ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 09-08-2023 18:34   Güncelleme : 09-08-2023 18:49

Kasketli Meçhul Adam -2 / Hakkı Yıldıran

Yazan: Hakkı Yıldıran -KASKETLİ MEÇHUL ADAM /2

Kasketli Meçhul Adam -2 / Hakkı Yıldıran

KASKETLİ MEÇHUL ADAM /2

Kasaba halkı televizyonla ilk kez 1974 yılında tanışmıştı. Televizyonu önce kasabanın kahvecileri, restoran sahipleri ve varlıklı aileler almıştı. “Bir kutunun içinde bir sürü insan oluyormuş.” söylentileri dilden dile yayılıyordu…
Akşam sekiz haberlerinden gece ona kadar kahve duvarında asılı olduğu yerden çalışan bir kutu… Mahalleli çocuklar ne olduğunu anlamak için karşılıklı iki kahvenin önünde toplanıyor, zaman zaman kutuyu görmek isterken kahve camına yumuluyorlardı…

Kasketli adam da oralarda olurdu çoğu zaman. Bazı geceler kahvenin camından seyrettiği “vadideki hayattan" sonra eve giderken arkasına takılıp gittiği meçhul kasketli adam.

Mustafa Dayı’nın duvarının dibine geceden çömelmiş gördüğü kasketli adama ne çok benziyordu. Şayet bu adam o adamsa kendisi hakkında çok söylentiler duymuştu bu küçücük yaşında. “Köyün gülleri” deniyormuş ona ve onun gibilere…

Köyün güllerinden birisi, birisinin evinin önüne erkenden, üstelik herkesten önce gelmişse eğer; isterse sabaha kadar o evin etrafında bir baykuş ötmemiş olsun. Hele kasketli adam geldiyse birisinin evinin önüne ve oralarda dört dönüyorsa telaşlı, ya da bir taşın üzerinde öylece çömelivermişse geceden bir karartı gibi… İlla bir sebebi olmalıydı. Bunu Mustafa Dayı olayından iyice bellemişti.

Şimdi o kasketli adam kendi evlerinin önünde gece yarısından beri çömeliyordu. “Hayret! Bugün bizim evin önü ne kadar kalabalık.” diye düşündü. Uzaktan, yakından akın akın bilindik insanlar geliyordu. Her gelen, önceki gelenleri “başını hafifçe öne eğerek sanki birbirlerine küslermiş gibi sessizce ve öylesine” selamlıyordu. 
Kasketli adam hala oralarda dolanıyordu.

Gelenlere bir şeyler soracak oluyor ancak soramıyordu. Kim bilir hangi akşam ruhunu teslim etmişti? Kasketli adam olayın yaşandığı ilk akşamdan bu yana mı dolanıyordu kendi evlerinin önlerinde? Hemen nereden duyuvermişti?..

Sabah ezanından bir müddet sonra aşağı camiden, yukarı camiden peşi sıra selalar duyulmuştu...  Selayı duyan geliyordu. Gelen insanlar doldurdukça dolduruyordu evlerinin sokağını, tıpkı Mustafa Dayı’nınkinde olduğu gibi. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Kalabalığın arasında “deli tavuk” gibi dolanıyordu. “Çok da küçüktü.” diyenleri duyar gibiydi. Ne yapacağını bilmez halde aralarında fısıldayan insanlara yaklaşıp “ne olduğunu” anlamaya çalışıyordu. Hiç bir şey anlamıyordu…

Evlerinin tek odasında, odanın önündeki köşe ve köşeye çıkılan tahta merdiveninin başındaki boşlukta biriken kadınların “yas tutup ağlamalarını” duyuyordu.

Merdivendeki kalabalığı yararcasına yukarı çıkmıştı. Anacığı salonun orta yerinde hem dizlerini dövüyor, hem de önündeki battaniyeye sarılı oğluna iki elini birbirine vurarak ağıtlar yakıyordu. Kan kırmızısı olmuş gözlerinden oluk oluk akan yaşları arada bir başındaki “kardan ak” tülbentiyle siliyor, herkesten gizlemeye çalışıyordu… Evin önüne kurulan kazanların suyu ne çabuk kaynamıştı. Biraz sonra aşağıya indirecekler, yıkayacaklardı.

Bebekliğinden, çocukluğundan sonra ilk defa başkaları yıkayacaktı henüz körpe bedenini. Teneşir tahtasının üstüne boylu boyunca yatırdılar. Üstündeki battaniyeyi açtılar. Sanki; “Ne olur üstümü açmadan yıkayın.” der gibi utangaçtı yüzünün masumiyeti…

“Asıl yerine bir an evvel gitme isteğiydi” güleç yüzünden okunan. Öyle de olmuştu. Çabucak yıkamışlardı. Yıkandıktan sonra üstü battaniyeyle örtülü vaziyette tekrar eve çıkarmışlardı. Evin tek odasında, her katının arasına gülsuyu dökülerek, çörek otu serpiştirilerek hazır edilen kefenin üstüne usulca yatırıp sardılar.

Ayaklarının başparmaklarını kefenden kesilen bir parçayla bağladılar. Kefenin başucunu ve ayakucunu da… Sonra yine aynı battaniyeyi kefeninin üstüne sardılar…

Hazırdı. Hazırdı yolcu…
En yakın camiden getirdikleri tabutun sanki acelesi vardı. Karışmalıkta; “ Hadi çabuk olun.” der gibi dayalı olduğu evin duvarından gürültüyle yere kayıvermişti. Birisinin ayağına takılmış olmalı…

Bu dünyadaki son bineğine bildirilmişti. Evin önünde duran, biraz önce cenazenin yıkandığı teneşir tahtasının üstüne konulan tabutun önünde kıbleye doğru durulmuş, eller duaya açılmıştı. Duadan sonra helallikler alındı. Yola revan olundu. Tabut, kalabalık insanların omuzlarında evden uzaklaştıkça yükselen ağıtlar mahalleyi inletiyordu…

Tabutu elden ele aktaranların sırasına en çok kasketli adam giriyordu. Yaşlı bedeni yorulsa da tabutun en önünden arkasına baka baka ilerliyordu… Köyün çıkışında, mezarlığa da yakın camideki çınar ağacının dallarının altındaki gür çayırların içinde bulunan musalla taşına koydular. Son namazını kıldılar. Ardından tekrar helallikler alındı.

Kasketli adam yine tabutun ve kalabalığın en önünde gidiyordu. Cennetliklerin tabutu omuzlarda hızlı ilerlermiş… Köyün; hızla gidilen, bir tarafı iğde ağaçlarıyla diğer tarafı kerpiç evlerle kaplı, dar, toprak yolundan çıkan toz bulutu arkada kalıyordu. Mezarlığa ne çabuk varmışlardı… 

Hasan Ali Dayı mezarı kazmayı tam zamanında bitirmiş olmalı. Ak düşmüş, kısa, hafiften kıvırcık, tozlu saçlarının ucundan akan ter boynundan, katran karası esmer bedenine ulaşıyordu. Üstündeki beyaz fanilası sırılsıklam olmuştu… 

Mezarlığın mavi demir kapısının açılmasıyla takılı olduğu çeşmenin yan duvarına çarpmasından çıkan sese, kazmakta olduğu mezarın içinden doğrulup bakmıştı. Son kez küreklediği toprağı küreğiyle birlikte dışarı attı. Sonra da kazmayı… Şimdi mezarlığa gelenlerin arasından -iş bilen birisinin de olurunu alarak- kendisine uzatılan elin yardımıyla mezarın içinden yukarı çıkmıştı. Baltayı, küreği ayak altından uzak bir yere koydu. Hızlıca mezarlığın girişindeki -biraz önce duvarına demir kapının çarptığı- çeşmeye koştu. Belli ki abdest alacak, duaya katılacak, belki de meftanın üstüne bir iki kürek de toprak atacaktı...

Kasabada ölen birçok insanın mezarını yıllarca kazmış adam, bir gün sıranın kendisine geleceğini, “ölümün insana şah damarından daha yakın olduğunu” bilmez miydi? 
Kollarını dirseklerine kadar katladıktan sonra; “Bismillah” deyip kazmaya başladığı mezardan çıkınca terlediği için çıkarıp öylesine dışarı atıverdiği dirsekleri yamalı gömleğini yerden aldı, giydi. Güzelce abdestini aldı. Gömleğinin katlanmış kollarını açıp düğmeledi. O halde bile bileklerinden taşan kırlaşmış kılları görünüyordu…

İlk önce babası indi mezarın içine, sonra da genç bir imam… İri taşları kenara çeken babacığının yüreğinden koca koca parçalar dökülüyordu mezarın içine. Yaşlı bedeni sendeler gibi oldu; “Koş! Koş! Koşun biriniz! Bir bardak su getirin! İçirin adamcağıza!” sesleri yükseldi.

Şakırdayan ellerine tutuşturdukları bardaktan bir yudum ancak içebilmişti. Metanetliydi. İri taşları sağa sola itmekte acele ediyordu…
Her şey tamamdı. Bu dünyadaki son yolculuğun sonu da… Usulca indirdiler. Kıbleye doğru yan çevirdiler. Kefenin iki ucundaki bağlarını çözdüler. Yukarıdan kürekle sırtına doğru usulca atıldı ilk toprak…

Uçlarına önceden kasımpatı çiçekleri bağlanmış iğde dalı diktikleri mezar, dakikalar içinde toprakla kapatılmıştı. İğde dallarının dibine, mezarın üstüne orada bir yerde duran testiye doldurdukları suyu döktüler. Başucunda Yasin-i Şerif ve başka dualar okundu, okundu, okundu… Gelenler birer birer işine, aşına dağıldı. Kollarına girmiş iki kişi, arkasına baka baka giden babayı adeta sürükleye sürükleye götürdü…

Geçen hafta her gün, rahmetli Mustafa Dayılarla evlerinin arasından geçen su arığının kenarındaki yan yana sıralı yaşlı iğde ağaçlarının dallarından mı yoksa az ilerideki Mehmet Dede’nin evinin önündeki koca cevizin dalından mı? Sabaha kadar baykuş sesi gelmiş, bu durumu hayra yormayanlar; “Her halde sokağımızdan birisi daha gidecek.” demişlerdi.

Eskiler, bir evin etrafında akşama kadar saksağan ya da sabaha kadar baykuş öttüğünde “bu evde bir ölenin olacağına” yorarlardı bunu…

Aylar önce komşu Mustafa Dayı hiçbir rahatsızlığı yokken aniden ölmüştü. Mustafa Dayı beş vakit namazını camide kılan; uzun boylu, heybetli, tatlı dilli, hayırsever, temiz giyimli, varlıklı biriydi. Sürekli ahırda beslediği hayvanlarla ilgilenirdi. O kadar işinin arasında dahi “Aman ne olacak?” deyip camiye temiz elbiselerini değiştirmeden gittiği görülmemişti… 

Kahvelerin yanından, oturduğu sokağa kadar uzanan yolun kenarından dere akıyordu. Derenin iki kanarında da iri ağaçlar vardı. Çokça ceviz, erik, selvi ağaçları… Gece olunca her yerden baykuş sesleri yankılanıyor, birisi bir yerden ötünce hepsi birden ötmeye başlıyordu.
Derenin şırıltısı yakınındaki evlere kadar geliyordu.

Ufacık tefecik bir şeydi, derenin kanarındaki ağaçların dallarına tünemiş baykuş seslerinden korka korka kahvelere gitmeye başladığında. Hep o içinde bir sürü insanın olduğu televizyon denen aletti bu yaşta kahve önlerine gitmesine sebep… Anacığı yaramazlık yapmasın, gece gece bu yaşta kahvelerin önlerine gitmesin diye derenin kenarındaki şeytanlarla, gece öten baykuşlarla korkuturdu kendisini.

Komşu Mustafa Dayı’nın ölümü, baykuş sesleri, dere yolu, şeytan… Bir de şu meçhul kasketli adam…  Her şeyden korkar olmuştu. Gece yatağına yatarken korkularını yorganın dışında bırakıp kendini yorganın içine iyice gömüyordu...

Evin önüne gece gece işerken mezardan Mustafa Dayı’nın çıkacağını, kendisine ansızın kefeniyle birlikte sarılıvereceğini düşünürdü.

Yedi yaşına gelmişti. Aynı korkuları her gece yatağına girerken aklına geliyordu.

Böylesi gecelerin birisinde zar zor uyumuştu. Giysileri terden sırılsıklam olup “Ben ölmedim.” diye avazı çıktığı kadar bağırıp uyandığında anası yanı başında yatmakta olan oğluna; “Korkunç bir rüya görmüş olmalısın, gel çişini edelim de yine yatarsın.” dediğinde verdiği cevap; “Ben donuma işedim ki.” olmuştu… 
Aynı günün ortalarına doğru, köyün güllerinden “kasketli meçhul adam” bu dünyadaki yolculuğunu tamamlamış “asıl yerine” götürülüyordu…

***

KASKETLİ MEÇHUL ADAM /1 OKUMAK İÇİN...

Editör: Hamit Gözümoğlu 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi