ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 09-09-2023 23:04

Kederli Ağaçlar Albümü / Ahmet Yılmaz

Yazan: Ahmet Yılmaz -KEDERLİ AĞAÇLAR ALBÜMÜ

Kederli Ağaçlar Albümü / Ahmet Yılmaz

KEDERLİ AĞAÇLAR ALBÜMÜ

Kaldırım kenarında topal kökleri üstünde yükselen iki büklüm fıstıkçamı gelen geçenin dikkatini çekiyordu. Yakında salası okunurdu, öyle yapayalnız, kuş konmaz, hatırı sorulmazdı. Yoldan gelmiş gibi bitkin, tozarmış ve bir kaşık suya muhtaç görünen ağaç itile itile sıkıştırıldığı köşede, kararmış ve keseklenmiş toprakla boğuşmaktan usanmış, çok dalı inceldiği yerden kopmuş, çok yaprağı yaralı kalbinin sığ sularında boğularak onu bir başınalığa terk etmişti.

Temizlik görevlisinin sabahın erken karanlığında başlayan mesaisi öğleye doğru güneşin gitgide kızışmasıyla zorlaştı. Terden sırılsıklamdı. Atleti sırtına yapışmış, beli sokurdamaya başlamıştı. Gözkapaklarından dökülen tuzlu suyu, alnındaki ıslaklığı elinin tersiyle sildi. Kirpikleri yapış yapış oldu. Dili damağı kurudu. Bir çeşme bulsaydı kafasını altına sokacaktı. Yapılacak iş değildi onunkisi. Geçen ay otelden ayrılmış, okula giden üç kız çocuğu ve evinin can kuşu tatlı eşi için belediyede çalışan bir ahbabının el atmasıyla bir gün bile boş durmadan hemen gösterdikleri mıntıkada bir elde fırça bir elde faraş çalışmaya koyulmuştu.

Ağacın gölgesine sokulup oturdu, başını ayak uçlarına doğru eğdi. Geçen sene komşusu İbrahim abinin bir yerlerden bulup buluşturduğu bez ayakkabıların rengi solmuş, kenarlarından dikiş atmaya yüz tutmuştu. Yenisine güç yetiremezdi, önce küçükten başlayarak çocuklarınkini halletmeliydi. Ele güne karşı, akranlarının yanında mahcup, boynu bükük olmasınlar. Sade derslerini düşünsünler. Bağcıklarını gevşetti, ayaklarını çıkarıp serin serin kaldırım taşlarına bıraktı.

Topuğundan patlamış çoraplarını sıyırıp tortop hâlinde bir poşete koydu. Parmakları simsiyahtı. Sızım sızım sızlıyordu. Daha dolaşacağı sokaklar vardı. Tepesindeki ağaç da olmasa nereye sığınır, kime güvenip kendinden utanmadan iki dakika soluklanırdı? Parke taşlarının bir oyuğuna yuva yapmış karıncalar telaşla sağa sola koşuşturuyordu. Onlarcası nasiplerine düşen kırıntıları sırtlanmış tören alayı şeklinde yürürken içlerinden bir tanesi kör topal sendeleyerek sürüye yetişmeye çalışıyordu. Düştü kalktı. Düştü kalktı. Bu belki üç dört defa tekrarlandı. Temizlikçi, zavallıyı itinayla avucuna alıp bir kenara bırakana kadar acısıyla baş edememiş, can çekişmeye başlamıştı bile. Kimsenin üstüne basıp ezemeyeceği yüksekçe bir yerde ölmeye yatacaktı. Hayat gürültülü ve kalabalık akıp gidiyordu ama ölüm, sessizlikte ve tenhada yakalıyordu.

Bir an içi geçti, yorgunluktan taşıyamaz olduğu başı dizlerine devrilmiş, kirden ve her türlü pis kokudan fersah fersah ötede beliren rüyalar âleminde eşi ve çocuklarıyla bahçeli, cumbalı bir evin taraçasında serin rüzgârların şefkatten yaratılmış eliyle güvercinleri seviyordu. Güvercinlerin kanadında buzları eriyen korkularını azat ediyordu, gökyüzünün atlasında özgürlüğe koşan beyaz taylar görüyor ve çocukluğunda resim defterlerini doldurup ailesinin ve öğretmeninin yersiz endişesini ve öfkesini üstüne çekmesine sebep olan o siyah renk belki ilk defa kapısından içeri girmiyordu.

Küçük kızı, ismi Naz’dı, okuma yazmaya ilk adımını yakınlarda atacaktı, öyle sevinçliydi ki serçe ayakları okul lafını duyar duymaz yerden kesiliyordu! Büyüyüp marifetli bir doktor olacaktı, annesini tekerlekli sandalyeden kurtaracaktı.

Ablasının gönlünü savcılık hayalleri yatıştırabiliyordu ancak; adaletli, başı sıkışanlara Hızır gibi yetişen, acar. Ceren, ortaokul sekizinci sınıftaydı, büluğ çağına girmişti, saçlarını televizyondan tanıyıp hayranı olduğu yabancı kadın oyuncu gibi başının tepesinde toplamıştı. Kanun kaçaklarını kovaladığı, bin bir badire ve beladan sıyrılıp kötülere karşı iyilerin bayrağını dalgalandırdığı son filminde seyredene güven aşılayan yüzüyle Ceren’in kalbini de istikbalini de çalmıştı.

Ya üç numaraya ne demeli? Arkadaşlarının ‘Otlakçı’ lakabını taktığı Yeşim hayırlısıyla bu yıl liseyi bitiriyordu; ev işlerinde on parmağında on marifetle annesinin eksiklerini kapatan, kardeşlerinin üstüne kol kanat geren, vaktinden evvel olgunluk hırkasına bürünmüş bir kızcağızdı. Otlakçılığının ortamlarda beleş sigara içmesiyle yakından uzaktan alakası yoktu.

Arkadaşlarından sık sık ödünç kitap isteyip sabahına iade ederek şükran ve minnetle yenisini iştahla çantasına attığı için bir tür azizelik makamına yükselmiş, nükte olsun diye iğneleyici bir takma isimle çağrılmaya başlanmıştı. Kendisiyle barışıktı, sınırları belliydi, hayattan ne beklediğini aşikâr etmezdi, tıpkı kaderinin ona ne getireceğini bilmemesi gibi o da bir sırdı kendisi ve etrafı için. Genç kızlığını bahane ederek, hakkı olsa bile, babasına yerli yersiz masraflar çıkarmaktan özenle kaçınır, hemcinsleriyle seyrek görüşür, vaktinin çoğunu odasında ders çalışıp okuyarak geçirirdi.

Bir keresinde teyze kızının gizli gizli getirip ortaya döktüğü makyaj malzemelerini görünce hayretten ağzı açık kalmış; suçluluk duygusuyla acele ederek sürüp sürüştürdüğü allıktı rimeldi derken aynanın karşısında bambaşka bir bakışla kendisini süzen yabancıdan adeta ürkmüş, içinden gelen övücü ve kışkırtıcı sesi bastırarak lavaboya koşmuştu. Yüzünü temizlediğinde hafifleyip rahatlamıştı. Bu davranışıyla, dışarı çıkmaya hazırlanan teyze kızını da hayal kırıklığına uğratmıştı. Alt tarafı bir kafede sınıftan oğlanlarla oturup laflayacaklardı, geç saate kalmazlardı. Ucunda kötü bir şey de yoktu yemin billâh. Sosyalleşmekten, kabuğunu kırmaktan niye bu kadar korkuyordu ki?
Fakat Yeşim; bir köşeye atılmış eşya gibi donuk, çaresiz annesini ve canını dişine takarak gündüz gece ekmeğini kovalayan fedakâr babasını üzmektense kendisi mutsuz olmaya razıydı.

Dünyaya gözlerini açtığında ilk onları görmüş, hastane koridorlarında dökülen ilk gözyaşlarından bilmişti kalp kalbe karşı olduğunu, beşiğinde sallanacağı hayatın bin bir macera, heves, hayal, rüya, ümit ve nice vaatle yanı başında durduğunu.

Temizlik işçisi kaldırıma yanaşan bir otomobilin kornasıyla silkinip kendini soğuk taşlar üstünde savunmasız ve aciz gören sürücünün kaldırıma fırlattığı çöp poşetini yerden kaldırdı. Aşağılanmaya alışkın değildi, artıklarını camdan dışarı savuran çoğu genç ve cahil, şoför veya yolcu, yoldan geçen veya yolda duran nice insana acımaktan başka bir şey elinden gelmiyordu. Aslında şu kötürüm dünyada kim aşağı kim üstün ancak Allah bilirdi. Onun işi milletin ayıbını örtmek, kokuşmuş düzende bitkisel hayatı andıran şu yalancı seferin süresini biraz daha uzatmak, katlanılır kılmaktı.

Dış âlemi temizlediğimiz gibi iç âlemimizdeki eğri büğrü, çarpık, habis, muhteris, kin ve nefretten yoğrulmuş bozuklukları da söküp atabilseydik keşke, diye hayıflandı bir an. Şu zengin, yakışıklı, belli ki tahsil görmüş adam karısına bağırmasa yol ortasında, şu delikanlı koşup elinden alsa yaşlı kadının çantasını, yükünü azaltsa insan insanın. Çocuklar yetişkinlerin izinden gitmese her zaman; takip edilmesi, taklit edilmesi kırmızı çizgiyle yasaklansa bazı büyüklerin. Onlar ki namaz kılıyordur ama gönül incitiyordur, Kur’an okuyor, hiç düşünmeden at yarışına, borsaya, bahis oyunlarına yatırıyordur çoluk çocuğunun rızkını. Sonra ağlıyorlardır, bahtsızlıklarına bahane uyduruyorlar, tanımadıkları Allah’a şathiye düzüyorlardır. Böylelerine bayramlar, parklar kırlar yasak olsa.

Namaz demişken öğlenin vaktinin geçmekte olduğunu hatırlayarak bir koşu en yakındaki camiye vardı, şadırvanda abdest tazeleyip son cemaat yerinde tekbir getirerek ellerini bağladı. Ayağında çorap görmeyen kimisi sesli sesli lahavle çekerek yanından geçiyor, kimisi kıyafetine bakarak temizlik işçisinin davranışını hoş görüyordu. İnsan kısım kısım yer damar damar. Kınayacaklar, ayıplayacaklar, kendi kusurlarını aramayacaklar. Çok azı dünya gailesinin âdemoğlunun imtihanı olduğunun şuuruyla eyleyecek eyleyeceğini; toprak gibi alçakta tutacak boynunu, almadan verecek, aktaki karayı, karadaki akı diline dolamadan Yaradan’ın her bir kuluna ibretle bakacak, izzeti ikramını eksik etmeyecek.

Akşama doğru insanlar koşarak, sendeleyerek, uygun adım ve çözemedikleri belirsiz bir arzunun ipiyle çekilerek çarşıya ve sahile doğru bin bir heves ve hayalle inecektir. Etrafta çerçöp ve lüzumsuz levazımat gözükmeyecektir, kalabalıkların ritmine ayak uydurmanın, bitmeyen karnavala katılmanın ve vagonuna kuruldukları hayat treninde mutluluğu yakalamanın tek yolu temiz bir cadde ve gül kokan sokaklardan ibaretmiş gibi hemen herkes ağız birliği etmişçesine derin bir oh çekecektir. Dünya içini açıyor insanın, kalbimizin pasını siliyor, yaşanmamış bütün akşamlar ve şafağı sökmemiş sabahlar bizim.

Akşama az kala, vazifesini yerine getirmekten memnun, eve dönmek üzere metro istasyonunda iki dakika sonra gelecek treni beklemeye koyuldu. Kulaklığı yoktu, seslerden ve uğultudan yana şikâyetçi değildi hiç. İnsanların ona bakması, bakıp bakıp gülmesi, hatta lekeli, yağlı, kararmış tulumunu parmakla gösterip yüzlerini buruşturmaları umurunda da olmayacaktı. Bugün, en küçük kızının altıncı doğum günüydü.

Parktaki konteynerlerden birinde kolu bacağı kopmamış bir oyuncak bebek bulmuştu. Biraz uğraşsa, silip ovalasa yepyeni görünecekti. Kutlamaya geç kalmak istemiyordu.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi