ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 17-08-2023 18:46   Güncelleme : 26-08-2023 01:53

Zül Celali Vel İkram / Gülçin Granit

Yazan: Gülçin Granit -ZÜL CELALİ VEL İKRAM

Zül Celali Vel İkram / Gülçin Granit

ZÜL CELALİ VEL İKRAM

“En hayırlınız, insanlara en çok faydalı olanınızdır.”

Hacı Hüsrev Ağa kolunu tutarak acı içinde uyandı. Aklı sudan çıkmış balık gibi çırpınırken içinden geçen sorulara yanıt arıyordu.

Henüz sabah ezanı okunmamışken, “Aman Allah’ım! Bu nasıl bir rüya ola ki,” diye düşündü. Rüyasında mahşer kurulmuş tanıdık tanımadık herkes terazinin önünde tesbih boncuğu gibi saf tutmuşlardı. Kendisinin hemen önünde ise Fırıncı Ziya Efendi vardı. Onu görünce “Ziya Efendi yandı ki ne yandı! Ne namaz var, ne oruç, melekler birazdan onu cehennemin kapısına bırakırlar!” diyerek mırıldandı. Mahşer terazinin önünde bulunan Ziya Efendi'nin günah ve sevapları tartılmaya başlandı, günahlarının ağır bastığını gören melekler, Ziya Efendi'ye; “Doğru cehenneme.” dediler.

Hacı Hüsrev Ağa sakallarını sıvazlayıp gerindi; “Ben demiştim, boşuna mı bütün gün izleyip dururdum seni. Bunca yıl elimden hiç tesbih düşmezken ve anlım secdeden ayrılmazken, sen yapmadığın ibadetlerle mi gidecektin cennete.” diye söylendi ve bu öngörüsünden dolayı kendisiyle gurur duydu göğsü kabardı. Terazinin başında olan Ziya Efendi tam bir teslimiyet içinde ellerini semaya kaldırıp, “Ya Rab sen bilirsin." dedi ve tam bu sırada, gökyüzünden tek sıra halinde ekmekler terazinin sevap köşesine doğru yere yığılmaya başladı. Melekler bu ekmeklerden yalnız bir tanesini alıp sevap terazisine koyduklarında, Ziya Efendi'nin sevaplarının ağır bastığını gördüler ona; “Haydi gir cennete!” dediler.

Sıra Hacı Hüsrev Ağa'ya geldi, çok şaşkındı, damdan düşmüş kadar şaşkın. “Aman Allah’ım Ziya Efendi nasıl cennetlik olabilir?” Söylene söylene terazinin başına geldi. Onun da sevap ve günahları tartılmaya başlandı. Günahları ağır gelince melekler Hacı Hüsrev Ağaya dönüp “Haydi cehenneme.” dediler. Hacı Hüsrev Ağa itiraz etti; “Ama nasıl olur, benim namazlarım, oruçlarım ve haclarım…” deyince melekler, “Onlar borçtur, bu kefeye girmez.” deyiverdiler. Hacı Hüsrev Ağanın dili lâl oldu ve aklına bir cinlik geliverdi. Gözleri Ziya Efendi'nin henüz durmakta olan ekmeklerine takıldı. İçinden bir tane alıp sevap terazisine koymayı düşündü. Tam elini uzatmıştı ki melekler, Hacı Hüsrev Ağa'nın koluna kılıcı indiriverdiler. Can havliyle kan ter içinde uyandı. Önce sağa, sonra sola bakındı, mahşerden dünyaya dönmüşse de, kolu kılıcın şiddetiyle ağrıyordu. 'Bu rüya da şimdi neyin nesiydi? Büyükçe bir suç işlemiş olmalıydı, bu hangi cezanın diyeti.' diye düşünmeden edemedi.

Allah’ın ona anlatmak istediği şeyin ne olduğunu ve Ziya Efendi'ye cennetin kapılarını açtıran iyiliklerin ne olabileceğini acilen bulmalıydı. Bir an önce çıkıp bunu araştırmalıyım diye düşündü. Oysa yıllarca dükkânları karşılıklı olmasına rağmen bu güne kadar Ziya Efendi'nin ısrarla verdiği hiçbir selamı almadığını daha hatırlayınca, Ziya Efendi'yi tanımaktan mahrum kaldığını anladı ve zanlarla örülü duvara fena halde tosladığını düşündü.

Yağmurundan önce rüzgârını gönderen Allah, lütfunun şiddetiyle Ziya kulunu da hızlı öğretime geçirmek için gabi, vicdansız insanların içine attı. Allah’tan sonra canım dediği kişi de onu ağlatıp kalbini sızlattı, böylece sevgili kuluna basamak atlattı. Amacı, Zül Celalin ardındaki, Vel ikramı kulunun okumasıydı. O, kuluyla sohbet etmeyi sevendi. Allah her kulunu sever, ama hikmet kapılarını sevildiğini hissettirdiği kullarına açardı.

Yüksek minarelerden dalgalanarak insanın içine nakşolan “Allahu Ekber, ” nidaları, Ziya Efendi’yi her günkü gibi tam orta yerinden vurup geçti. Tüm ibadetlerini gözlerden ırak yaptıktan sonra Hacı Hüsrev Efendi'nin rüyasından bihaber evinden ayrıldı.

Minarelerden günde beş kere yükselen Allah’ın büyüklüğü, O'ndan başka ilah olmadığı Hz. Muhammedin (s.a.v) O’nun kulu ve Resulü olduğu hatırlatılırken, Ziya Efendi bunun idrakiyle ona şahitlik etmek üzere, yeni bir güne başlayarak yolları, içindeki iman ve iyilik sükûtuyla adımlıyordu. Beyazıt meydanında şerbet gibi bir sabahtı. Gün ise bohçasını alıp sevdiğine kaçan kız edasıyla, hızlıca gök kubbenin üzerinden doğuyordu.

Yolda rastladığı herkese selam verip aldı, gözleri onun selamını almayan Hacı Hüsrev Ağayı aradı, alışmıştı yıllarca onun almadığı selama ve ardından atıp tutmalarına. Hacı Hüsrev Ağa selamı almadıkça o, kulaklarını kalbine doğru eğer ve gönlünden (O’nun ) Kaf Sureti/16 Bize şah damarından daha yakın olanın) seslenişini dinledi. Kulunun almadığı selamı bizzat kendisi alandı. Buna şahitlik eden Ziya Efendi kalbinden “Essemmü Aleyküm ve Rahmetullah” sesini her seferinde işitirdi. Böylece Allah’ın selamı havada kalmazdı. Ziya Efendi, Allah’ın, Zül Celal esmasını yüklediği kulları sayesinde kendisini hızlı eğitime tabi tutulduğunu bilir ve ardından gelecek ikramı meraklı bir gülümseyişle beklerdi.

Rahmaniyetin, gazapta saklı olduğunu bildiğinden tüm olumsuzluklar karşısında Allah’a teslim olmayı şiar edinmişti.

“İnsanı, Allah’a kovalayan her şey mübarektir, bu şeytan bile olsa.” sözüne kalben inanıyordu. Allah’tan sonra en çok sevdiği kişi bile onu ağlatabilir, kalbini defalarca sızlatabilirdi, fakat Ziya Efendi bilirdi ki, dost Allah, kalp ise arkadaştı.

Beli bükük bu yaşında hâlâ fırın işletiyor, günlerini ev ve iş yeri arasında geçiriyordu. Çatlamış taş arasından fırlamış sürgün çiçeklerine, sivrisineğin gözünde mevcut olan dört yüz kamera sistemine, insanın sistematik çalışan vücuduna, Allah’ın direksiz diktiği gökyüzüne ve insanlık için yaratılmış her türlü canlıda mevcut ekolojik dengedeki ilahi espriye hayran bir kuldu. Ziya Efendi, evrende gözlerinin gördüğü ne varsa tefekkür ederdi. Gözlerinin göremediği olayları ise matruşka bebeklerine benzetirdi. Gizemli bu olaylar sinilesini tefekkür edemediğinde, aklında asılı duran panoya bir soru işareti daha eklerdi. O’nun tüm esmalarının insanda zuhur ettiğini görür, Hacı Hüsrev Ağa’nın ise kahhar sıfatını yüklendiğini bilirdi.

Hacı Hüsrev Ağa sabahtan akşama kadar Ziya Efendi'nin hiç ibadet yapmadığından dem vurur, müşterilerine gelene gidene onu anlatmayı borç bilirdi. Sabahtan akşama kadar ayakkabı tamirhanesinin önünde Ziya Efendi’yi gözetler dururdu. Kendisinin hacı olduğunu ama onun bu gidişle hiçbir şey olamayacağını söylerdi. Ziya Efendi, Hacı Hüsrev Efendi’nin dedikoduları kulağına geldikçe sabır çeker ve Allah’a havale ederek O’na sığınırdı. Zül Celal'in ardındaki ikramı, pamuk gibi bir kalple ve merakla beklerdi. Kötü diye anılan tüm olayların ardındaki hikmetin mutlak hayır getireceğini bilir, “Olanda hayır vardır” derdi.

Diğer taraftan rüyanın şiddeti altında ezilen Hacı Hüsrev Efendi, bir süre kendine gelemedi, kargaların “Gak! Kalk! Gak! Kalk!” demesiyle yatağından fırlayıp hazırlandı. Beyazıt’ın yolunu tuttu. Erkenden ayakkabı dükkânını açarak Ziya Efendi’nin yolunu gözlemeye başladı.

Beklediği kişinin geldiğini görünce istem dışı kolunu tutarak Ziya Efendi'nin yanına koştu. Kan ter içinde gördüğü rüyayı anlattı. Yorumunu Ziya Efendi’den bekledi ama “Hayr olsun.”  demekten başka cevap alamayınca Ziya Efendi’nin benlikten uzak tavırları ona kendisini tanıma ihtiyacı hissettirdi. Onun ne kadar değişik bir kişiliği vardı. Deli divane dolaşıp durdu, en sonunda onu kırk yıldır tanıyan esnaflara sorup araştırmaya karar verdi. Ne sevabı vardır, ne iyilikler yapmıştır, merak içindeydi.

Esnaflardan manifaturacı, Hacı Hüsrev Ağa’ya; “Ziya Efendi yıllar var ki çevre mahalledeki fakir fukaraya günlük ekmek ihtiyaçlarını bedava dağıtır. O bilir ki, fakir fukara ekmeğe para verseler, yanına katık alamazlar. Bu sebeple onlardan asla para almaz. Ahlaklı ve karakterli bir adamdır. Fakir Fukara babasıdır vesselam.”  dedi. Bunun üzerine Hacı Hüsrev Ağa yaptıklarına son derece pişman oldu ve gördüğü rüyanın hikmetini anladı.

Güneş dağların ardında kırıldı. Hacı Hüsrev Ağa, Ziya Efendi'nin fırınına hulusi bir kalple girerken kapı aralarından içeriye, yirmi yıllık selamı da beraberinde peşin olarak getiriyordu. Utana sıkıla bir bulut gibi içeriye süzüldü. Ziya Efendi'nin yanına serçe adımlarıyla yaklaştı. Allah’ın selamına sırtını dayayıp, mahcup bir şekilde; “Selamünaleyküm Ziya Efendi!” dedi. Ziya Efendi kırlaşmış başını yavaşça kaldırıp Hacı Hüsrev Ağanın gözlerinin en derinlerine baktı ve gülümsedi.

Yüzünde şefkatin pembe ılık tonlaması vardı ve karşılık verdi, “Ve aleykümselam dostum” dedi. Zülcelal’in ardındaki ikramı gören Ziya Efendi, hiçbir hakkın Allah katında zayi olmayacağına bir kez daha şahit olurken gözlerinden bir damla yaş deryaya karıştı.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi