayat bizi eğitim, iş derken Paris’e kadar sürükledi. Mesafelerin, yılları bulan sürelerin bile bir önemi olmadığını siz de fark etmişsinizdir. Zarfta belirtilen adrese cevabınızı en kısa sürede heyecanla bekliyorum.

Kız kardeşiniz Feride."

Ana-oğul ağlamaya başlamışlardı. Oğul soluklandı; “Ana her şeyi içine atarsın, bugüne kadar neden anlatmadın bu olanları?” Annesi oğluna baktı ve gülümsedi, gene de bir şey söylemedi. Oğlu; “Ana iznin olursa, çocuklarına yetişmedi ama ilk kız torununun ismini Leyla koymak istiyorum.”

Arife o 1924 yılı yazında güvertedeki çocuk yeşil gözlerini yumarak gönlünden yana kararını oğluna iletti.

***

*Ayatar, Mehmet Engin (2022), Yanlış Adamın Maceraları, Truva Yayınları, s.141

 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi