DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Advert
Deniz İmre
Deniz İmre
Giriş Tarihi : 09-05-2025 17:09

Zamanın İçinde Asılı Kalanlar

Bazen eski bir kutuda karşıma çıkarlar, bazen sararmış bir albüm yaprağının arasından gülümserler bana: Siyah-beyaz fotoğraflar...

Renkleri yoktur ama anıları öyle canlıdır ki insanın içini burkarlar. Her dokunduğumda, o donuk kâğıdın üzerinde bir sıcaklık hissederim; çocukluğun sıcaklığı, geçmişin kokusu, çoktan gitmiş yüzlerin hala oradaymış gibi duran bakışları...

Fotoğraflara uzun uzun bakarım. Bir sandalyede oturan dedem mesela... Arka planda solgun bir duvar, yüzünde yorgun ama huzurlu bir ifade... Belki tütün saracaktı az sonra, belki annemin okuldan gelişini bekliyordu. Her kırışıklığı, bir hatıranın başlığı gibi durur yüzünde.

Bir başka karede babaannem var, bayram sabahı olduğu belli. Beyaz örtülü sofranın başında, kucağında minicik bir çocuk: Annem…

Duvar saatinin yelkovanı 10’u biraz geçmiş, pencereden sızan ışık yüzlerine düşmüş. O ışık, sanki geçmişin içinden bugüne uzanan bir huzur gibi.

Siyah-beyaz fotoğraflar konuşmaz. Ama suskunluklarının içinde çok şey anlatırlar. Renklerin gürültüsü yoktur, bu yüzden ayrıntılar daha belirgindir. Bir eteğin pileleri, bir çocuğun sımsıkı tuttuğu ayıcık, arka planda unutulmuş bir pencere manzarası… Hepsi geçmişin sakince tanıkları gibi…

Bazı yüzleri tanımam bile. Belki büyük amcalar, belki artık kimsenin adını hatırlamadığı eski komşular… Ama yine de tanıdık gelirler. Bakışlarındaki duruluk, kıyafetlerindeki özen, hayatın daha yavaş aktığı zamanlardan izler taşır. Her şey daha sade ama bir o kadar gerçek gibidir.

Bu fotoğraflar birer zaman kapsülüdür aynı zamanda... Sadece görüntü değil, duygu da saklarlar içinde. Bir annenin elini sımsıkı tutan bir çocuğun kaygısız neşesi… İlk kez takım elbise giymiş bir gencin tedirgin gururu… Diz çökmüş bir dedenin dua ederkenki teslimiyeti… Hepsi oradadır, sessizce…

Renkleri yok ama hafızanın renkleriyle parlarlar. Limonata sarısı yaz öğleden sonrası, kömür karası bir kış sabahı, toprak kokan sokaklar, naftalinli odalar... Siyah-beyaz görünürler ama kalple bakıldığında renklenir her biri.

Oysa bugünün fotoğraflarında kaybolan bir şey var sanki. Çok netler, çok parlaklar ama bir o kadar da sığ… Filtreler var ama filtrelenmiş duygular yok. Oysa siyah-beyaz olanlar... Zamanı yavaşlatır. Düşünmeyi, hissetmeyi, özlemeyi öğretir.

Bazı geceler uykum kaçtığında, usulca kalkarım, albüm kutusunu açarım. Eski sayfalarda gezinen parmaklarım, geçmişin kapısını aralar. Annemin babamın gençliğini, dedemin sesini duyar gibi olurum. O anlarda zaman çember gibi kapanır. İçinde kaybolurum. Ama bu, iyi bir kayboluştur.

Ve bu yüzden saklarım o fotoğrafları. Renklerini yitirmiş ama anlamlarını çoğaltmış o kareleri… Çünkü bazı anlar, siyah-beyaz daha güzel.

Mesela sahafta rastladım başka bir tanesine... Tozlu kitapların, eski plakların, kırık gözlüklerin arasında sıkışmış siyah-beyaz bir fotoğraf…Önce geçip gidecektim ama bir şey tuttu elimden. Belki o çocuğun bakışı, belki kadrajdaki o tanıdık hüzün…

Kenarları hafif yıpranmıştı ama ortasındaki çocuk dimdik duruyordu. Üzerinde bembeyaz bir sünnet kıyafeti, omzunda pelerin, başında tüyleri yana eğilmiş bir taç... Elinde boncuklu bir asa… Yüzü gergindi. Ne gülüyordu ne de ağlıyordu. Fotoğraf çekilirken ne yapacağını bilemeyen çocuklar gibi... Dudakları sıkılmış, gözleri kısık... Sanki birinin “Hadi gül biraz oğlum.” dediğini duyuyorum. Ama o yalnızca duruyor.

Arkasında duranlar annesi ve babası olmalı. Kadının yüzünde karmaşık bir ifade; gururla karışık bir endişe... Adamın duruşunda mesafeli bir ciddiyet... Belki sadece o dönemin fotoğraf alışkanlığı… Ama o çocuk, ortada, biraz yalnız gibi…

Fotoğrafın arkasına kurşun kalemle yazılmış birkaç kelime: “Sünnet hatırası – 1954, Eyüp.” Hepsi bu... Ne bir isim ne de bir hikâye... Ama o birkaç kelime bile, bir ömrün ipucunu veriyor.

Kimdi bu çocuk? Şimdi nerededir? O gün mahallede davullar mı çaldı, komşular mı toplandı, tepsiler dolusu baklava mı dolaştı? Heyecanla mı kalktı sabah, yoksa korkuyla mı?

Sonra düşündüm… Bu fotoğraf buraya nasıl geldi? Hangi çekmece boşaltılırken unutuldu? Kim gitti de ardından bu kare kaldı? Onu hâlâ hatırlayan biri var mı?

Bazı fotoğraflar yetim kalır. Sahipleri olmaz artık. Ama zamanın içinde asılı kalırlar. Ve bazen bir yabancının elinde yeniden hayata karışırlar.

Ben o fotoğrafı aldım. Kim olduğunu bilmeden, ama tanıyormuşum gibi hissederek... Eve götürdüm, çerçevelettim. Belki çoktan göçüp gitti, belki hâlâ bir yerde yaşıyor. Ama bir gün, biri o fotoğrafa bakıp şöyle derse: “Ne güzel durmuşsun be oğlum.” işte o zaman, zaman yine kapanır.

Ve o çocuk, bir anlığına bile olsa, yeniden hatırlanır.
 
Bir başka siyah-beyaz kare var elimde. Fotoğrafın yan kenarında Osmanlıca harflerle kazınmış birkaç kelime… Belki bir tarih, belki bir isim, ya da sadece “hatıra” demeye çalışan eski bir elin izi…

Fotoğrafın ortasında, henüz bir buçuk yaşlarında bir bebek var. Küçücük ayaklarında bebek ayakkabılarıyla kenarlıklı bir sandalyeye oturtulmuş. Boynunda beyaz bir önlük, altında koyu renkli bir etek, üstünde kareli bir bebek ceketi... Giysileri geçmişin zarafetiyle hazırlanmış; sanki özel bir günmüş gibi.

Ama en çok yüzü kalıyor aklımda. Dudaklarını büzmüş, sanki birine öpücük gönderiyor ya da sadece merakla poz veriyor. Belki de o yaşın oyunbaz neşesiyle öylece durmuş. Gözleri kısık, ama bakışı çok tanıdık. Henüz konuşamıyor belki ama fotoğrafın diliyle anlatıyor kendini.

Kim giydirdi onu o sabah? Kim seçti o ceketi, kim oturttu o sandalyeye? Fotoğrafı çeken kişi belki babasıydı, belki de o günden geriye kalan tek tanık…

Bu küçük bebek, adını bilmediğim ama bakışlarını unutamadığım biri şimdi. Zamanın içinde asılı kalmış bir an gibi. Her baktığımda sanki bana gülümsüyor ya da sessizce “Buradaydım” diyor.
 
Bazı yüzler böyledir. Tanımayız ama tanıdık gelir. Çünkü bir bebek gülümsemesi, hangi yılda çekilirse çekilsin, hep aynı sıcaklığı taşır.

Zamanın içinde asılı kalmış bir an gibi kalsa da…

Ve belki de…

Bir fotoğraf, sadece bir yüz değil, unutulmak istemeyen bir “ben buradaydım” fısıltısıdır.
Duymak isteyen bir yürek bulursa, o fısıltı zamanın içinden yankılanır.

***

TRUVA YAYIN GRUBU YOUTUBE  KANALIMIZA ABONE OLMAYI UNUTMAYIN...

Logoya tıklayıp Youtube kanalımızı ziyaret edebilir, abone olabilirsiniz

NELER SÖYLENDİ?
@
KÖŞE YAZARLARI TÜMÜ
Advert
Yol Durumu
ARŞİV ARAMA