Bazen bir nesne, bazen de bir eşya zamanın sınırlarını aşar da ta uzaklardan, mazinin o tozlu sahnesinden bize el edip ruhumuzun derinliklerine değin yankı yapar. Ya da bazı sesler vardır, bilirsiniz; onları dinlediğinizde aniden başka bir zamana, başka bir yere götürürler sizi… Ne bir müzik parçası ne de herhangi bir melodi… Sadece bir ses, bir tını, bir çağrı… Hani bir sabah uyanırken, evin içinde bir şeyin sessizce çaldığını fark edersiniz ama tam olarak ne olduğunu anlayamazsınız. Bir şeyin, bir yerin, bir anın sizi çağırdığına dair belirsiz bir his vardır içinizde…
İşte ben de çocukken, evin köşelerinden birinden her gün gelen o sesi duyardım. O ses, garip bir şekilde her zaman tanıdıktı bana ama bir o kadar da gizemliydi. O tanıdık sesin kaynağını ilk başta sadece hayal edebiliyordum ama ne zaman o sesin peşinden gitsem, çok uzaklardan gelen bir şeyin; bir başka dünyaya açılan kapının aralanması gibi olurdu onun peşinden gidişim…
Benim için, başka dünyalara açılan işte o kapı, kahverengi, ahşap kasalı Philips marka bir radyoydu.
Birçok kişinin “ah o eski radyolar” dediği şey, benim için aslında sadece bir cihazdan ibaret değildi. O; bir aile ritüelinin sesi, o eski zamanların bir parçasıydı; geçmişin, günümüzle harmanlanan tatlı anılarına açılan bir pencere…
Hatırladığım kadarıyla, o radyo hep bizim evimizdeydi. Televizyonsuz evimizde bütün evin atmosferini yumuşatan, günün her saatinde yanımızda olan bir ses kaynağıydı. Ahşap kasasının sıcaklığı, her dokunuşumda başka bir dünyanın izlerini taşıyor gibiydi.
Akşamları, annemin mutfakta yemek hazırlarken bir yandan radyoyu açıp hep aynı şarkıları dinlemesi, bana huzurun tanımını yapıyordu. Arka planda çalan melodiler o kadar bilindik, o kadar sevdiğimiz parçalardı ki bir süre sonra sadece sesi değil, o melodilerin getirdiği duyguları da tanıyorduk. O dönemlerde, müzik sadece ses değildi; bir anı, bir duyguyu, belki bir zaman dilimini de içinde barındırıyordu.
Bir de radyonun “kendi sesi” vardı. Tüm o mekanik tınısı, zaman zaman karışan parazitler, cızırtılar her durumda bana çok tanıdık gelen şeylerdi. O küçük radyo, evin her köşesinde yankı bulur; bir şekilde onun sesiyle her şeyin tadını çıkarırdık. O zamanlar, belki de teknolojinin verdiği basitlik ve sınırlar içinde hiçbir şeyin daha fazla sese ihtiyacı yoktu. O radyo, sadece evin her köşesine yayılmakla kalmaz, içinde yaşadığımız zamanın dokusunu da hissettirirdi.
Ama asıl büyüleyici olan, onun içinde keşfe çıkmakla ilgiliydi. Küçükken radyo çok daha fazlasıydı, benim için... Her akşam, annemle babamın sohbetleri sırasında ben o radyonun arkasını elimle kolayca aralayıp açar; içindeki telleri, irili-ufaklı parçaları inceler; bazen de “konuşan” o küçük insanları arardım. Onun “içindeki” dünyayı keşfetmek, o masum merakla radyonun en gizemli köşelerine bakmak, sanki büyülü bir maceraya atılmak gibiydi.
Beni hep bir hayal kırıklığına uğratmış olsa da o küçük mekanizmaların içinde bir şeylerin gizlendiğini düşünürdüm; o “küçük adamların” ben kapağı açar açmaz korkarak bir yerlere saklandığını… Kimseyi bulamamama rağmen, bir gün bulacağıma dair umudumu hiç kaybetmeden ve de bıkmadan her gün kurcalamıştım o minik adamların gizemli dünyasının kapısını; bir gün elbet biri açacak, diyerek…
Bir de, frekansları karıştırmayı çok severdim. O dönemin çocukları için en büyük eğlencelerden biri eski radyoların frekans arama düğmesini çevirip her çevirişte başka bir ülkenin sesini duymaya çalışmaktı. O eski, büyük, metal düğme bana her seferinde bir sırrı daha açma vaadi sunardı. İspanya'dan gelen o melodik şarkılar, bazen Almanya'dan yükselen sert bir konuşma ya da uzaklardan gelen bir Fransız şarkıcısının sesini duyduğumda, içimde tarif edilemez bir heyecan uyanırdı.
O zamanlar, o ülkelerle sadece radyo frekanslarıyla bir bağ kurabilmek, bana dünyanın ne kadar geniş ve renkli olduğunu hatırlatırdı. Her frekans, başka bir yerin kapısını aralıyordu. Bir anda, dünyada başka bir yerdeymişim gibi hissederdim. O an bir sınır yoktu; uzak şehirlerde, soğuk sabahlarda uyanmış biri gibi, yaşamın başka bir köşesinde ve bambaşka insanlar gibi hissetmek mümkündü.
Frekansları karıştırırken, zaman zaman bir parazit girerdi; sesin bozulması, neredeyse her şeyin kaybolması… Ama o parazit, bazen çok özel bir şeyin habercisi olurdu. Bazen Arapça bir konuşma, bazen Rusça bir şarkı, bazen de İngilizce haberler... Kimi zaman sadece yabancı bir dilin sesini duyardım. O dilin içinde kaybolmak, kelimelerin bana bir anlam taşımasını beklemek, insanı gerçekten başka bir dünyaya götürürdü. O anlarda, hiç gitmediğim yerlerdeymişim gibi hissederdim.
Ama belki de en özel anım, radyo tiyatrolarını dinlemekti. O eski zamanların en eğlenceli yönlerinden biri, radyonun bazen sadece müzik değil, bir hikâye de sunuyor olmasıydı. Sihirli kutudan gelen sese kulak kabartır; oradaki dünyayı hayal etmeye çalışırdım. O zamanlar teknoloji henüz görseli şimdiki kadar ön plana çıkarmamışken radyo tiyatrosu dinlemek, bizi tamamen başka dünyalara taşıyan bir deneyim olmuştu.
Sesler…
Anlatıcıların tonları…
Karakterlerin birbirine geçen diyalogları…
Denizin dalgası…
Kıyılarda uçuşan martıların çocuklar gibi çığlıkları…
Vapur düdüklerinin hiç yaşlanmayan sesleri...
Bazen soğuk estiği belli rüzgâr…
Yaprakların hışırtıları…
Ağlamalar…
Çocukların kahkahası…
Yağmur damlalarının sesi…
Bir bakıma, gözlerimizi kapattığımızda, o sesler içimizde gerçek birer görüntüye, vücuda kavuşur; hayal gücümüzün sınırlarını zorlayan, daha da genişleten bir anlatıma dönüşürdü. Dinlerken radyonun içine dek girdiğimiz her bir hikâye o küçük insanları, büyülü dünyayı, yaşamın her anını bir şekilde içimize alırdı. Radyodan gelen sesler o kadar net ve güçlüydü ki bir an için gözlerimi kapattığımda, tüm hikâye gözlerimin önünde canlanır, ben de o dünyada bir karakter gibi hissederdim kendimi... O seslerin büyüsüne kapılmak, hem korkutucu hem de büyüleyiciydi. Ne kadar çok dinlesem, o kadar içine çekilirdim.
Zamanla teknoloji de değişti. Philips markalı radyo, uzun yıllar sonra bir köşede unutulmuştu. Yeni telefonlar, dijital medya ve kablosuz hoparlörler aldı yerini… Ama benim için, o eski radyonun ahşap kasası, yılların getirdiği anılarla birlikte değerini hala koruyor.
Artık evde eski radyo çalışmasa da, o nostaljik sesi içimde duymaya devam ediyorum. Çünkü bazen, bir zamanın sesi, bir nesnenin yankısı, sadece dijital bir iz bırakmaz; o anı, hafızada taze ve canlı tutar.
Şimdi, dijital çağın getirdiği sınırsız müzik, sosyal medya ve podcast dünyasında, o zamanları hatırladıkça eski teknolojilerin sahip oldukları yalınlık ve anlam derinliği ile ne kadar değerli olduğunu daha çok hissediyorum. Her şey değişiyor; ama biliyorum ki o eski radyo, ruhumuzda, dinlediğimiz her şarkıda, her melodide hep canlı kalacak; geçmişimizden yaşayan ve hiç ölmeyecek bir parçaymışcasına…
Kim bilir, o küçük adamlar belki de hâlâ oradadır ve bulunmayı bekliyorlardır yardım için ellerini uzatarak bize; şimdiki dijital çağın sosyal medya esirlerine; ne dersiniz?