ANI
Giriş Tarihi : 23-08-2022 16:42   Güncelleme : 23-08-2022 16:52

Kırmızı Terlikler

Yazan: Zeynep Hanım Yıldırım - KIRMIZI TERLİKLER

Kırmızı Terlikler

KIRMIZI TERLİKLER 

Aylardan ocak mıydı şubat mıydı? Hatırlayamadım şimdi. Ancak, bir cumartesi günü olduğundan adım gibi eminim. Cumartesi günleri mesai olmuyordu ve biz o gün erkenden kalkmak zorunda kalmıyorduk. Üstelik bizim orada pazaryeri cumartesi kuruluyordu ve eşimle ertesi günü birlikte pazar alış verişine gitmeye karar vermiştik akşamdan. Oradan biliyorum işte…

O gün ne hikmetse kapalı perdelerden içeri süzülen ışık, yatak odamızı bir başka aydınlatıyordu. Merak ettim tabii. Kalktım, hemen odanın perdelerini açtım. Aman Allahım! Bir de ne göreyim? Dışarıda lapa lapa kar yağıyordu. Uzun zamandır böyle bir kar yağmamıştı ve ben böyle bir kar yağmasını özlemiştim. Sevindim. Önce eşime sonra odalarına giderek henüz uyuyor olan çocuklarıma seslendim. 

“Gelin bakalım dışarıda ne var” diye merak uyandıracak bir soruyla uyandırmıştım onları.

Eşim de maraklandı tabii. Hemen yatağından kalktı, geldi. Çocuklara dışarda ne olduğunu O'da belli etmemişti. “Maşallah, Subhanallah! Bu da ne?” deyince,  çocuklar hiç nazlanmadan kalktılar geldiler ve hep birlikte yağmakta olan karı seyre koyulmuştuk. 

Öyle güzel yarıyordu ki kar…Hiç birisi birisine değmeden, hiç birisi diğerine çarpmadan, incitmeden gökyüzünden dans ede, ede öylece... Sonra gidip, yerdeki yerlerinde üst üste yığılıyorlardı. 

Çocuklarım pencerenin önündeki tahta maketin kırlentlerinin üzerine abanıp dışarıyı seyrederken, eşim sobanın kovasını değiştirmek için aşağıya, odunluğa inmişti. Öte yandan ben de mutfağa geçip, kahvaltı hazırlamaya koyulmuştum. 
İçim içime sığmıyordu, dışarıda lapa lapa kar yağıyoor diye. Mutfakta kendi kendime mırıldandığım şarkılar eşliğinde hazırladım kahvatımızı, içine kar sevincimi de kata kata. Çok geçmeden eşimin tutuşturmuş olduğu sobamızın ısısı bütün odalara yayılmaya, üzerindeki yumurtalar kaynamaya, çaydanlık fışırdamaya  başlamıştı… Yoksa o emektar teneke sobamızda mı hissetmişti dışarıdaki soğuk havayı, karı? Bu yüzden miydi odalarımızı birden ısıtması. Öyle ya! O da bu günler için vardı…

Karın sevinciyle hepimizin içi mutluluktan pır pır ediyordu. 
Kahvaltımızı yaptıktan sonra, çocuklarım ve eşimle birlikte yine pencereden dışarıyı seyretmeye koyulmuştuk.

Biz, havuç diyarı diye bilinen şirin,  sıcak kanlı, sevecen ve misafirperver insanların yaşadığı küçük bir kasabanın sağlık ocağının lojmanlarında oturuyorduk. 
Lojmanların tam karşısındaki yol, ara yol olduğu için henüz hiç kimse yağan karın üstünden geçmemiş, ne bir ayak izi ne de araç izi vardı.

Dışarısının kar beyazına gözlerimizi  kısa kısa seyretmek öyle güzeldi ki… 

Sonbaharda yaprakları dökülen armut ağacının dallarına karlar iyice  kaplamış, sanki iskelet gibi duruyordu karşıda, öylece…

Sağlık ocağının yanındaki sıra sıra çam ağaçlarının dalları, üstündeki karın ağırlığından olacak, hepsi aşağıya doğru sarkık, birbirlerine iyice yumulmuş vaziyetteydiler. Tıpkı fırtınaların estiği kuru ayazda birbirlerine yumulan pinguenler gibi. Acaba onlarda mı üşüyordu? Yoksa beyaz örtüyü yorgan mı edinmişlerdi kendilerine…İçimden  çam dallarının üstündeki karları silkelemek geldi bir an…Isınsınlar diye.

Az ilerideki çalıların üzerine konan bir grup serçe cıvıl cıvıl ötüyor, ne yiyeceklerini düşünüyorlardı belki…
Durur muydum hiç! Kilerdeki tavukların yemlerinden bir iki avuç alıp balkondan septiriverdim önlerine doğru. 

Telefon tellerinin üzerlerine sıralanmış küçük kuşlar, telleri kaplayan karların bir an yere dökülmesiyle yaydan çıkmış ok gibi uçuşuşup dağılmaları, sonra aynı yere konmaları, ortaya seyrine doyum olmayan görüntüler oluşturuyordu. 

Karşı komşunun çocukları bahçeye çıkmış kar topu oynuyorlar, yan komşunun çocukları da kardan adam yapıyorlardı. 

Kar artık lapa lapa değilse de ince ince yağmaya devam ediyordu. 
Bayağı  bir yığmıştı…Neredeyse  dizlere kadar gelecekti…

Ben, çocuklarım hasta olur korkusuyla gün boyu hiç dışarıya çıkarmamıştım. Hep birlikte, dışarıda oynayan çocukları evimizin penceresinden seyretmekle yetinmiştik. 

O gün gece, iki yada üç sıralarıydı sanırım…Oğlum benim yatağıma geldi, hemen yorganın altına aldım O'nu. Sımsıkı sarıldım. “Korkmuş olmalı” diye düşündüm içimden. Yavruma sarılırken  ayaklarının  
buz gibi olduğunu farketmiştim. 
“Oğlum sen çok üşümüşsün, açındın mı yoksa?” dedim.

Kuzum benim! 

Anne ben hastayım dedi. 

Elimi alnına götürüp baktığımda, ayakları buz gibi olan yavrumun başı ateşten adeta yanıyordu. 

Hemen eşimi uyandırdım. Gecenin köründe O’da afalladı tabii. Bu saatte bu da neyin nesiydi? O’nun bunları düşünmesine fırsat bile vermeden.. “Kalk! Hadi kalk! Çocuk çok ateşli” dedim. Kalktı. 

Yatağından fırlayıp gitti, lambaları açtı. Geldi. Hemen çocuğu kucakladı. Çocuk; o anda ne olduysa oldu, yatağın içine kusmuştu. Eliyle kustuğu yere işaret ederek ağlıyordu bir yandan. 
“Olsun! Olsun! Temizleriz, sen hiç üzülme yavrum” dedim .

O anda kuzum havale geçirmeye başlamıştı. Eşimde şoktaydı tabii…
Bana yüksek sesle… “Koş doktor çağır! Çocuk gidiyor hanım!!! diye bağırdı. 

Üst kat komşum, aynı zamanda sağlık ocağının doktoru Hatice hanım, annesi ve babasıyla birlikte kalıyorlardı. Eşimin “çocuk gidiyor” sözü kulaklarımda yankılanıyordu hâlâ…Nasıl üst kata koştum bilmiyorum. O saatte elin ziline basılmayacağını düşünmeden acı acı zile basıyordum öylece ve hiç kesmeden.

Kapıya doktor hanımın annesi Dursun teyze çıktı, ilk önce. Ben ise; telaş içinde “Hatice hanım yok mu?” dedim. O, uzun uzun çaldırdığım zilin sesini duymuş olmalı… Dursun teyze cevap vermeye kalmadan, arkasında beliriveriverdi doktor Hatice hanım.

İçgüdü mü, tecrübe mi? Bilinmez…Ben, bizim çocuk havale geçiriyor demeye kalmadan, doktor Hatice hanım aşağıya, bizim eve koşaradım  inmişti. Dursun teyze, ben ve doktor Hatice hanım üçümüz birden ardın sıra bizim eve inmiş, doluşmuştuk…

Eşim o esnada çocuğu banyoya götürüp başını soğuk suya tutmuş, ama kuzum bir türlü ayılamıyordu…

Doktor hanım şöyle çocuğa bir baktı…

“Süleyman bey! Haydi! Haydi! Çocuğu hemen sağlık ocağına götürelim, gerekeni orada yaparız” dedi.

Eşim kucağında çocuk olduğu halde en önde koşuyor, arkasında doktor Hatice hanım.  Ben eşimin ceketinin cebinden sağlık ocağının anahtarını alıp arkalarından…

Dursun teyze de evde ki öbür çocuğun yanında kalmıştı, sağolsun.

O aceleyle kapının önünde duran kırmızı terliklerimi giymiştim. O zamanlar modaydı, benim de giydiğim o kırmızı, kenarlarından süslü büyük başlı çivilerlerle tutturulmuş ortopedik terlikler. 

Binanın merdivenlerinden koşarak  inip, dışarıya çıktığımda gün boyu yağan kar dizlerimin üstüne kadar geliyordu. Ben ise ayağımdaki terliklerle, gidebildiğim en hızlı şekilde gitmeye çalışıyordum. Sonra bir ara ayağımda terlik olmadığını fark etmiştim. Evet! Ayağımda terlik  yoktu ama ben hiç durmaksızın yoluma öyle kararlara bata çıka devam ediyordum. Üstelik, kara yalın ayak basıyormuşum gibi bir üşüme hissetmiyordum ayağımda.

Doktor Hatice hanım ve eşim çoktan sağlık ocağının kapısına varmışlardı. 

Tedavi odasına girip çocuğu ayıltmaya çalışan doktor hanım, dili boğazına kaçan yavrumun ağzına parmağını sokup dilini düzeltirken,  daha kendinde bile olmayan yavrum nasıl olduysa oldu, doktor Hatice hanımın elini ısırmıştı. Hatice hanımın o a'na kadar tedirgin olan yüzünde sanki birden güller açmıştı.  Bu iyiye işaret diyerek sevincini bizlerle paylaşmış, dünyaları bağışlamıştı adeta bize. 

Doktor Hatice hanımın ard arda iki tane iğne yapmasından sonra, yavaş yavaş kendine gelmeye başlamıştı yavrum. Aradan biraz zaman geçmiş, rahatlamış artık eve dönmeye karar vermiştik.

Ben o aceleyle evden çıkarken ayağıma sokuşturuverdiğim terliklerden tekinin, ne ara ayağımdan sıyrılıp çıktığını, tek terlikle ve ayağımın hiç üşüdüğünü hissetmeden nasıl sağlık ocağına gittiğimi, sonraki sevincimle birlikte, yine ayağımda terliğin olmadığını farketmeden dizlerime kadar karın içinde nasıl eve geldiğimi bildiğim mi var.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi