ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 24-05-2023 22:31

Yetim / Yusuf Sarıkaya

Yazan: Yusuf Sarıkaya -YETİM

Yetim / Yusuf Sarıkaya

YETİM

Kış yavaş yavaş kendini gösteriyordu. Ağaçlar yapraklarını dökmüş, havalar iyice soğumuş, ocaklar tütmeye başlamıştı. Bozok Yaylaları'nda Kurulu yerleşim yerlerinde kışın çok çetin geçtiği bilir. Böyle günlerde her evin kış için yapılmış seki denilen bölümü olması da zaruridir. İşte böyle bir mevsimde ocağa çalı çırpı konmuş çıtır çıtır yanarken Hüseyin Efendi küçük oğlu Bekir’i yanına oturtmuş saçlarını okşuyor ve içinden endişe dolu duygular geçiyordu. Çünkü küçük oğlu Bekir daha yeni ilkokula başlamıştı.

Kendisi hastaydı. Hastalığı gün geçtikçe kötüye gidiyor, ölüm aklından çıkmıyordu. Gerçi namaz, oruç gibi ibadetlere ait borcu olmayan, dini hayatı iyi biri olarak yaşamını sürdüren birisiydi. O nedenle ahirete imanı kavi idi.

Küçük çocuğunu hakkında endişelenmesi babalık saikı ileydi. Büyük çocuklarından çok, en küçük oğlunun akıbetini düşünüyor ve için- için çok üzülüyordu.

Ateşin ışığı yüzüne vurmuş, yanında başını okşadığı küçük oğlu Bekir, karşısında iyi günde, zor günde hep yanında olan hanımı Tekkeli Bacı. Hüseyin, birden hanımına endişe ile:
“Hanım benim hastalığımı biliyorsun. Ameliyat yerlerim iyileşmedi. Durmadan akıntı var. Bu dert beni öldürür. Büyükleri merak etmiyorum ama şu Bekir’im ne olacak? O daha çok küçük.“ dedi.

Tekkeli Bacı üzgündü. Sesindeki titremeyi saklamaya çalışarak:
“Efendi, ağzından yel alsın o nasıl söz. Hasta olan değil eceli gelen ölür. Allah seni başımızdan eksik etmesin. Dur hele bakalım. İnşallah iyileşirsin.” diyerek moral veriyordu. 

Hüseyin Efendi, aradan fazla bir zaman geçmeden ebedi âleme göçtü etti. Dediği gibi Bekir artık babasızlığın en zor günleri ile yüz yüze geldi. Bayramlar geçiyor baba yok. Okulda başarı dolu günleri geçiyor tebrik edeni yok. Kısacası babasızlık tüm benliğini kaplamıştı. Konu komşunun verdiği elbiseleri giyiyor.

Yetimliğin tüm zorluklarına göğüs germek zorunda kalıyordu. Aileye katkı için yaz günlerinde komşuların tarlalarına ırgat olarak gidiyor. Bedeninin kaldıramayacağı işleri yapmak zorunda kalıyordu. Annesi Tekkeli Bacı’nın kışlık yakacak odununu, tezeğini topluyor ve kışa hazırlık için çalışıyordu.
İki büyük ağabeyi gençti. Gençliğin verdiği tecrübesizlikle anlaşmazlıklar yaşadıkları için ailede birlik oluşturamamışlardı. Her biri ayrı yere çekiyordu. Bu durumun en fazla üzüntüsünü Tekkeli Bacı ve oğlu Bekir hissediyordu.

Böylece, günler geçip giderken ilkokulu başarı ile bitirdi. Küçük Bekir’in dayısı yakın köydendi Ablasını ziyarete gelmişti. Ablasına dedi ki:
“Abla Bekir’i bana ver İstanbul’a götüreyim. Biliyorsun ben semt pazarlarında mısır satıyorum. Ona da bir el arabası alırım mısır satar, daha sonra bir fabrikaya veririz çalışır kendisini kurtarır.” Nitekim öyle de oldu. Bekir dayısıyla birlikte bin dokuz yüz altmış yedide yılında İstanbul’a gitti.

İstanbul’da Bakırköy, Zeytinburnu, Aksaray, Sirkeci gibi semtlerde zabıta ile köşe kapmaca oynarcasına seyyar satıcılığa başlamıştı. Bir ara fabrikaya işçi olarak ta girdi. Henüz on üç yaşındaydı. Taşıyamayacağı yüklerin altına sokmuşlardı. Hayat acımasızdı. Hastalandı zor günler yaşadı. Derken köye dönmek zorunda kaldı.

Küçük Bekir okulda başarılı bir öğrenci idi. Okumayı çok arzu ediyordu. Ancak kim okutacaktı ki. O zaman Devlet Parasız Yatılıyı kazanmak yüksek devlet memurluğunu kazanmak gibi zor işti. Köyde boş durulmazdı. Köy berberinin çırak aradığını duydu. Onun yanında işe başladı. Küçük bahşişlerle aileye katkı sağlıyor, aynı zamanda sanat öğreniyordu. Ancak berberin anlaşma günü bitince kendi köyüne dönmesiyle işi de sona ermişti. Derken Yozgat Sanat Okulu’nun köye açtığı Gezici Marangozluk Kursu’na katıldı. Orada da başarılı oldu. Pek çok ev ihtiyacını bu kursta temin etti. Sanat da öğrendi. Kurs, sekiz ay sonra sona erdi.

Yine bir yaz günüydü. Bekir aileye katkı sağlamak için komşusuna harmancı durdu, çalışmaya başladı. Dört ay çalıştı. Dört ay sonunda yine işin sonuna gelmişken düven üzerinde, yorulmuş, geleceğe dair hayal kuracak halde bile değilken adeta hatiften (gizliden) bir sesle irkildi.

Kulakları sıcaktan kavrulmuş, burnunun derisi kavlamış, dudakları çatlamış, kirpikleri saman tozundan yükü kaldıramaz hale gelmiş vaziyette atları durdurdu ve arkasına döndü, sesin geldiği yöne baktı. Tozlu, dumanlı gözlerle karşısında adeta silüet gibi duran ilkokul öğretmeni Ruhi hocaydı.
“Bekir okumak ister misin?” diye bir soru yöneltti. 

Bekir hayal edemeyeceği bir soru karşısında, haline baktı, teklife baktı şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemedi. Bu manzaranın gerçek mi hayal mi olduğunu adeta kestiremedi. Ruhi Öğretmen bir daha,
“Sana söylüyorum Bekir okumak ister misin?” diye tekrarladı.

Aradan üç yıl geçmiş. Arkadaşları orta sondalar. Herkesin bir velisi var. Bu nasıl olacak diye aklından geçirdi ve öğretmenine:
“Öğretmenim okumayı çok isterim ama kim okutacak? Biliyorsun babam yok. Yetim birisiyim. Fakir bir aileyiz. Bu nasıl olacak?” diye karşılı verdi. Ruhi Bey,
“Akşam Mehmet Onbaşı’nın dükkânına gel.” dedi ve ayrıldı.

Halis Bey o yıllarda Çorum İmam-Hatip Lisesi Müdürü olarak görev yapmaktadır. Başarılı öğrencileri dernek vasıtası ile okutmak ister. Bunu Ruhi öğretmene açar. Köyde her okumuşun öğretmeni Karaca Öğretmen de vardır. Bekir’i ilkokuldan tanımaktalar. Hepsi birden Bekir’i önerir. Akşam olunca, Bekir, denilen yere gider. Karar verilir ve Çorum’a gönderilmesi kesinleşir. Karaca öğretmen yaşını küçültmeyi üstlenir, diğerleri de ne gerekiyorsa onu yapar.

Bekir İmam-hatip lisesini ve Yüksek Okulu başarı ile bitirir. Öğretmen olur. Başarılı bir eğitimci olarak görev yapar. Babası Hüseyin Efendi’nin kendisi ile ilgili endişelerini bir-bir hatırlar. “Ne olacak bu çocuk?” diye tasalandığı Bekir daha iyi imkânlara kavuşmuştur. 

Yetim Bekir, ummadığı konumlara gelir. Babasının endişelerini haklı görmekle birlikte takdirin Allah’tan olduğunu da aklından çıkarmaz.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi