ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 31-08-2022 23:16

Eminönü Vapuru İle Nazlı Gelin

Yazan: Mutlu Akçay - EMİNÖNÜ VAPURU  İLE NAZLI GELİN

Eminönü Vapuru İle Nazlı Gelin

EMİNÖNÜ VAPURU  İLE NAZLI GELİN    

Üsküdar iskelesinden kalkan vapurda kendi halinde öylece denizi seyreden biri vardı. Diğerlerinden biraz  farklıca. Kollarını vapurun korkuluklarına dayamış öylece denizi seyre dalmış, birazda düşüncelere….      

Elinde bir tane simit, iki parmağının arasında ha düştü ha düşecek. Ama o öylece kıpırdamadan denizi seyrediyor. Az önce vapurun kalktığından bile haberi yok. Bir ara yeşile çalan suyun vapur motorunun etkisiyle beyaza karışmasını ve köpürmesini de fark etmese anlayamayacaktı koca vapurun kalktığını. Ama ne güzel de köpürmüştü denizin suyu. Tatlı yeşilin beyazla selamlaştığı an…  sanki ona da bir selam verivermişti. “Hadi kendine gel artık” dercesine.   

Bir ara gözü vapuru takip eden martılara takıldı adamın. Bembeyaz martılar, kimisinin sırtı kül grisi, kimisi çilli, kimisi benekli. “Hepsi de birbirinden sevimli, güzel kuşlar şu martılar” diye geçirdi içinden. Ama bir telaşlı uçuyorlardı sanki, onlarında mı bir sıkıntısı var ne?  Ancak biraz farklı bir dert, onlar kursak peşinde. Kimi yolcular ellerindeki tosttan bir parçasını atıyor, kimileri bisküvisinden bir parça. Ancak vapurda olmayan bu adam!  Olanlara bakıyordu da görmüyordu sanki. Öylece anlamsızca izliyordu işte. Derken korkuluklara yasladığı dirseğinin yanına konuveren martıyı fark ediverdi birden. Sadece o değil, diğer yolcularda.  Sanki dertleşmeye, derdini dinlemeye, paylaşmaya gelmiş gibi, “kimseden bir parça almam, ben senin elinden isterim dert ortağım” der gibi, şöyle kafasını yana çevirip masumca bir bakış atıverdi  adama. Bakışları “Hey herkes bir şeyler veriyor bak, sen ne duruyorsun, bu kadar dalgın bu kadar dertli olma, bak şu dünyanın güzelliğine, bir kez gelebilme şansın olan dünyanın…

Değer mi zamanını böyle zehretmeye” der gibiydi. Ve birden adamın sağ elindeki bir parça simiti kaptığı gibi uçuverdi uzaklara. Adamcağız şaşakalmıştı. Ne ara simitten bir parça koparıp da bir kısmını yemişti ki? Ve kuşta kalan parçayı götürüvermişti. Ama ne önemi vardı ki sanki. O, kuşun da hayatındaki diğer kişiler gibi istediğini alınca bırakıp gidiverişine içerleşmişti daha çok. Az önce ne kadar da masum ve dostça yaklaşmıştı halbuki, meğer derdi başkaymış. Tıpkı hayatındaki birileri gibi.  “Kuş işte canım başka da ne olabilirdi ki zaten” diye geçirdi kafasından ve birazda olsa rahatlatmaya çalıştı kendisini adamcağız.   

Sonra çevresindeki yolcuların bu anı ölümsüzleştirmeye çalıştırdıklarını fark etti. Kuşun elinden simit parçasını kapıp kaçıverdiği anı. Deklanşör sesleri, birkaç flaş ışığı… Rahatsız etmişti bu durum onu. Hemen oradan uzaklaşıp yerini değiştirdi. Şöyle bir gülümsedi bıyık altından, “martı kursağının derdinde, millet o anı fotoğraflama derdinde” diye geçirdi içinden. Ya peki kendi derdi?  

Hava açık, güneş pırıl pırıl. Ancak boğazın esintisi üşütüyor mu ne insanı? İyi de temmuz ayında üşür mü hiç insan?  Ama o üşüyordu işte, serinlik üşütmüyordu ki zaten onu. O da biliyordu neden üşüdüğünü ama hatırlamak istemiyordu işte. Hatırlayıp da içinin yanmasındansa, böyle üşümeyi tercih etmişti. Üşümek yanmaktan iyidir. Bir nebzede olsa…       

Kocaman bir offf çekti içinden ve de derinden. Derken bir an irkildi koca bir sesle. Eminönü’nün nazlı gelini bu. Ses ondan geliyordu. Gürül gürül, insana derdini unutturacak kadar güçlü, güven verecek kadar sıcak. Şöyle bir baktı sese doğru “Zamanında yetiştin, tamda boğulmak üzereydim düşünceler içersinde” der gibi bir bakıştı bu. Derken bir ses daha. Bu sefer de vapurdan geliyordu. Sanki selamlaşıyorlar mıydı ne? “Selamını aldım” diyordu vapur koca sesiyle Eminönü’nün nazlısına. Seranat yapıyorlar sanki karşılıklı. Ne de olsa alışkınlar birbirlerine yıllardır. “Nedir şu üç günlük dünyada derdin, bak zaman akıp gidiyor ,değmez hiçbir şey üzülmeye, hadi kaldır başını, yaşadığın hayatın farkına var” diye haykırıyorlardı sanki her ikisi de adama.  Bu arada  bir yandan da kıyıya yanaşıyordu vapur. Belki de hayattaki tek kötü gün dostlarıydı bu vapur ile nazlı gelin.   

Adamın aklı başına gelivermişti. Öyle ya mademki Yeni Cami karşıda ve görünmekte tüm heybetiyle,  geldik Eminönü’ne. İyide ne çabuk? Daha birkaç dakika önce hareket etmemiş miydi vapur? Üsküdar-Eminönü 15 dakika sürer ama. Bir hayret geçirdi içinden ne de çabuk geçivermişti 15 dakika, sanki 1.5 dakika .Öylesine kendisinden geçmiş, dünyasından kopmuş ki zaman kavramını bile kavrayamaz olmuştu artık. “Neyse” diye geçirdi içinden, yolcuların inmesini bekledi. Belli ki en son kendisi inecekti ve öyle de oldu zaten. İskele çok kalabalık, kaldırımlar kalabalık, Sirkeciden Karaköy’e iğne atsan  yere düşmeyecek sanki. Bir yandan arabaların korna sesleri, bir yandan binlerce insan, kimileri ekmek arası balık derdinde, bir yandan da vapurların düdük sesleri. Müthiş bir gürültü içersinde ıpıssızdı ortalık, görüyor ama işitmiyordu hiçbir sesi. Sadece yürümeye çalışıyordu. Galata köprüsüne doğru ilerlerken denizin ve güneşin pırıltısı çekti dikkatini. Adeta sevişir gibi süzülüyordu güneşin ışıltısı denizin üzerinde. Deniz gökyüzünden çalmıştı rengini, o masmaviliğini.

Mahçupluğu da bu yüzdendi belki. Ama eskisi gibi haz vermiyordu bu güzellik artık. İyi de neden? Deniz aynı deniz, gökyüzü aynı gökyüzü, aylardan yine temmuz. Meğer güzellikten kastedilen, görüneni değil, görünmeyeni paylaşmakmış, paylaşınca güzelleşirmiş görünen. Ortak geçirilen zamandaymış haz ve güzellik. O yüzden sıradan artık bu denizin pırıltısı. Bu düşüncelere dalmış bir durumda köprüden geçerken balık tutanlara takıldı gözü birden. Şöyle bir mırıldanır gibi oldu susuzluktan çatlamış dudakları. Belli ki bir şeyleri anımsamıştı yine geçmişten. Daha fazlasını hatırlamak istememecesine hızla uzaklaştı köprüden ve balık tutan adamların yanından. Az ilerde 10-12 yaşlarında ki küçük bir çocuktan aldığı su ile hem çatlamış dudaklarını ıslatıp hem de suyu yudumlayarak uzaklaştı Galata’ya doğru ve gözden kayboluverdi, hem de bir daha görünmemek üzere...


                                                                                                                     
                                                                                                                       

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi