ANI
Giriş Tarihi : 20-09-2022 05:27

Her Yaşam Bir Öyküdür

Yazan: İsmet Acı - HER YAŞAM BİR ÖYKÜDÜR

Her Yaşam Bir Öyküdür

HER YAŞAM BİR ÖYKÜDÜR

Sonra duyulur şekilde;  “Otur.” dedi.

Bu davetten kendini istenmeyen misafir ya da sevilmeyen akrabaya benzetti. Müdürün yanına çok gelen giden olduğundan hem yorulmuş, hem usanmıştı herkese istedikleri olumlu cevabı vermekten. Fazla beklemedi.
“Nasılsınız sayın müdürüm, inşallah iyisinizdir?”
“İyiyim, sen nasılsın, köyüne gittin mi? Şanslısın. Senin oraya buradaki çok uzak bir köyün muhtarının oğlunu vermiştiler, ille de ben kendi köyümde kalacağım diye tutturunca mecburen değiştim. Umarım memnun kalırsın. Dediğim gibi şanslısın. Senin köyün ilçe merkezine altı kilo metre, daha önce verdikleri köy, yirmi beş kilo metre idi.

Biliyorum ne için geldiğini.” Demek anlamıştı, kendi beceriksizliğini yüzüne vurmadan  Öğretmen’in niçin geldiğini anlamıştı. Herhalde bu müdürümüz gelecekten haber alan Allah’ın ender kullarından biri diye geçti içinden.

İnsanın zaman zaman kendi düşüncesine ters düşmesi ne kadar kötü. Ne için geldiğini nasıl bilebilirdi. Daha tanışalı şunun şurasında kaç gün olmuştu.
“Şimdi cebinden bir liste çıkaracaksın. Benden bunları isteyeceksin. O yok, bu yok diyeceksin. Ben senin leb demen halinde ben leblebi diyeceğini bilirim Zeki öğretmen. Ne yazık ki o istediklerinden hiçbiri bende de yok. Ne zaman devlet bir malzeme gönderir, sizi çağırır veririz. Beni anladın mı? Buralara gelen öğretmenler zaten iki veya üç yıl kalırlar, sonra biri dayısını bulur, biri evlenir, eşini sigorta yaptırır yani bir yolunu bulur ve gider. Sonra çocuklar öğretmensiz kalır. Yerine ya bir vekil buluruz, ya bir yetişkin öğrenci, onlara öğretmenlik yapar. Sonra yılsonunda yapılan hiç bir sınavda başarılı olamayız. Sen de nasıl olsa iki yıl sonra gideceksin. Elinde geldiğince onlara öğretmenlik yap. Okuma yazmayı öğret. İlkokulu bitirince çoğu ya gurbete gide ek, ya da koyunlara çoban olacak” dedi. Müdürün söylediği ile muhtarın söylediği birbirine çok benziyordu. Aynı tavada buluşan yağla yumurta gibiydi muhtarla müdür. Ayrı adam olsalar bile yıllardır aynı havayı teneffüs ederek bir birlerine benzemişlerdi. Muhtar zar zor okuma yazmayı öğrenmiş sonra köyüne muhtar olmuş. Çok şey beklememek gerekti. Fakat ilçenin eğitiminden sorumlu müdür de muhtar gibi düşünüyordu. İşini tamamla çek git der gibi. Umutları bitmiş tükenmişlik içindeydi. Böyle olması onların işine mi geliyordu yoksa tamamen kendiliğinden oluşan şartlara daha fazla karşı gelmemek adına kendilerine mi dönmüşlerdi. Öğretmen daha fazla görüşmeyi uzatmadan müdürün odasından çıktı.

Masadaki çay bardağı yarımca kaldı. Toprak yoldan caddeye indi. Kahvenin önüne oturdu çayını söyledi, karşıdaki çıplak tepelere doğru baktı derin ve içten. Hem çayını içti hem düşündü. Bunlar bizim köylerimiz, bunlar bizim insanlarımız, bunların benim gibi öğretmene, doktora ihtiyacı var. Gelen durmasa, giden gelmese ne olur bu coğrafyanın hali. Anlamıştı söylenenleri, buradaki imkân öğretmen demek, bunun dışında ne arasan yok. 
Onun, ilçenin köylerine atanmış yeni öğretmenlere, söyleyebileceği, anlatabileceği bir şey vardı. Burada öğretmen imkânları kısıtlı durumdadır, başarıları kendi özverilerine, mesleği sevmelerine bağlıdır. Aradıklarını bulma şansı olmadığı gibi bazen de aramadığını bulurlar. Türlü belalar vardır, adamın başına üşüşür ve bir daha ayrılmaz. Ne demişti ilköğretim müdürü.
“Başka illerden ilçemize gelen öğretmen olsun başka devlet dairesinde memur olsun, buralara gönüllü gelmez. Senin gibi olanlar, yani göreve yeni başlayan öğretmenler, elleri mecburluğundan gelirler, memurlarsa sürgün olarak gelirler.

Bulundukları yerde suç işleyenlerin geldiği yerlerdir buralar. Memleket bizim toprağımız, kötülemek niyetinde değilim, ama Ankara’daki büyükler, burayı sürgüne gönderileceklerin gittiği yer olarak işaretlemişler kendi zihinlerinde. Akıllı olmayanı, uslu olmayanı, kendilerinin gidişine az da olsa engel olmaya çalışanları göndererek terbiye ettiklerini ya da susturduklarını sandıkları yerdir. Sürgün köyleri demek istemesem de sence de öyle değil mi?

Gençsin ama zaman zaman duymuşsundur, belki, seni doğuya süre-rim, ya da sürdürürüm ha! Diyenleri. Gelenler devlete küs geldiklerinden halkada küs olurlar, yaptıkları iş küslükle yaparlar, suratları asık olur. Suçsuz vatandaş, böyle asık suratlı memuru veya öğretmeni görünce şaşı-rır kalır. Saygıda kusur etmemiştir en azından buna da anlam veremez. Vatandaş bunlara bakarak devleti asık suratlı görür öyle de hafızasına yerleştirir. Bizde olmaz mı, bizde de olur, genellikle, öğretmenlerin başına çorap öreriz, onun da yüzü asık olur. Yukarıda dayıları varsa bir yolunu bulur altı aya kalmaz giderler, köy öğretmensizmiş umurunda mıdır, yukarıdaki beyin. İşte böyle.”
Müdürün içi yama yama olmuştu, bir telinden çekin-ce kırk yama dökülüyordu. Başını önüne aldı bir müddet sessiz kaldı. Boğazı kurumuştu. Bir çay içip biraz ıslatacaktı dilini damağını. 

Rüştü geldi yanına konuştular, Zeki Öğretmen Rüştü’ye İlköğretim Müdürünün anlattıklarını tekrarladı. Üç gündür ilçede otelde kalıyordu. Daha köyüne gitmemişti. Kalkıp cadde boyunca tur attılar. Okuldan arkadaştılar. Çok sık görüşmeseler de burada çok samimi olacakları şimdiden belliydi.

Gözleri daha önce görmediği görüntülerin resmini çiziyordu beyinlerine. Beyindekilerle şimdiki resmedilenlerin çatışması başladı o an. Rüştü ayrıldı. Ben de “Köyüme nasıl gideceğimi sorup öğreneyim, sonra yine görüşürüz.” dedi. Gün ışığında, karanlıktaydılar, bir adım ötesinin görülemeyeceği kadar karanlık.

Yemek yedi, tarif edilen dükkâna gitti. Gelirken yanında bir valizden başka bir şey yoktu. Yorgan döşek, tas tencere lazımdı. Her şeyin bir arada olduğu dükkân-dı gittiği dükkân. Kendine lazım olacakları alıp köye yerleşecekti. Günü birlik değil artık ayda bir gelirdi. Maaşını alır, borçlarını verir dönerdi. Lojmanın anahtarını muhtara vermişti.

Burasını bir temizlet diyerek. Mutlaka temizletilmiştir diye düşündü. Doğaya karşı, insana karşı bir çekingenlik vardı kendisinde. Kısa bir öz eleştiri yaptı. Son kelimesini kendine söyledi. “Yapma Zeki!”

Dükkân sahibi hacıydı. Herkes o dükkânı hacının dükkânı diye tarif ediyordu. Öğle ezanı okunuyordu. Dükkân kapısına bir iki adım kala hacı namaz için ayrıldı dükkândan. Gidenin arkasından baktı. Bir köşeye çekilip beklemeye başladı. Nasıl olsa dönekti.

Çok sürmez bir haftaya kalmaz alışmış olurdu yaşadıklarına. Öyle düşündü. Hayal kurdu an. Sabah uyanıp çay suyunu koydu tüpün üstüne. Aldığı ekmeği dilimledi. Masanın üstüne peynir zeytin, haşlanmış yumurta koydu. Geçti masanın başına oturdu. Oh! Ne güzel bir sabah ve en güzel kahvaltı sofrasıydı. Biraz sonra paltosunu giyecek okula gidecekti. Üşümemek için atkısını doladı boynuna.

Çoktan koşuyordu hayalinin peşinden. Hayali bile benzemiyordu başka hayallere. Çocuklar girdi içine. Bağıran çağıran sevimli çocuklar.
 Hacı namazdan döndü. “ Buyur,” dedi. “beni bekli-yorsun galiba.”
“Dükkân sahibini bekliyorum.”  

Kapıyı açarken, “dükkân sahibi benim.” Dedi. Namazında niyazında adamdı. Çevre halkı ona güveniyordu. İçeri girdi. Arkasından iki kişi daha geldi. İçeri girerlerken Kürtçe selam verdiler. 

Bir şey söylemelerini beklemeden; “ben buraya yeni tayin olmuş öğretmenim. Adım Zeki” dedi. O ana kadar ilgisiz görünen hacı anında değişti. Kürtçe selam verenlere Kürtçe bir şeyler söyledi. Gözleri büyüdü birden. 
“Başım gözüm üstüne. Buyur bir şey mi istedin?’’ Dedi.

Öğretmen farkındaydı, burada iki dil vardı. Türkçe, Kürtçe. Esnaflar çok iyi olmasa da Türkçeyi diğerlerin-den iyi biliyorlardı. Otelci Rıza’nın dediği gibi her şey iki idi. Köy adları eski yeni diye iki, dil Kürtçe Türkçe  diye iki, halk biz ve siz olarak iki idi.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi