ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 05-04-2023 21:36   Güncelleme : 05-04-2023 21:45

Yas...

Yazan: Uzman Klinik Psikolog Dr. Ezgi Yaz -YAS

Yas...

YAS

Duyulup da anlaşılamamak mı yoksa anlaşılıp da yok sayılmak mıdır en çok insan ruhunu yoran bilmiyorum. Elbet herkesin kendi hislerine ve yaşadıklarına göre değişir bu sorunun cevabı… Peki ya insanı bir çıkmazda sıkıştıran zaman mı yoksa göreceli zamanı daraltan insanlarla ve koşullarla kuşatılmak mı? 

Goethe olacak sanırım, dünyanın hassas kalpler için bir cehennem olduğunu söyleyen. Dünyayı cennete de cehenneme de dönüştürenin ta kendisi biz değil miyiz? O hâlde, göreceli zamanı daraltan insanların ve koşulların çoğunluğuyla varoluşumuzun kuşatılmasına izin veren kim? 

Hiçbir şeyin gerçekte tam olarak, hatırımızdaki hâliyle kalmayacağını ayrımsadıktan sonra dönüşen benliğimi kabullenmeye şu an hazır hissetmesem de umarsızlığım, derinlerime kazınan hatırlarımın anlam aşımına uğramasına kâr etmiyor. Belki de bu yüzden geçmişi tekrarlayan rüyalarımın sahiciliğine sığınmakta ısrar ediyorum: 

Kalpazankaya’da gün batımını seyrediyoruz… Masamızdaki ekmek sepetine beklenmedik bir misafir konuyor, kimseye eyvallahı olmayan… Ekmek dilimlerini, gözümüzün içine baka baka pis ayaklarıyla çiğnemeye başlıyor, katıla katıla gülüyoruz… Martı uçup gittikten epey sonra, garsonun olanlardan habersiz, ekmek sepetini alıp günün hangi talihlisinin sofrasına koyacağını düşünüyoruz…

Hatırlamaya çalışıyorum da katıla katıla gülmenin nasıl bir şey olduğunu, tarif edemiyorum. Sanki bir başkasının yaşamına tanıklık ediyor, kurmaca bir dünyanın izini sürüyorum… Kendime nasıl da yabancılaşmışım, hayret!

Son zamanlarda tek sığınağımın rüyalarım olmadığını, uyku tutmayan gecelerde kendimi gündüz düşlerinden medet umarken bulduğumda anlıyorum. Ünlü astrologlar tarafından ruhsal dengemi alt üst ettiği söylense de tam aksine, eski kendimin, belki de özümün içindeki ilham kapılarını aralayarak türlü sancılarımı yeni doğumlarla müjdeleyip ruhsal bütünlüğümü korumama katkıda bulunan büyülü dolunaya bakıyorum. İçimden bir ses, senin de ona bakarak o masalsı günlerimizi düşündüğünü fısıldıyor ve şimdi, gözlerimi sana açabilme ümidiyle, düşlere kapatıyorum:

Ergün Pastanesi’ndeyiz... Özel günlerimden birinde, alışılagelmiş tatlı krizlerimden biriyle baş etmeye çalışıyor, ballı şukaramel yeme yarışı yapıyoruz. Bu kez gülmemek için iddiaya giriyor, ikimiz de kaybediyor, oradan çıkıp kayıp zamanda çalkalanan camgöbeği suların soğuğuna bırakıyoruz kendimizi, arınıyoruz gelmiş geçmiş hüzünlerimizden…

Demem o ki dokunaklı esiyor şimdilerde hatıralarımızın ölgün rüzgârı…

Madam Marta Koyu’nda, yıldızları seyrederek sabahladığımız gecelere ne demeli peki? Birbirimizden güç alarak martıların korkunç çığlıklarıyla inleyen karanlık adaya meydan okumamıza… Peki ya dilek tutup sabahtan akşama kadar, iskelede, kavurucu güneşe aldırmadan seferlerini nadiren Adalar-Kadıköy hattında yaptığını bildiğimiz, Barış Manço vapurunu bekleyişimize… Ona rastladığımızdaysa çocuksu bir sevinçle kucaklaşmamıza…

Sahi bulabildin mi hani o barok lavta çalınan perili köşkü? Namıdiğer Operadaki Hayalet’in gizemli kulisini…

Bilmem hatırlar mısın hâlâ ağaç tepelerinden güç bela toplayıp hasır şapkama tıka basa doldurduğumuz ne var ki ekşiliğinden bir türlü yiyemediğimiz o irili ufaklı sarı, kırmızı erikleri…

Sence de bazı şeyler hatırımızdaki hâliyle kalmalı, değil mi?  

Yaşamımın sonuna doğru yaklaştığımı iyiden iyiye duyumsadıkça turkuaza yaslanan begonviller, ortancalar, mor salkımlar ve hanımelleri arasından dağınık film sahnelerine benzercesine akıyoruz gözlerimden… Yasını tutuyorumdur, kim bilir, zamanın derinliklerinde çürümeye bıraktığım hatıralarımızın ve de kendimin. 

Hani derler ya insan hâlihazırdaki yaşamından memnun değilse veya kırılma noktalarından birindeyse geçmişindeki mutlu anları arar diye. Aslında insan, o zamanlarına eşlik eden olayları mı kişileri mi koşulları mı yoksa o zamanlardaki kendisini mi arar bilmiyorum…

İtiraf etmem gerekir ki bir zamanlar, onca acıdan kestirme yoldan kaçabilmek için, hatırımın dehlizlerindeki mahzene diri diri gömdüğüm o günlerdeki kendimin günahını, yıllar yılı, şiirlerimin göçüyle susmuşlar yerine dönüşen canevimle çektim. 

Sanırım şimdilerde kendimi arıyorum… Hani o senin bildiğin delidolu, coşkulu, İstanbul tutkunu, yaşama hazzını iliklerine değin duyumsayan o günlerdeki kendimi… Enikonu içi pas tutan insanları, koşulları sınırlarına sokmamak için elinden geleni yapmaktan vazgeçmeyen, şiirlere tutunan kendimi… 

Rüyalarım, gündüz düşlerim ve bir umut tabi, en çok da eski şiirlerimle buluşacağım sanki o günlerdeki kendimle… Kim bilir içimdeki duyarlılığa bir kıvılcım yakacağım… Gerçi araya giren onca şeyden sonra o eski saflığıma kavuşur muyum yeniden bilmiyorum. 

Günü gelip bir başkası tarafından yazılmışçasına eski kendimle arama dağlar kadar uzaklık girdiğini acımasızca gözüme sokan şiirlerimi yırtıp atalı hayli zaman olsa da şimdi bir umut, bu dünyadan göçenlerin mesken tuttuğu göğü aydınlatan büyülü dolunaya bakıyor; gözlerimi o eski şiirlerime açabilme ümidiyle kapatıyorum…  Yıldız olup kayıyor içime zamanın aşındırdığı, çoktan biçim değiştirmiş bölük pörçük dizeler:

Vapurlar geçer, dalgalanır içim, taşar kıyılardan, hissizliğim… Kız Kulesi’nin nazı, usandırmaz Galata’yı… Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap! Yükselir semaya sessizliğim.

Görüyorsun ya işte, şiirlerim kayıp… Saçılmışlar sanki zamanın karanlığına paramparça, şimdi bir başka biçimde canlanarak savruluyorlar hatırıma:

İstanbul’um, bas beni bağrına; sar kollarınla, anılar burgacında salla… Yükü ağır hüznüm, yağmurlu lodos ahvalinde… Salla da ninniler söyle, geçsin matemim dinginliğinde…

Derinliklerimde can çekişen bu hatıralarım artık başka bir biçimde can bulmuş olsa da bir zamanlar onların şiir olarak vücuda geldiği gerçeği değişebilir mi hiç? Peki ya şiir yazan eski kendimin bir zamanlar var olduğu gerçeği yok sayılabilir mi? Ah şimdi anlıyorum ki kaybettiğim o eski kendimi, belki de özümü bulmak için yeniden şiir yazabilmeliyim asıl…  

Geceden beri Kadıköy iskelesinde oturmuş bir yandan tüm bunları düşünüp yazıyor bir yandan da sabahı, Barış Manço vapurunu bekliyorum. Nihayetinde bir söz verdim kendime; seferlerini bugün Kadıköy-Adalar hattında yapacaksa eğer bizim vapurumuz, ayrılığımızın ardından geçen çeyrek asır sonra ilk defa tüm cesaretimi toplayıp Burgazada’ya, sana geleceğim… Dolunay, güneşe el veriyor ufaktan ufaktan… Bu kez gözlerimi şiir gibi düşünebilme ümidiyle sana kapatıyorum… Şiirmişçesine görünürken şimdi gönlümde her yer, dökülüyor dilimden şiirimsi cümleler:

Akşamdan kalma bir vapur, çakırkeyif martılar, âşıkları kucaklar… Efsunlu Ayasofya, heybetli Topkapı, uhrevî Sultanahmet değil fırtınalarla savrulan… Onlar değil lodosla semaya karışan, değil Haydarpaşa yangınlarla kasıp kavrulan… O benim, fırtınalarda savrulan, ateşinde yanıp tutuşan, aşkınla ilahi tecellilere gark olan…

Bir gün şiire dönüşür mü bu hislerim, düşüncelerim bilmem ama bu başlangıç da fena sayılmaz hani… 

Aslında tüm şiirlerimi yalnız sana yazdığımı hiç bilmedin. Şaşıracaksın belki ama senden sonra hiç kimseye şiir yazmadım, hatırana ihanet gibi geldiğindendir kim bilir… Belki de özümden o denli uzaklaştırıldım ki… Yok, yok... Bu sefer kandıramam kendimi. Tüm bunlara izin veren benim... Her neyse, boş verelim bunları şimdilik. 

Bu sayfaları, öngörülen ölüm tarihimden sonra okuyacaksın Barış Manço vapuru Adalar’a sefer yapmazsa bugün eğer…  Tuhaf ama -bir tek sen anlarsın beni- niyeyse onu kendimce sana gelmek için bir tür çağrı olarak kabul ediyorum… Adalara sefer yapacak mı bugün sahi? Kim bilir… Son sözümü yazmalıyım o hâlde buraya, “Bana yaşattığın mutluluklar için sana ne kadar teşekkür etsem az… İyi ki yaşamışız o eşsiz, masalsı günleri, yoksa hiç yaşamamış sayardım şu yalan dünyada kendimi.” Olur ya, gelemezsem daha çok şey yazacağım sana, hatırımdaki hikâyemizi anlatacağım; sonra aramıza giren şeyleri, bir başka deyişle birkaç paragrafla özetlenebilecek, çoğu kez anlatmaya değer bulmadığım senden sonraki sıradan yaşamımı… 

Belki de cesaretimi toplayacak, Barış Manço vapuru Adalar hattında değilse bile her şeyi göze alıp başka bir vapura atlayıp geleceğim yanına ve henüz geç olmadan onları sana kendim okuyacağım kim bilir… Gel gör ki şu sıralar karmakarışığım… Ah bir bilsen, başımı ruhuna yaslayıp tüm yorgunluklarımı dindirmeyi öyle çok istiyorum ki! Belki yeniden camgöbeği sularda arınır, -sensiz boğazımdan hiç mi hiç geçmeyen- ballı şukaramel yeme yarışı yaparız, ne dersin? Bakarsın yine şiir yazmaya, kendim olmaya başlarım… İşte o zaman sonsuzlukta var olmayı duyumsarım…

Hayat da böyle değil midir zaten, olasılıklar… Şimdi anlıyorum ki insanın özünü yaşatıp yaşatmamasında, kendi olup olmamasında etrafındaki kişilerin ve de koşulların da etkisi yadsınamayacak kadar çokmuş meğer…

Her tohumun her toprakta ve de koşulda yeşeremeyeceği gibi...  Ah benim hassas kalbim, dünyanı neden cehenneme çevirdin! Peki ya bir gün bile olsa onu cennete dönüştürmeye var mısın?

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi