ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 18-12-2023 18:29   Güncelleme : 20-12-2023 22:19

Atlılar / Zeynep Aksu

Yazan: Zeynep Aksu -ATLILAR

Atlılar / Zeynep Aksu

ATLILAR

Hemen hemen haftada bir, atlılar gelirdi bize. Besili, heybetli, iri atların üzerinde bir o kadar da azametli adamlar...

Topraktan evimizin duvarı, yerden yaklaşık bir metre yüksekliğe kadar iri taşlarla örülmüş; taş duvarla, kerpiç duvarın arasına kare bir kiriş atılmış, bu kirişe ise belirli aralıklarla halkalar takılmıştı...

Civar köylerden bize gelen atlıların atları, buraya bağlanırdı. Nasıl da heybetli duruyorlardı. Her atın yemliği, ağzına bağlıydı. Usul usul sahiplerini beklerlerdi. Arada bir canları sıkıldığından olsa gerek, yeri eşeler gibi toynakları ile toprağa vuruyorlardı…
Yine o günlerden biriydi. Ancak bir süre sonra bugünün, diğer günlerden farklı olduğu anlaşıldı. Kapıda boynuzlarına al yazma takılı, güzel bir koç bağlıydı…

Anlam vermemiştim ya, neyse... Atlılar, bir müddet devam eden sohbet ve ikramdan sonra yolaklandılar…

Evde bir sessizlik, bir hüzün vardı. Ona da anlam veremiyordum…

Anam birkaç gün sonra; ”Sabah şehire gidiyoruz, ona göre hazırlan.” dedi. İçimi bir sevinç kapladı. Hasta değildim ama şehre gidiyordum. Heyecanla, akşamdan en yeni entarimi hazırladım. Kırmızı iskarpinlerimi de giyineceğim için heyecanım iki kat daha arttı…
Sabah erkenden köyün orta yerine gittik. Babam, anam ve ben... Biraz geç kaldığımızdan minibüs dolmuştu. Neyse ki arka koltuğa zar zor sığabildik. Dört kişilik yere beş kişi oturmuştuk...

Yalnız bir gariplik var bugün. Minibüstekiler dönüp dönüp bana bakıyorlar. Kadınlar hüzünlü, erkekler gözlerini kaçırıyorlar. Bir anlam veremiyorum ama içimden; “Bugün güzel görünüyor olmalıyım.” diye geçiriyorum...
Minibüs, köyün taşlı, tozlu yollarından şehre doğru hareket ediyor. İçim bir hoş oluyor, alışkın olmadığımdan midem bulanıyor. Sevinçle çıktığım yol, işkenceye dönüyor. Oh, nihayet asfalt yola giriyoruz. Ama bu sefer de benzin kokusu perişan ediyor beni…
Ha bitti, ha bitecek derken şehre geliyoruz. Kendimi hızla dışarı atıp, derin derin nefes alıyorum. Bu şehrin kokusu da amma değişik. Hava yerine envayi çeşit yemek kokuyor. Yemekleri dahi ayırt edebiliyorum...

Babam, bir lokantaya götürüyor bizi. Masalardaki tabaklarda dilimlenmiş bir sürü somun ekmeği var. Garson yanımıza gelip soruyor; “Ne alırsınız?” diye. Bugüne kadar hep sofra kuran ben ve anam birbirimize bakıyoruz. Hafif bir tebessüm beliriyor yüzümüzde. Mutlu oluyoruz ikimizde. Hep bizden istenmişti, şimdi bize soruluyor…

Babam mercimek çorbası istedi. Eh, bizde çorba istedik. Koca bir sepet ekmek ile bir tas çorbayı sanki ilk defa yiyormuşuz gibi bir güzel yedik. Hesabı ödeyen babam; “Haydi.” dedi anama...

Masadan kalktık. Babam önde, biz arkasında yürüyoruz. Arada anama bakıyorum, hiç ses çıkarmıyor. Nihayet bir binanın önüne geldik. Kapıda, köyden bir iki komşumuz da var. Babamla bakıştılar. Sonra hep birlikte içeriye girdik. Kocaman koridorun bir noktasında durduk. Durduğumuz noktada bir kapı, kapının sağında, solunda oturaklar vardı...

Biz, beş kişi oturaklara oturup beklemeye başladık. Anam endişeli, arada tülbentini düzeltip duruyor. Babam, kasketini çıkarıp bir dizine koyuyor, bir başına alıyor. Komşularımız bir bana, bir de birbirlerine bakıp duruyorlar...

Önünde oturduğumuz odanın kapısından bir bey belirdi. Bey, yüksek tondan; “Mehmet Gülmez.” diye seslendi. Mehmet Gülmez... Bana yabancı gelmedi. Bir an afalladım. Babama sesleniyordu. Babam oturduğu yerden; “Haydi.” diyerek, doğruldu.
Hızlı adımlarla girdiğimiz odada; sıra sıra oturaklar, yüksek bir yerde, kara pardesüye benzeyen şey giyinmiş bir adam, onun önünde elleri masadaki makinede olan bir kadın ve bizi çağıran adam vardı...

Bizi çağıran adam, hepimizi ön tarafa alıp oturmamızı istedi. En tepedeki adam, babama seslenerek; “Kızın yaşının on sekiz olduğunu iddia ediyorsun.” dedi. Babam “Evet.” diye cevap verdi.
“İhmal etmişler de, zamanında hükümet konağına gidip nüfusa kaydedememişler de…” diye söylenen babamın sözleri bitince, tepedeki adam komşularımıza döndü; “Şahitlik verir misiniz?" diye sordu. Onlar da babamı onayladıklarına dair şahitlik verdiler…

Tepedeki adamın; “Yaz kızım; nüfus kâğıdında on beş yaşında görünen Sevim Gülmez'in, on sekiz yaşında olduğuna kanaat getirildi.” dediğini duydum. Anamın başını önüne eğdiğini ve gözlerinden yaş geldiğini görünce bir anlam veremedim...

Aldığımız bir kâğıtla oradan çıktık, çarşıya geldik. Çarşıda; geçen bize gelen atlılardan biri, yanında anam yaşında bir kadın ve başka bir erkek vardı…

Bizimkilerle, “selam verme” muhabbetleri bittikten sonra hep birlikte bir dükkâna girdik. Anamla, diğer kadın bir köşede fısıltı halinde konuşuyorlardı. Onlar konuşurken etrafa göz gezdiriyordum. Yok yok... Renk renk basmalar, kumaşlar, eşarplar, düğmeler, boncuklar... Nasıl da güzel kokuyor dükkân. Sanki bahar gibi, kumaşlardan çiçek kokusu geliyor…

Anam bir kaç kumaşa dokunuyor, dükkân sahibi tahtadan metresi ile bir entarilik oluncaya kadar kesip kenara bırakıyor. Sonraki kumaşlar, evdekilerden biliyorum ki yorganlık, döşeklik kumaşlar… Onlar da bir kenara bırakılıyor. Ayna, tarak, eşarp derken bir sürü öteberi ayrılıyor...

Anam ve karşısındaki kadın birbirlerine; “Tamam.” der gibi bakıyorlar. Alınanların parasını, bize gelen atlı veriyor. Bohçalanan eşyalar, babama veriliyor. Yine bir anlam veremiyorum. Bir şey de soramıyorum. Arada yanlarındaki gencin, bana bakışlarını yakalıyorum. Ben bakınca da kaçırıveriyor bakışlarını. Buna da bir anlam veremiyorum...
Babamın elinde bohça, dükkândan ayrılıyoruz. Yine hep beraber hemen yandaki kuyumcu dükkânına giriyoruz. Girmeden, sergi gibi duran takılara bakıyorum camdan. Bugüne kadar hiç altın takım olmamıştı…

Anamın bir beşibiryerdesi vardı. O da bir mavi, bir siyah boncukların olduğu ipte, onların arasına takılıydı. Arada çeyiz sandığından çıkarır takardı…

Bunları düşünürken dükkânda buldum kendimi. Tezgâhın arkasında duran adam, babama; “ne istediğimizi” sordu. Babam, hüzünle atlıya baktı. Atlı; “Gençlere yüzük ver.” dedi. Gençler?..

Bir anama, bir babama, bir atlıya, bir anam yaşındaki diğer kadına, bir de gence baktım. Başım dönüyor, midem bulanıyordu. Ayaklarım yerden kesilmiş gibi kendimi boşlukta hissediyor, boncuk boncuk ter döküyordum...
Neden sonra anama dönüp, boğuk bir sesle; “Anaaaa.” diyebildim...

Editör: Hamit Gözümoğlu 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi