DENEME
Giriş Tarihi : 26-07-2023 21:36

Ben Kimim? / Şevki Dinçal

Yazan: Şevki Dinçal -BEN KİMİM?

Ben Kimim? / Şevki Dinçal

BEN KİMİM?

Öğretmenim dünya kitabım insan
Sonsuz varoluşun okulundayım
Zaman geçer bakmam ardıma bir an
Ömür sona doğru bir geri sayım.

Her insan, okunmayı bekleyen bir kitaptır. Öyle bir kitap ki, bir ömür okunmakla da bitmez. Her gün yeni bir sayfa eklenir bu kitaba. Hayatının sonuna kadar da böyle sürer gider.

Evet, bir insan önce kendini okumalı, yerini, gerçek değerini bulmalı, sonra da kendini geliştirmek ve dışındaki dünyayı anlamak için, başka insanları, hayatı ve dünyayı okumaya yönelmelidir.

Ben kimim?
Hayatımızın belki de en önemli sorusu budur. Bununla birlikte aynı önemde olan aşağıdaki soruların cevabı da çok önemlidir. Kim olduğumuzu bilmeden, huzur içinde yaşamak da zordur. İçimizdeki var olan bu boşluğun, bir şekilde dolması gerekir. Bilmeden yapılan her şey, olumlu netice alınsa bile, tesadüfîdir diye düşünüyorum.

Dışarıdan görünen ”Ben” ne kadarı gerçek beni yansıtıyor? Hayattan, dünyadan beklentim ne ve ne istiyorum? Başkaları beni nasıl görüyor?  Onların görüşleri beni ne kadar etkiliyor?
Sen kimsin dediklerinde, kim olduğunuz tam olarak bilmiyorsak nasıl bir cevap veririz? Çoğumuzun verdiği cevap işte öylesine verilmiş bir cevap olmaz mı?

Sen kimsin sorusuyla karşılaştığımızda, cevap olarak genelde, nerede doğduğumuzu, yaşımızı, memleketimizi, mesleğimizi, eğitimimizi ve yaptığımız işin ne olduğunu, varsa ünvanımızı söyleyerek söze başlar, genel olarak da sorunun yanıtının bu olduğunu düşünürüz.

Bunlar elbette bir kimliktir, ama gerçek “Benimizi" ne kadar temsil eder?
Özümüzü, nereden geldiğimizi, ne istediğimizi bilirsek, o zaman bilinçaltında yer eden, birçok şeyin gizini de çözmüş oluruz. Bu nedenle, insanın en büyük zenginliği, kendisinin ne olduğunu bilmesidir.

“Kendini bilen, Rabbini de bilir." diye bir söz vardır.  Kendini bilen, hiçbir zaman yaradılış ruhuna aykırı hareket edemez, hiç kimseye zarar vermez, veremez. Bu onun fıtratına, varoluş özüne aykırıdır. Kendini bilmeyen ise, başkalarını da bilip tanıyamaz.

Bir insan kendini öğrenmeden, sevmeden, anlamadan, bir başkasını nasıl sevebilir, öğrenebilir ve nasıl anlayabilir?
Eğer kendi öz yurdumuz olan benliğimizde, yabancılık çekiyorsak, ötesini söylemeye gerek var mıdır bilmem?

Ben olma fikri farkındalıkla başlar. Ben kimim sorusunun cevabı, aslında bizim her gün yürüdüğümüz yoldaki işaretlerin dilinde ve içimizde saklıdır. Bunun içindir ki, sorunun cevabı da, işin doğası gereği sadece bizdedir. Ancak bu şekilde, toplum ve şartlar tarafından, kirletilmiş yanımızı görebiliriz.

Kendimizi olduğumuz gibi kabul etmek, düşünüldüğü kadar kolay değildir. Bunun için, önümüze çıkan birçok engel vardır. Bu öğrendiğimiz şeylere de ters düşer. Yine de bir insanın en temel ödevi, kendini tanımaktır. İnsan olarak neyi yapıp neyi yapamayacağımızı, ancak bu şekilde anlayabiliriz.

Kendimizi tanır, güvenir, düşünce ve eylemlerimizi bir araya getirir, kalbimizin, aklımızın birlikte gösterdiği yolda yürür, geçmişten kurtulup, yarın ne olacağı telaşına düşmeden an da yaşar, şartlara göre kendimizi değişime hazırlarsak, o zaman, kim olduğumuzu da bir şekilde anlamış oluruz.

Kendimiz olmayınca da, ruhumuz asla rahat ve huzura eremez, kendimizi iyi hissetmez, gerçek biz olamayız. Ne aradığımızı bilmeden de, arayışımız hep sürer. Hayatımız, sonu olmayan, nereye gittiğini bilmediğimiz bir yolculuk haline gelir. Kendini bilen aynı zamanda eksiğini de bilir.  Biz genellikle kendimizi bilmeden, tanımadan, hep başkalarını tanımaya ve anlamaya çalışıyoruz. Kendi hatalarını görmeyen biri, gidip başkalarının hatasını görme peşine düşüyor. Bu bana göre büyük bir çelişkidir.

Bir insanın, sorumluluğunu tam olarak yerine getire-bilmesi, ancak kendi zaaflarını, eksiklerini, düşünce ve duygularını iyi tanımasına bağlıdır. O zaman başkaları adına attığı adımlar da, bir değer ifade eder.

Gerçekleri görmek için, nasıl bir göze ihtiyacımız var ise, yaşamı tam olarak anlamak için de, kendimizi bilmemize ihtiyacımız vardır. Bu aynı zamanda bize, iç görü zenginliği verir. Kalbimize de, bir üçüncü göz açılır. Bilinç ve akılla desteklenen, bu gönül gözü, gerçek gözlerimizle birleşince, hayat gözümüze tam üç boyutlu görünür. Eksiğimiz de bir şekilde tamamlanmış olur. 

Gözlerin gördüğünün eksiğini, görünmeyen yanını, gönül gözümüz tamamlar. O zaman hayat anlamını bir başka bulur, içimizde bulunan bir takım korkular perdesini kaldırır, iç huzurumuzla hayatımıza bir başka renk gelir.
Benlik insan olarak, bizim en büyük rüyamızdır. Onun kendi güzelliği, tatlısı, acısı, derdi, öfkesi, isyanı, mutluluğu, sona doğru yolculuğu, cennet ve cehennemi, kısaca kendi dünyası vardır.

Varoluş gökyüzü gibidir, bir yol içermez. Kuşlar uçar ama gökte ayak izleri kalmaz. Bulutlar gelir geçer, yağmur, kar, dolu yağar, fırtınalar çıkar ama ardında gökyüzünde kendinden bir iz bırakmaz. Bir şey yanar dumanı göklere çıkar, ardında külü kalır ama gökyüzü olduğu gibidir ve görüntüsü asla değişmez. Bu döngü böyle devam eder durur.

Bir şeyin ötesine geçip, orada ne olduğunu, olanı anlamak için, önce o ne ise onun varlığını kabul etmemiz gerekir.

Bazen korkunun kendisi oluyor, yalanlar gölgesinde yaşayıp duruyoruz. Korkusuz olmanın tek yolu, korkuyu kabul edip onunla yüzleşmektir. Ancak o zaman gerçek anlamda özgürleşebiliriz. Bir söz vardır çok severim. ”Hakikat ödünç alınamaz." diye.  Doğrudur, hakikat varoluşun içinde bizim kendimizi bulmamızı bekler. Onu bulmak, bir yerde kendimizi bulmaktır. Bu aynı zamanda bizim için, içsel bir aydınlanmadır. Bunu yapmak için de önyargılarımızdan arınıp, sevgiyle onun içine bakmamız gerekir.

Biz istemedikten sonra hiç kimse bizim dikkatimizi başka bir yere çekemez, acı veremez, bizi üzemez ve yapmak istemediğimiz bir şeyi yaptıramaz. Bizi kendimizin olmadığı bir yere götüremez. Nereye gidersek gidelim, oraya kendimizi, acılarımızı, hayallerimizi ve bizde var olan her ne ise, onları da birlikte götürürüz. İşin doğası gereği, hiç kimse kendi gerçeğinden kaçamamıştır. Bu yüzden varlığımız neredeyse biz de oradayız.

Bize en önemli miras olarak verilen hayat uzun, ince, aynı zamanda gizemli bir yoldur. Onu tam olarak kimse anlayamaz, yarının neler getireceğini tam olarak bilemez. Bu bakımdan her an, hayatın bir başka yüzüyle karşılaşabiliriz.

Bunun için rahatlamalı, bilincimizin eşliğinde, içimize tarafsız bir gözle bakmalıyız. Aradığımız her ne varsa, aslında oradadır. Yeter ki içimize, gerçekten olanın gözüyle bakmasını bilelim. Sessizliği dinlemek, insanın kendisi dinlemesi, iç sesine kulak vermesidir.
İşte bu yüzden, ünlü tasavvufçular, erenler, dervişler günlerce, aylarca, hatta yıllarca halvete çekilip, kendi içlerini ve oradaki gerçeğin sesini dinlediler. Meditasyonun da böyle bir özelliği var.

Kim, arada bir olsa da, kendi özüne doğru bir yolculuk yapıp kendi sessizliği içinde, oralarda neler olduğun görme ve duyma ihtiyacını hissediyor?

Bunu arada bir herkesin düşünmesinde fayda var. Haydi, şimdi kendimize bir de şu soruları da soralım.

Bu kadar açlık, yokluk, acı, gözyaşı, kötülük ve zulüm ortasında, kendimizi ne kadar insan hissediyoruz? Yapmamız gereken şeylerin ne kadarını gerçekleştiriyoruz?
Toplumun her şeyiyle, tam bir uyum içinde olan biri, ne kadar kendidir?

Varlığını, ne yaptığının anlamını, farkında olduğu halde, sahte yaşamın anlamsızlığı ve hiçliğini kim ne kadar sorguluyor?

Çocukluğumuzdan bu yana, doğamıza ait olan, ne kadar duygumuzu yitirdik, ne kadarını ardımızda yaralı ve gözü yaşlı bıraktık?
Şimdi ne kadar kendimizi ve gerçek duygularımızı yaşayabiliyoruz? Bu konuda ne kadar özgürüz?

Bu dünyada, özelde de kendi ülkemizde, özellikle belirli yaşa geldikten sonra, yaşamımızın, geleceğimizin sorumluluğu kime aittir? Bu soruya içtenlikle bize ait diyebiliyor muyuz?

Aslında cevap bekleyen, o kadar çok soru var ki, belki benzer başka soruları da, herkes kendi listesine ekleyebilir. Tüm bu soruların cevabı da yalnızca kendi içimizdedir.

Daha önce de değindiğim gibi, geçen yılların getirdiği şartlanmışlıklar, bizim bir olaya bakışımızı değiştirir ve belirler. Özellikle dini ve etnik konularda, şartlanmışlık çemberini kırmak, işin doğası gereği, çok zordur.

Biz kalabalıklar içinde hep yalnızız. Hiç kimse olduğu yerden gerçek anlamda memnun ve mutlu değil. Herkesin hemen hepimizin iki yüzü var. Biri görünen, biri de bu yüzün altında gizli, kendimizin bile çoğu zaman aynaya baktığımızda görmek istemediğimiz veya zor gördüğümüz, görsek bile tanıyamadığımız,  görünmeyen yüzümüz. Genelde görünen yüzümüz, bizim gerçek yüzümüz değildir. Gerçek yüzümüzle toplum içinde dolaşmak, çok risklidir. Hiç kimse kolayca bu riski göze alamaz. Deliler ve veliler hariç tabi.

Hepimiz yıllardan beri, yazılan ve bize dikte edilen, bir senaryonun parçasıyız. Onu oynuyor, gerçekten istediğimiz oyun, bu olmadığı için de mutlu olamıyoruz. Her geçen gün biraz daha kendimizden, gerçek özümüzden uzağa düşüyor, başkalarını daha çok önemsiyor, onlar için yaşıyoruz. Durum böyle olunca da sürekli olarak, aklımızla kalbimiz birbiriyle çatışma içinde oluyor, hangisinin sözünü dinleyeceğimizi bilemiyoruz.

Her toplumun ahlak anlayışı, kendine göre olduğu gibi, aynı toplumda yaşayan her bireyin de ahlak anlayışı, farklı olabilir, olmalıdır da. Çünkü her insan özünde farklıdır. Birbirinden farklı özelliklerle yaratılmıştır. Bu nedenle de ayrı ruh ve ayrı bedenlere sahiptir. Toplumdaki çatışmalar, en çok bu gerçeği kabul edemediğimiz için olmaktadır. Yumurta ikizleri bile,  birbirlerinden, çok önemli farklılıklar gösterir. Bu durum hayatın kendi doğal döngüsünde vardır.

Her canlı yaratıcı tarafından kendine has özelliklerle donatılmıştır. Bu nedenle, “Her insan bir âlemdir” demişler. İşte bu noktadan hareketle,  insanın kendini bilmesi,  tanıması ve farklılığını anlaması gerekir. Kendimiz olmamız halinde, zaten farklı olduğumuzu da göreceğiz. Dünya üzerinde yaşayan insanların, parmak izleri bile birbirinin aynı değildir. Farklılık yaşamın kendisidir ve insana özgü bir durumdur.
Burada sorun olan en önemli şey, farklılıklarımızı kabul edememektir.

Egemen ve çoğunlukta olanlar, herkesin kendileri gibi düşünmesini, davranması, hatta yaşamasını istemektedirler. Bütün çatışmalar, en çok da din, ahlak ve yaşam biçimi konularında yaşanmaktadır.

Bir an için, dünyadaki bütün insanların, hem fiziksel hem de ruhsal bakımdan, birbirinin aynısı olduğunu, her şeye tek bir rengin hâkim olduğunu düşünelim. O zaman dünya nasıl sıkıcı ve yaşanmaz bir yer olurdu. Güzel olan aslında farklılığımızdır. Bu dünyanın güzel, yaşanır olması, iklim, mevsim bitki ve üzerinde yaşayan canlıların birbirlerinden farklı olmalarından kaynaklanıyor.

Bazı toplumsal kurallara ve davranış kalıplarına baş kaldıran, kendi içinde özgür olmak isteyen her birey, çoğu zaman yalnızlığı da göze almak durumundadır. En modern toplumlarda bile, bireyler kendi seçimlerini istediği gibi yapamamaktadır. Bu konuda karşısına, önce de değindiğim gibi, her dinin dogmaları, genel ahlak, gelenekler ve bunlar gibi toplumsal yaşamın getirdiği birçok engeller çıkmaktadır.

İnsan bir şeylere inanmak ister. İçinde böyle bir boşluk vardır. Bu boşluk şöyle veya böyle bir şekilde dolar. Kendisini bilen biri, hiçbir zaman kendini başkalarının gözünde aramaz, hakkında ne düşündüklerine aldırmaz.

Başkalarının bizim hakkımızda ne düşündükleri konusunda endişe duyduğumuz, bunu önemsediğimiz sürece, onların etkisinden kurtulamayız. Kendimizi birilerine beğendirmek gibi bir derdimiz yoksa kimsenin gözünde kendimizi aramıyorsak, bizim için hayat daha yaşanabilir bir hale gelir.

Doğal olarak herkes sevilen, sayılan ve anlaşılmak istenen biri olmak ister ama bunu hak etmek için de bir şeyler yapması gerekir.

Başkalarının sözleriyle inşa edilmiş benlik, gerçek benliğimize dayanmıyorsa, zaten günü gelince çökmeye de mahkûmdur. Boş yere, hak edilmeden övülmemizin, daha sonraki bedeli bize çok ağır olabilir. Bu gerçeği anlayan kişi, sonrasında müthiş bir boşluğun içine düşebilir. O boşluğun içinden seslenip “eyvah” veya “ keşke “ demek, onu düştüğü o derin çukurdan kurtaramaz.

Gerçek olan şu ki, her insanın en önemli serveti, kendisi ve varlığıdır. Bunları yitirince, hiçbir şeyi, hayatının anlamı da kalmaz. Biz aslında sandığımızdan daha zenginiz ama yetişme tarzımız, genelde başkalarından yararlanma ve her şeyi başkalarından alma alışkanlığımız nedeniyle, hiçbir şeyle yetinmeyi bilmiyoruz.

Gerçekten kendimiz olsaydık, istemediğimiz bir şeyi kabul eder miydik?
“Hayır, etmezdik” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Eğer bunu başarabilseydik, sonrasında bunun için suçluluk duymazdık.
Öz benliğimizden uzaklaştığımız için de, farkında olmasak da başımız hayatla her zaman derttedir. Kim kendi gerçeğini değiştirebilir?

Kendimizi olduğumuz gibi kabul etmek, hayata yeni bir başlangıç yapmak gibi bir şeydir. Kabul etmemek ise, gerçeğimizi yok saymak anlamına gelir diye düşünüyorum.

Bana göre, en büyük günahlardan biri, insanın kendi özüne ve doğasına karşı gelmesidir. Varlığımızla uyum içinde olmak ise erdemdir. Bunu belki birçok yerde yineledim.
Asla kendimizi başkasıyla kıyaslamamalıyız.

Bu durum içimizde, hem bir gerilim, hem de bitmeyen bir huzursuzluk yaratır. Kabul etmemiz gereken en önemli gerçek, herkesin farklı yapıda ve yetenekte olduğudur.
İşte bu yüzden de, toplumdan çok kendi doğamızla uyum içinde olmamız gerekir.

Duygularına hâkim olan birinin, başkalarının duygularına hâkimiyeti de kolay olur. Bir insan kendi içinde huzur buluyorsa, dıştan gelen etkilere daha kolay göğüs gerebilir.

Yüzünde sis, toz ve kirlerin olmadığı temiz bir ayna, tam olarak olanı gösterir, olduğu gibi yansıtabilir. O zaman düşüncelerimizin, kalbimizin aynasını temiz tutarak, içimiz ve dışımızda olanlara lekesiz gözlerle bakmamız gerekir.

İnsan dışında hiçbir canlı, hayatın anlamı konusunda rahatsızlık duymaz. Çünkü diğer canlılar içgüdüleriyle hareket ettikleri için varoluştan şüphesi ve bilinmeyen korkusu, yarın için endişeleri yoktur. Zekâları buna uygun yaratılmamıştır.

Yarın başka gelişmeler olur mu bunu bilemem ama bu gün yalnızca insan zekâsının sorgulayıcı olduğu biliniyor. Yüksek bilinç düzeyi ise, insana her zaman bir rahatlık getirir. Çünkü sonunda olan olacaktır. Sadece olanı beklerken yapacaklarımız önem kazanır.

Yineliyorum, nasıl yaşayacağımız bizim elimizdedir. Acı çekmek istiyorsak, çekeriz. İstemediğimiz zaman, kimse bize, zorla acı çektiremez.

Birçok insan bunu duyunca hemen “ama” diyerek bir savunma mekanizması oluşturacaktır. Ama demek daha başında yapmamız gereken bir şeyin, önündeki en büyük engellerden biridir. Kendi gerçeğimizi bilmeden, içte bu sorunun cevabını bulmadan, hep böyle devam edip gidecektir.

İşte burada “Ben kimim” sorusunun cevabı önemlidir. Bu soruyu, bizden başka kim yanıtlayabilir?  Bu sorunun yanıtı bizden başka kimde var?

Bunun cevabını bulmak için çıktığımız yol, aynı zamanda kendimizin de, özümüze doğru yaptığımız bir keşif ve farkına varma yolculuğudur.

Aslında birçok sıkıntımız "Ben kimim?" sorusunun cevabında yatıyor.

Kendimizi bilmeden, olanların ne olduğunun tam olarak, bir nedenini ve cevabını bulamayız.
Varlığımızdan ve bilincimizden çok uzak yaşıyoruz. Hayat bir unutup hatırlama oyunudur. Unutmanın ağırlığı altında, bu günümüzün, yarınımızın, ne kadar geçmişin gölgesinde olduğunun hatırlanmasıdır.

Bir şeyin varlığını, sert mi, yumuşak mı, soğuk mu, sıcak mı diğer özellikleri ne, bunu ancak dokunarak tam olarak hissedebiliriz. Bu bakımdan dokunmak çok önemlidir. Ancak cismi olmayan şeylere, duygularımızla dokunabilir, neticesini hissederek algılayabiliriz.

Her şey karşıtıyla anlamlı ve güzeldir. Ancak böyle olunca bir değer ifade eder. O zaman yaşam iyiyse, baktığımız yöne göre ölüm de iyi, neşe iyiyse, keder de iyi, sevgiliyle olmak iyiyse, yerine, zamanına göre yalnız olmak, ayrı kalmak da iyi ve anlamlıdır.

Ne olursa olsun, hepsi bütünün bir parçası ve onun içinden çıkıyor. Yeter ki bakış açımızı ona göre ayarlayabilelim. Bir şeyin iyi, kötü olduğunu, geçmişimizin iz düşümünde, bizim o şey hakkındaki kendi algılarımız yaratır.

Hayatta hiçbir şey gerçeklerin önüne geçemez.
Neden bu kadar doyumsuz olduğumuzu bilen var mı? Varlığımızı kolayca sürdürebilecek şekilde her şeyimiz varken, hâlâ neden birçok şeyin eksikliğini hissederiz?
Kim gelen günün günahını düşlerinden sorabilir? 

Bir konuda zanla hareket etmek, gerçeğe giden yolda, en büyük engelimiz değil midir?
Hayatta olan her şeyin bir nedeni, her sorunun da bir cevabı vardır ama yine de, bir takım şeylerin gölgesinde yoktur. Çünkü öyle olması gerekir.

Hakikati ve kendimizi bulma yolundaki en büyük engel, o güne kadar aklımıza, gönlümüze doldurulan çöp değerindeki şeylerdir. Onlardan kurtulmak da sanıldığı kadar kolay değildir.

İnsanın kendini bilmesi, aynı zamanda özüne doğru bir yolculuğa çıkması, gelişmesi, demektir. Bunun için de önce kendi özünü tam olarak bilmediğini kabul etmesi, öyle yola çıkması gerekir. Sıradan insanlar bunu yapamaz. Çünkü kendilerini bildiklerini düşünürler. Bazı insanlar da, kim olduğunu anlatmak için, ne olmadığını anlatmaya çalışır.
Eğer konuya bir başka açından bakarsak, aslında nasıl kendim olabilirim sorusu bile yanlıştır. Kafamız oraya takılır kalır. Kim kendi varlığından şüpheye düşebilir? Kendimizi tanımlamaktan vazgeçip, doğal halimizi yaşayalım yeter. Bu bir bakıma, huzurlu olmakla aynı anlama gelir aslında.

Hayat bir oyundur ve ancak o da şimdide oynanır. O zaman şimdiyle barışık olmak ve her zaman yaşamla bir olmak gerekir. İnsanların büyük kısmı, özüne yakın olamadığı, varoluşun özüne uygun büyüyemediği için, ne yazık ki kendi kimliğine yabancılaşmıştır.

Çoğu zaman kendi cehennemimizi kendimiz yaratır, bunun farkına varamayız. Bu bilinçsiz yaşamanın sonucudur. İnsan aklındaki zehrin farkına varırsa, neler yaşadığının da farkına varabilir. O zaman yapılacak şey, düşünce ve duygularımızın farkında olmaktır.

Bilimsel çalışmalardan çıkardığım sonuca göre, düşünce ve duygu sistemi, büyük ölçüde istem dışı çalışır. Biz kendimiz bilmesek de, bedenimizdeki her hücre, her organ, kendi görevini bilir ve bu görevini hayatımızın sonun kadar olabildiğince sürdürür. Nasıl ki sindirim ve kan dolaşımımız, kendiliğinden oluşuyorsa, düşüncelerimizde kendiliğinden oluşur. Duygularımız ise, vücudumuzun zihnimize verdiği tepkidir. Vücudumuzu biz değil, zekâmız yönetir.

Eğer biz kendimizde ve etrafımızda neyin olduğunu bilirsek, nelerin olmadığının da farkına varırız. O zaman da, eskiye bakışımız dâhil, birçok şeyin değiştiğini de görürüz. Geçmişi anlamak, şimdiki zamanı anlamamızı da belirler. Yaşadığımız olaylar, deneyimler, aldığımız dersler bir anlamda, kendi içimizde tamamlanır.

Örnek insanlar bizi motive ediyorsa, bu iyidir ama onlara benzemek istersek, bir sorun vardır, bu da iyi değildir. Başkasına benzemek bize rahat ve huzur vermez. Çünkü biz en iyi kendimize benzeriz. Birine benzemek, ona öykünmek duygusu, ardından kıskançlık, nefret gibi olumsuz duyguları da beraberinde getirip, bizi asıl kimliğimizden uzaklaştırabilir. Kendimizi sürekli birileriyle kıyaslamak, bizde özgüven eksikliğine de neden olabilir. Peki, özgüven nedir?

Özgüven, doğuştan sahip olduğumuz bir duygu değil, sonradan edinilen bir kavramdır. Bireyin kendisinden memnun olması, kendi çevresiyle barışık yaşaması demektir. Eğer özgüvenimiz eksikse, hakkımızı yeterince savunamayız. Bu da bizim kendi olmamız önündeki en büyük engellerden biridir. Kendinden memnun olan, değişme ihtiyacı duymaz.

Belki bu sözümü iddialı veya yanlış bulabilirsiniz, ama hemen hiç kimse kendi değil. Herkes biri olmaya çalışıyor. Bir özeleştiri yapmam gerekirse, bunları söylememe karşın, çoğu zaman ben de buna dâhilim. Almam gereken daha çok yol olduğunu biliyorum. Bunun farkındayım ve farkında olmak da bir şeydir ve zamanla çaresi bulunabilir.

Gün içinde sebepsiz mutluluklarımız olduğu gibi, mutsuzluklarımız da vardır. Birisi bize nasıl olduğumuzu sorduğunda, bazen kendimizi iyi hissetmediğimizi söyleriz. Çoğu zaman da bunun nedenini bilemeyiz.

Herkesin gerçeği biraz da söylediklerinde, yaptıklarında değil, söyleyemediklerinde, yapamadıklarında saklıdır. Bizi en çok diyemediklerimiz, bilinçaltında yerleşmiş yapamadığımız şeyler yönlendirir.

Hayat kendimizi arama yolculuğudur. Bunun için savaş veren insan, değerini de artırır. İnandığımız, beklediğimiz, umut ettiğimiz şeylerin gerçekleşmesi, bizi mutlu eder. Şartlar bize ne kadar karşı olursa olsun, kendi doğrularımızı yaşamak, kim olduğumuzu bilmek, yalnız bizim elimizdedir.

Her olanın bir zamanı vardır. Zamanı gelmeden ne mevsimler değişir, ne çiçek açar, ne de ağaç meyve verir.

Aklımızı ne kadar başkalarının etkisi altında kalmadan kullanabiliyoruz?

Sorun tam da işte burada. Kendine özgüven eksikliği olan insan, olduğundan farklı görünme çabasına girer. İnsanın bildiği ancak gizli sandığı gerçeğini, başkalarının ağzından duyması çok yaralayıcıdır.

Bunun için hak etmesek de, karşımızdakilerden hep övgü bekler, doğru olduğunu bilsek bile, eleştirilere dayanamayız. Tamamen kendimiz olduğumuzda, en güçlü, en etkili oluruz. Bu nedenle farkındalığımızı değiştirmeden, davranışlarımızı değiştirmemiz, tek başına yeterli değildir.

Eğer değerimizi kendimiz onaylamaz, başkalarına bırakırsak, dışa bağımlı bir insan haline geliriz. Az veya çok hemen herkes bunu yapıyor. Çünkü her zaman, başkalarının bize değer vermesine ihtiyacımız var. Hele hayatlarını böyle kurgulayanlar, yalnızca kendilerini düşünür, başkalarına önem vermez, onlara kulak asmazlar. İlişkileri oldukça yapaydır. Kendilerini aldatır, duymak istedikleriyle beslenir, rollerini sahte şeylerle cilalayıp, parlatmaya çalışırlar.
“Eğer insanlar birbirlerinin gözlerine baktıklarında, içinden geçenleri anlayabilseydi, dünyada dost kalmazdı." diye bir söz vardır. Ne kadar doğru değil mi?

İyi ki böyle bir yetenekle donatılmamışız. Yoksa hayat gerçekten yaşanmaz hâle gelir, kimse bir başkasının gözlerine bakamazdı.

Eğer burada şu soruları kendimize sorup cevabını da gerçekten samimi alabilirsek, konuyu daha iyi anlamış oluruz.

Kendi değerimizi biz mi biçiyoruz yoksa başkalarının bize ne kadar değer verdikleri mi daha önemli?

Aynı zamanda bu ne kadar gerçeğin ifadesidir?
Korkularımızın, acılarımızın, arzularımızın kaynağı nerelere dayanıyor? Kim olmak istiyorduk, olmak istediğimiz o “Kimin ne kadar yakın veya uzağındayız?"

Başımıza gelen olayların nedenini biliyor muyuz? Bunda bizim, olumlu veya olumsuz, katkımız ne ve biz bunun farkında mıyız?
Birini yargılarken, ötekileştirirken o yargının içinde, ne kadar bizim katkımızın olduğunu, şartlanmışlıklarımızın bizi ne kadar etkilediğini biliyor muyuz?

İyi ama kim bu ötekiler? Nasıl ötekileşiyoruz? Bizim öteki dediğimiz insanlar, bize ne olarak ve nasıl bakıyor? Acaba kim kendine bu soruyu soruyor?

Başkalarına her şeyi sorarız da, kendimize neden bazı şeyleri sormayız?
Bu soruların cevabını içimizde bulup, bir düşünmemiz gerekir. Aslında kendimize sormamız gereken o kadar çok soru, bilinçli veya bilinçsiz olarak, ötekileştirdiğimiz o kadar çok insan var ki.

Dünyadaki en büyük köleliği, kendinden olmayanı yok sayarak, insan aklının, bedeninin ne yaptığını hiç düşünmeden, ruhlarını, benliklerini zincire vurarak, dinler, farklı ideolojiler, ırklar adına, bunu bilinçsizce uygulayanlar ve yorumlayanlar yaratmıştır. Bu nedenle herkesin kendi içinde hükmünü sürdüren bir korku imparatorluğunun ektisi ve baskısı vardır.

Her toplumda birden çok sosyal ve etnik grup var. Bir grubu dışlamak kolay da ya sonrası ne olacak?

Bir başkasını düşüncesine göre dışlamak, ırkına, dinine göre yanımızdan ulaştırmak, ne kadar samimi olmayan bir hayat yaşadığımızın göstergesi değil midir?

Tüm dünyada, sistem ve toplum el ele vermiş, her şey sanki bu duygudan besleniyor. Yaşadığımız acılara bakıp düzeleceğine, hatlar gittikçe daha keskinleşerek devam ediyor. Söyleme gelince, herkes hoşgörüden sevgiden söz ediyor, herkes demokrat. Farklılıkların, ülkesinin rengi ve zenginliği olduğunu söylüyor. İş uygulamaya gelince, kendi renginin en başta olmasını, herkesin kendi gölgesi altında yaşamasını istiyor ve bekliyor. Bu durumda da ortaya tamamen farklı bir fotoğraf çıkıyor. Bu fotoğrafa, herkes kendi penceresinden baktığı için, kendisini haklı çıkarma uğraşısına giriyor.

Görünenin bir başka yüzü de, birisi karşıma gelip, seninle hiç bir farkımız yok, biriz, birlikteyiz demekle, aslında bana farklı olduğumu düşündürüyor. Durup dururken bu sözü birine söylemek, hiçbir zaman benim aklıma gelmiyor ama birileri bunu tekrar ederek, bana öteki olduğumu hissettirmek istediğini düşünüyorum. Bunu memleketimi, dinimi, mezhebimi, hatta malımı, mülkümü, kariyerimi sorarak yapıyor. Bu sorular doğal olarak hemen içimizdeki savunma içgüdüsünü tetikliyor ve harekete geçiriyor.

Ne acı ve ne yazıktır ki, ülkemizde de hiç bir zaman böyle toplumsal bir sözleşme yapılamadı. Ne zaman bu konuda bir gelişme ve yakınlaşma olsa, birileri çıkıp her şeyi eskisinden daha kötü hale getirebiliyor.

Ülkemizde meydana gelen, hafızalarımıza yer etmiş, Maraş, Sivas, Baş Bağlar ve buna benzer daha birçok önemli toplumsal olaylar gibi. Bunu yapanlar, yaptıklarının keyfini çıkarırken  barıştan, sevgiden yana olanlar, hiç de hak etmediği bir korku kültürü içinde sıkışıp kalıyorlar.

Şöyle etrafımızdaki olan bitenlere bir bakalım, neler oluyor. Herkes için kendi gibi düşünen, kendine benzeyen doğru, iyi ve haklıdır. Ötekinin sözü doğru olsa bile dinlemez, duymaz. Onun neler yaşadığı, duygu ve düşüncelerinin hiçbir önemi yoktur. Öteki deyince aklımıza, hemen bizim gibi olmayanlar geliyor. Herkes bir başkasının yarası üzerinden, kendi çıkarını savunmaya çalışıyor. Biz ve bizden olmayan ayrımı, gittikçe de büyüyor ne yazık ki. Her ülkenin az veya çok bir ötekisi vardır. Bu bazen siyahtır, beyazdır, göçmendir, yabancıdır, kızıl derilidir. Bazen de din ve mezhep farklılığıdır veya inançsızdır.

Bir ülkede farklıysanız veya azınlıktaysanız, önünüzde iki yol vardır. Ya kimliğinizi saklayacak, kendiniz olmadan, kendi gerçek kimliğinizi reddederek, günlerinizi geçireceksiniz, ya da öteki olarak çekilecek acılara önceden kendinizi hazırlayacaksınız. Bir yol daha vardır, o da kendi benliğiniz, kimliğiniz ve her şeyinizden vazgeçerek asimile olmaktır. Bana göre en acı olanı da budur.

Kimse çocuklarına, hoşgörüyü, dostluğu ve sevgiyi tam olarak öğretmiyor. Belki de bazı şeyler bunu engelliyor. Çocuklarımız, bizden olmayan, bizim gibi düşünmeyen tarafa, öfkeyle, kinle büyüyor. Bu nedenle ötekileştirme iliklerimize kadar işliyor, toplumda bir ömür boyu bunun sancısı bitmiyor.

Hiç kimsenin, kendi geçmişiyle yüzleşmesi işine gelmiyor. Herkes bir başkasına karşı, bilmeden, bilinçaltına yerleşen şartlanmışlık ve bir takım yalan yanlış bilgilerle, önyargılı olarak hareket ettiği için de, sorun içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Bana göre, önyargıların zararını, en çok da onu içinde taşıyanlar görüyor. Çünkü böyle yaşamak gerçekten zordur.

Benim çocukluğumda, bir çocuk bir hata yaptığında, küfür ve aşağılama olarak, “Bilmem kimin dölü." veya “Kimin uşağı” gibi ötekilere benzetilirdi. Bu gün de ne yazık ki hâlâ aynı yanlışlar yapılmaya devam ediyor. O çocuk daha bunun nedenini, ne ifade ettiğini anlamadan, bilinçaltında söylenenlerle ilgili olarak bir sayfa açıyor. Bu sayfa,  zaman içinde giderek kendine yeni ekler ediniyor. Belirli bir yaşa gelince de içinden çıkılamaz, karmakarışık, kabarık bir dosya haline gelebiliyor. Ne zaman sıkışsa o dosyayı açıyor, bilgilerini, öfkesini, kinini bir daha yeniliyor.
Bir insanın kimliği, aşağılamak amacıyla kullanılıyorsa orada, sevgiden, hoşgörüden, barıştan, nasıl söz edilebilir?

Hiç kimse gerçekten bir duygudaşlık yapmıyor. Herkes birilerinden hayatının bir yüzünü saklayarak veya saklamak zorunda kalarak, yaşamını sürdürüyor. En çok da, o toplumda hâkim ve çoğunluk olan gruba mensup olmayanlar, bunu yapmak zorunda kalıyor.
Bu da gittikçe aradaki güvensizliği büyütüyor ve bu güvensizlikten yararlananların ekmeğine yağ sürüyor. Bu kişiler kasıtlı olarak sorunların üzerine gidip, konuyu daha da kaşıyarak, arada aşılmaz duvarlar örüyorlar. Güçlü olan kendinden olanı koruyor, diğerini dışlıyor. Adalet duygusunun sarsıldığı bir yerde sevgiden, barıştan, huzurdan, mutluluktan ve olması gereken diğer olumlu davranışlardan,  söz etmek olası değildir.

Tüm hayatı her an göz hapsine tutulan bir insan, acılar denizinden çıkıp, nasıl huzur içinde nefes alıp yaşayabilir?
Fıkraların, yalanların, iftiraların diline düşen hayatlar, nasıl düzen tutabilir? Nasıl kendi olabilir?

Doğduğu, vatan bildiği, yaşadığı yurdunda, girdiği her toplum içinde, her yerde kendini öteki olarak hissetmek, böyle bir duygudur. İşte bu yüzden de herkes, kendini olduğundan farklı gösterme gayreti içine giriyor. Bunları kendi adıma söylemiyorum, sadece yukarıda sözüne ettiğim gibi, olanlar gölgesinde kendimce bir duygudaşlık yapmaya çalışıyorum.
Çocukluğunda kendi ninnisini dinleyemeyen biri için, yarım kalmışlığın dilini kim susturabilir?

Öteki olmak, bilinmez bir yolda, sonu meçhul bir hedefe doğru çaresizlik içinde yol almaktır. Gerçek kimliğini ararken, kendinden uzak bir yerlere sürülmek, oralarda yaşamaya mahkûm edilmektir.

Yineliyorum, ötekileştirmek her ülkede var ama ne yazık ki bizim ülkemizde de oldukça fazla yaşanıyor. Öteki olan da, doğal olarak, kendi varlığını koruma çabası içine giriyor ve karşısındakini ötekileştiriyor, içsel kavgalar büyüyor ve bu kısırdöngü böyle sürüp gidiyor.

Uyudukça herkes kendi rüyasını görmeye devam eder ve kendi dünyasında yaşar. Kimsenin ondan haberi olmaz. Hakikati bulmak kendimizi bulmaktır. Kendimizin ötesine ancak böyle geçebiliriz. Sadece kendimiz olursak mükemmel oluruz. Kendi olmayanların ise başı her zaman derttedir.

Mutluluk satın alınan bir şey değildir. Kendimiz olamadan, içimizdeki sevgiyi, mutluluğu, kısaca içimizdeki değerli hazineyi bulamayız. Bu hayat boyu devam eden bir yolculuktur.
Kaygılardan, kızgınlıklardan kurtulmak için, yaşadığımız çevre ile sevgi saygı ve özgüvene dayalı ilişkiler geliştirmeliyiz. Bize dikte edilen, bizim istemediğimiz şeylerden ne kadar kurtulabilirsek, o kadar da kendimize yaklaşabilir, kararlarımızı tek başımıza verebilir, kendimizi yaşarız.

Şimdi hemen saklandığımız yerden çıkıp, yüzümüzde sırıtan maskelerimizi atalım. Hiç bir maske bizim yüzümüzü uzun süre koruyamaz. Aslında saklayacak hiçbir şey de yok. Her ne olursa olsun, dışarıdan ne kadar parlak ve cilalı durursa dursun, gerçek biz, başkasının yaratacağı bizden daha iyidir. Bu nedenle kim olduğumuzu her şeye karşın başkalarına göstermekten korkmamalıyız.

Kader, hayat ırmağından geçip varmak istediğimiz yere ulaşmamız için, geçmemiz gereken bir köprüdür. Biz istemedikten sonra, kimse bizi alıp o köprüden geçiremez. Her insan aynı zamanda kendi kaderinin de mimarıdır. Önemli olan önce kendimiz olmak, sonra da kim olduğumuzu bilmek, farklı görünmemek, doğal halimizi korumaktır. Ancak bu şekilde içimizde akan hayat ırmağının farkında oluruz.

Herkes kendi hayatının, öyküsünün ve aşkının sahibidir. Kendi olan bütündür, özgürdür. Haydi, kendimiz olalım. Kaderimize biz hükmedip,  kendimize bu dünyada yer iyi bir yer bulalım. O yeri bizden başka kimse bulamaz.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi