ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 22-09-2022 01:16

Büyü...

Yazan: Ayşe Önal - BÜYÜ

Büyü...

BÜYÜ

Kavurucu öğlen güneşi, çıktığı yolda Zafer’in sanki ilk sınavıydı. Eşyalarını köye götürmek için ucuza tuttuğuna sevindiği nakliye kamyoneti Kalü beladan kalmış gibiydi. İçi dışına çıkmış, turşu bidonuna dönmüştü. Camı açıyor bu sefer aracın yerden kaldırdığı beyaz toz bulutu içeriye doluyor, nefes alamıyordu ama yolun çoğu da gitmişti. Öğretmen olarak atandığı köyü biraz araştırmış pek bilgiye ulaşamamıştı. Bir hafta öncesinde kalacağı yeri görmek için gelmiş, köy muhtarının yardımsever halleri içine su serpmişse de öğretmenevi diye gösterdiği yeri görünce hayalleri alt üst olmuştu.

Yüzündeki memnuniyetsiz ifadeyi gören Muhtar; “Eh dabi şimciki gençlere göre deel ya, aza ganaat etmiyen çoğu bulamaz. Hem ilerde iyi yerde yaşarsın, az biraz idare ediver,” demişti. Hayatı ve öğrenciliği maddi zorluklarla geçmiş aza kanaati öğrenmişti ama bu ev ne azdı, ne çoktu. Laf cambazı bu adama canı sıkılmıştı ”Hiç olmasa da olurmuş Muhtar emmi” diyerek gülümsemişti ama içi kan ağlamıştı. Duvarların beyaz kil sıvaları dökülmüş, “İşte asıl suretim bu!” dercesine alttan bütün sevimsizliğiyle kahverengi zemin görünüyordu. Islak duvarlar; “Tepemdeki yükü taşıyacak halim kalmadı,” diye adeta feryat ediyordu. Kapı demeye bin şahit isteyen, koyu yeşil yaşlı ahşap parçası; “Zamana ayak uyduramadım. Sahi burada ne işim var?” diye mahcup gıcırdarken, camlarsa imdat diliyordu kırıklarını sardırmak için.

Zafer ilk izlenime hep önem verirdi çünkü içinde uyanan his neyse başına gelen olaylar da o yönde vuku bulurdu. “İyi düşünelim iyi olsun, haydi Bismillah…” diyerek eve adımını attı. Zeminin rutubeti burnuna vurdu, içerideki nem her yere sirayet etmişti “İnsanın sağ girdiği bu viraneden ölüsü çıkar.” diye düşündüyse de, şimdi tam bir hafta sonra eşya demeye bin şahit isteyen; birkaç kap kacak, şilte, yastık, yorgan, açılınca kapanmaz bir adet kanepe, iki kapılı menteşesi kırık giysi dolabı, gazlı ocak, sandalyeden oluşan eşya takımıyla yeni hayatına doğru yola düşmüştü.

Eşyalarını kamyonete yüklerken de; “Evle ilgili çok mu acımasız düşündüm? Peki ya benim eşyalarıma ne demeli, komşu teyzeden bir adet eski halı, diğer komşudan bir adet kırık masa…Bence tencereyle kapak gibi uyumlu olurum yeni evimle.” diye düşünüp kendini rahatlattı çünkü başka çaresinin olmadığını biliyordu.

Eşya yerleştirmek gibi bir sıkıntı yaşamadı. İki oda ve küçük bir mutfaktan oluşan bu evde banyo yapmak için küçük bir de alan vardı hepsi bu.

Odalardan birisi daha derli toplu ve güneş alan cephede olduğu için burada kalacaktı. Diğer oda çok nemli ve ufaktı, odanın duvarlarında garip yazılar vardı. Pek önemsemedi. “Bu virane çocukların oyun alanı olmuş belli ki,” diye düşündü.

Nasılsa ilk maaşıyla bu eve çeki düzen verecekti. Odanın içinde bir de eski şömine vardı. Hiç kullanmayacağı bu odadan hızla çıkmak istedi. İstemsizce içine bir ürperti doldu.

Akşama doğru evin ufak tefek işlerinden sonra, anacığının verdiği nevalelerle açlığını bastırdı ve uykunun kollarına teslim oldu. Uykuya dalmıştı ki gece yarısı aniden çarpan kapı sesiyle korkarak irkildi. Kendi odasının kapısı açıktı, mutfağın kapısı yoktu. İçini kaplayan bu korkuya teslim olmamalıydı, ev eskiydi her yanı dökülüyordu. Kalkıp cesur adımlarla odadan çıktı. Diğer oda zaten hemen karşısındaydı, karşılıklı iki oda ince bir koridorla ayrılmıştı. Odanın kapısını örtmemişti ki, ama şimdi örtülüydü. “Muhtemelen cereyan yaptı, cam kırıktı ya” diye düşündü. Bu defa da burnuna garip bir şekilde yanık et kokusu geliyordu. Yine cesaretini toplayıp kapıya uzandı. İçine dolan korkuya anlam veremiyordu, ışığı açtı. Bir şeyler yolunda gitmiyordu çünkü şömineden duman tütüyordu ve midesini alt üst eden yanık et kokusu da oradan geliyordu. Pijamanın eteğini burnuna çekiştirdi.  Üşüme geldi, bacaklarının titrediğini fark etti. Gündüz bu odaya girmişti ve şöminenin boş olduğuna dair yemin edebilirdi. İçeriye biri girmişse o bunları yaparken nasıl ruhu duymazdı. Muhtar anahtarları ona vermişti. Bir tek kendinde vardı, ya da o öyle biliyordu, yarın hesabını soracaktı. Düşünürken amacı sakinleşmekti ve işe yaramıştı. Şöminenin yanında duran maşayı aldı ve karıştırmak için uzandığında bir parça takıldı sert ve ağırdı. Pijamayı burnuna iyice bastırıp eğildi, altta alev almaya hazır kırmızı közleri görünce dehşete kapıldı. Birisi o uyurken evine girmiş ve şöminede ateş yakmıştı, ama neden? Üzeri siyah külle kaplı yarı yanmış, ateşin yakmaya gücünün yetmediği cisme iyice eğildi. Közün içindeki siyah tüyleri yarı yanmış bir kuş ve yanında garip cisimler… Hepsi iğrenç kokuyordu. Zafer “Lanet olsun bu olamaz, bu olamaz…” diye zangırdamaya başladı. Vücuduna hakim olamıyor her bir hücresine kadar titriyor ve soğuk soğuk terliyordu. Bu odada durmaya devam ederse aklını kaçıracaktı, ani bir hamleyle kapısını çekerek çıktı. Dışarı çıkıp sabaha kadar beklemeyi düşündüyse de gündüzü çöl sıcağı gibi olan bu memleketin geceleri, insanın iliğini donduruyordu.

Yatağına girdi ve bildiği sureleri ardı ardına okudu. Ezanı bekleyecekti zaten az kalmıştı. Namaz kılmıyordu ama ezanın getireceği huzura ihtiyacı vardı. Camiden gelen Allahuekber sesinin içine doldurduğu ferahlıkla uykuya daldı.

Sabah uyandıktan sonra muhtara gidip hesap sormak için hemen giyindi, ama saat daha erkendi. Biraz oyalanmak etrafa bakmak için çıktı. İşte o zaman fark etti kendisine dimdik bakan gözleri. “Günaydın” dedi ama onu izleyen adam tepki vermedi. Başında yünden örülmüş kahverengi şapkasının altından alnına dökülen yağlı saçlar, gözlerindeki sorgulayıcı bakışı örtmeye çabalasa da başaramamıştı. O bakış; “Ne işin var burada?” der gibiydi. Hasta olmalıydı, ağzından akan salyaya hakim olamayan dudakları yana doğru kaymış, fırçalanmadığı için yosun tutmuş dişleri, zaten geceden kalma mide bulantısını yeniden körükledi.

En sonunda koca bir kahkaha patlatan bu adam, “Yeme, yeme, acından öl yeme…” diyerek bir elinde sopa diğerinde teneke, güle inliye ritim tutmaya başladı. Akıl sağlığının yerinde olmadığına emin olup, muhtarın evine yola koyuldu. Deli önde, Zafer arkada bir süre yürüdüler. Aniden önlerine çıkan yaşlı bir kadın, deliyi kolundan yaka paça eve doğru çekiştirirken, Zafer’e öfkeli gözlerle “Git buradan” der gibi bir bakış attı. Canını sıkan düşüncelerle muhtarın evine yetişti. Kapıyı anlamsızca gülümseyen, çirkin desen iltifat sayılacak bir kadın açtı. Ardından görünen muhtar panikle “Benim kız bi şey dimedi ya sana” dedi. Öğretmen, “ Yok Muhtar emmi ne desin, hem sana anlatacaklarım var” diye anlattı gece olanları. Muhtarın cevabı “Çok yorgunsun evladım hem bu evde ilk gecen, muhtemelen rüya gördün gerçek sandın. Külde guşun ne işi var?” diyerek gülmüştü. O kadar inandırıcı konuşuyordu ki öğretmen gerçekten kendinden şüphelendi. Bunlar aklının bir oyunu muydu?  İlk defa yorulmuyordu ki! Muhtar, Zafer’i akşam yemeğine beklediğini söyleyip ”Biraz çene çalarız iyi gelir, sıhılmışsın belli ki” diyip yolcu etti.

Kaldığı izbeye döndü ve içinin rahatlamasıyla şömineli odaya tekrar girip kontrol etmek istedi. Yoktu! Bütün o garip şeyler, o yanık siyah kuş…

Üstelik şömine tertemizdi. “Muhtar haklı, böyle şeyler olabilir. Hem ilk defa garip bir yerde uyudum belki rüyaydı hepsi” diye düşündü. Kendisine bir çay demleyip içini ısıtmak istemişti. Kapının güm güm vurulmasıyla irkildi. Karşısında sabahki adam salyası akarak ona bakıyor “Yeme, acından öl yeme..”diyip ani duygu geçişleriyle kahkaha atarken birden ağlamaya başlıyordu. Ne yapacağını şaşırıp “ Bir güne bu kadar sorun yeter!” diye kapıyı yüzüne kapattı. Üzülmüştü, keşke elinden bir şey gelseydi ama canı zaten çok sıkılmıştı. Akşam vakti muhtarın kapısını tekrar çaldı. Yiyip içildi, öğretmenin keyfi de yerine geldi. Gayet mutlu bir şekilde evden ayrılırken öğrendiği tek şey bu çirkin kızın hakkındaydı. Muhtar “Ben de ölürsem kimsesi yok garibin, saftır ama çok beceriklidir. İlk gocası sizlere ömür,” diyerek sanki kızını kendisine övmüştü. Zafer muhtara vah vah dese de, içinden de;“Ölür ya, kolay mı her gün bunu görmek!" diye gülmüştü.

Evine gelmişti, tam yatmaya hazırlanırken belirli belirsiz kapının çaldığını duydu. Kapıyı açtığında deliyi çekiştiren yaşlı kadınla göz göze geldi. Kadının ilk söylediği “Gittt! Arkana bakmadan köyden bu gece gittt!” olmuştu. Kimse buyur etmeden içeri dalıp kapıyı örttü ve duyulmaktan korkar gibi Zafer’in ellerini kavrayarak, sessizce konuşmaya başladı. Yalvaran gözleri de sözlerini destekliyordu. “Sabah gördüğün o deli var ya hani ‘Yeme, içme…’ diye gezer bütün gün, o benim oğlumdur. Hem bak gör, bak işte! Delirmeden önce nasılmış gör benim aslan oğlumu!” derken heyecanla koynundan buruşmuş bir fotoğraf çıkardı. “Al işte, senden önce de oğlum bu köye aynı senin gibi öğretmen gelmişti, gencecik, pırıl pırıl…” Gözlerine inanamadı, fotoğrafta gördüğü yakışıklı adam bu deli miydi? Kadın heyecanla "Bu köye ne umutlarla geldik oğlum, minik minik bebeleri okutacaktı ama yaktılar oğlumun başını, yaktılar! Ne olur aynıları sana da olmadan git bir an önce! Kanı bozuk bu köylünün, biz artık çıkamayız oğul, oğlumu buraya bağladılar. Ne olur kimsenin evinde yiyip içmeden git” diyor ayaklarına kapanıyordu.

Karşısındaki içi yanmış bu anneyi görünce aklına annesi geliyor üzülüyordu. “Peki ama neden yeme içme diyorsunuz? Oğlunuzda aynı şeyleri diyip duruyor.“ Kadın heyecanla “ Büyü oğlum büyü, sen büyü nedir bilir misin?..Bu köylü büyüyle muskayla yatıp kalkarmış. Bizde oğlumun başına gelenlerden sonra öğrendik, hoca efendi dedi yediği bir şeylere büyü yapılmış, yoldan çıkmış bunlar. Köyde zaten akıllı insan kalmamış. Büyüyle uğraşmaktan kimi intihar etmiş, kimi aklını kaçırmış, akıllı olanlarda vaktinde kaçıp kurtarmış canını .Bir sebep yolu buraya düşenleri ya deli oğullarına ya da kızlarına eş olsun diye büyüyle bağlıyorlar. Oğlumu da büyüyle birinin kızına koca edeceklerdi. Yaptıkları büyü yüzünden oğlum delirdi. Kız zaten deliydi demeye hacet var mı? Muhtarın her şeyden haberi var, neden sana bu kadar yakın sanırsın? Sırada sen varsın! Oğluma yedirdikleri şeylerle etki altına aldılar. Tek o olaydı yapmadıkları rezillik kalmadı, bunlar ruhlarını şeytana satmış oğlum. Takip edip gözlerimle görmesem ben de inanmazdım geceleri mezardan çıkardıkları yeni ölmüş bedenleri büyü için…” Zafer donup kalmıştı duyduklarıyla. Bu akşam hayli güzel yemekler yemişti. Hem bu gibi şeyleri duysa da inanmamıştı. Ama bu kadının oğluna olanlar gerçekse, peki ya bu kadın da deliyse?

Mesleğine duyduğu aşk, ilk maaşının heyecanı, annesini rahat ettirme isteğini düşündü. Bunların biri bile gerçekse değer miydi ömrü boyunca salyaları aka aka gezmeye. Kadın evden gittikten sonra çok düşündü. Gözlerinde gördüğü o hüzün can evinden vurmuştu onu. Israrla göndermek için neden uğraşsındı ki, ne karı vardı?.. Hisleri onu yanıltmıyorsa bir şeyler kesinlikle tersti burada.

Muhtarın tavırları samimi değildi, sadece mecburiyet ona inanmaya sevk etmişti. Ertesi gün köye yakın anayoldan belirli saatlerde geçen köy dolmuşuna binip gitmeyi aklına koydu. Bütün gece başı dönmüş beyninin içinde bir ses onla konuşuyor gibiydi. Yaşlı kadının “git” deyişine inat bu ses ona “kal” diyordu. Bütün gece kabuslarla defalarca uyandı, rüyasında köyden bir türlü çıkamıyordu. Sabah olunca gece ki rüyalarına inat oldukça kararlı, çıkacaktı bu köyden çok geç olmadan.

Minibüs yolda görünmüştü. Gelirkenki heyecanı gibi giderken de aynı şevkle attı kendini koltuğa. Gördüğü rüyalardan sonra bu anın hiç gelmeyeceğini düşünmüştü. Gerekirse her işi yapardı ama ağzından salyalar akan bir…susturdu düşüncelerini. Annesine bir sarılsın geçecekti her şey. Annesi kapıda görünce oğlunu hem sevindi hem şaşırdı ”Hayırdır çocuğum bir şey olmadı ya erken döndün” Zafer başına gelenleri anlattıkça annesi hayret çığlıklarıyla dizine vura vura “Ah ah, tüh tüh kör şeytanlara gelsinler inşallah” diyip dövünüyordu. Ben sana okurum oğlum, hiçbir şey olmaz bir daha gitme oraya demişti. Annesi yaşının verdiği tecrübeyle biliyordu oğlunun başına gelebilecekleri. Aradan birkaç gün geçmişti ki Zafer’de garip tavırlar ve rahatsızlıklar başladı. Odanın içine girip görünmeyen birileriyle konuşup onlara kızıyor, söyleniyor, bazen de ağlayıp duruyordu. Annesinin içi yanıyor, ne yapacağını bilmiyor, oğlunu doktora götürmek istiyor ama ikna edemiyordu. Dualar okuyor, çare olmuyordu. En samimi sırdaşı, komşusu;“Oğluna musallat olmuşlar, bir hoca görse iyi olur” demişti. Sevmezdi ki böyle şeyleri ne okunacaksa kendi okur Allah’a sığınırdı.

Sabahleyin, içinde büyük bir umutla namazını kıldı, duasını etti “İyi olacak benim oğlum inşallah inanıyorum” diyerek odadan çıktı. Güzel bir çay koyup oğluna kahvaltı hazırlamak için mutfağa yönelmişti ki oğlunun odasından gelen konuşma sesiyle “Yine kendi kendine konuşmaya başladı” diyerek telaşla kapıyı tıklatıp içeri girdi. Karşısında takım elbisesini giyinmiş oğlunu, davete gidecek gibi hazır vaziyette buldu. Zafer soğuk çehresinde ona yabancı duran garip bir tebessümle “Ben köye gidiyorum ana, bugün benim düğünüm var gelmek ister misin?..” demişti!

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi