ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 09-11-2022 17:36

Suyun Ölümü

Yazan: Müslüm Işıklar - SUYUN ÖLÜMÜ 

Suyun Ölümü

SUYUN ÖLÜMÜ 

Gökyüzünden aheste aheste iniyordu. Acaba durağı neresi olacaktı? Doğrusu, o da bunu merak ediyordu. Bir denizde mi hayat bulacaktı ya da toprağa düşüp bitkiye can mı verecekti veyahut bir yol üzerinde bir âdemoğlunun ayakları altında buharlaşıp hercümerç mi olacaktı? O an, içinde ürperti hissetti. Ürpermesinin sebebi, bulunduğu yerin yüksekliği değildi hiç şüphesiz. Her varlık gibi sonunun bilinmezliği ve bu bilinmezliğin korkusu sarmıştı zihnini. 

Daha fazla yaşamayı arzu ediyordu. Gençti ve hayatı seviyordu. O anda gözleri nemlendi, yaşama duygusu ağır basmıştı. Bir müddet düşündü, ağlamakla kendini kurtaramayacağını anladı, silkinerek toparlanmaya çalıştı. Etrafındaki kardeşleri, silkinmesinin tesiriyle üzerlerinde ıslaklık hissetiler. Lakin yine de üzerinde durmadılar. Hiç biri ona anlam verme çabasında olmadı. Zira onlar da aynı bilinmez sonun merakı ve korkusu içerisindeydiler. Birçok mahlûkta olduğu gibi bu korku, kendilerinin de adeta çeperlerini sarmıştı. Sorular, sorular içinde; sorular, sorular üstünde türüyor, türedikçe başka sorulara gebe kalıyordu. Kimiz, nereden geliyoruz, nereye gidiyoruz?

Silkinmenin etkisiyle kendine geldi. İçi şimdi de kıpır kıpır olmuştu. Küçük bir bebeğin annesini gördüğünde neşe içerisinde cıyaklaması misali "yihuu" diye bağırdı. Yanındakiler de sonlarını düşünme korkusu içerisinde yaşamaktansa var oluşlarına ve bir nimet oluşlarına şükredip boş bir amaçla yaratılmadıklarına kanaat getirerek ona ayak uydurmuşlar ve bağrışmaya başlamışlardı. Etki etkiyi doğurmuştu. Yaratıcılarının çizdiği kader doğrultusunda yaşanacak bir hayatları vardı. Onlara düşen bu hayatta kendilerine bahşedilen iradeleri ile yollarını çizmek ve çizilen kaderlerine de isyan etmemekti. Düstur buydu.

Fakat o da ne? İçinde aniden bir terleme hissetti. Bu terleme, atmosferin alt katmanlarına doğru indiklerinin habercisiydi. Yavaş yavaş yeryüzüne, beşeriyete yaklaşıyorlardı. Her biri adeta helalleşircesine birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlar ve çizilen yollarına doğru ilerliyorlardı. Ona düşen ise insanoğlunun Göksu adını verdiği bir çaydı. Fırat Nehri'nin kolu olan bu çay, asırlardan beri insanlığın hizmetindeydi. Bir baba gibi toprak anayı besliyordu. Toprak ana da beşere, yani yavrusuna kucak açıyordu. 

Hayatın ya da ölümün nerde, nasıl geleceğini unutmuşçasına daha yaşayacak bir hayatı olduğuna kanaat getirmişti. Öyle ya suya düşerek akıntı içerisinde kendine düzenli bir yol çizecekti. Su perisi gibi süzüle süzüle ilerliyordu Göksu'nun berraklıklarında. Neşesine diyecek yoktu. "Hayat ne kadar güzel!" diye çığlık attı. 

Şimdi de ölümüne çok zaman olduğunu düşündü. Daha, çok yaşayacağına kanaat getirdi. Kendini suyun akıntısında sırt üstü bırakarak güneşin tadını çıkarmaya başladı. Bu, onun hakkıydı ama her gazın da bir freninin olması gerektiğini düşündüğü anları unutmuş, son hızla istikbale doğru ilerliyordu. Şimdi, üzerinde adeta ‘ufak dağları ben yarattım’ havası hâkimdi. 

Öyle ya, yaratan onu her şeyine rağmen affedecekti. Yolda ilerlerken yanındakilerden de bir şeyler kapmaya, sağından birkaç parça, solundan birkaç parça alarak büyümeye, daha doğrusu sadece bedeniyle nefsini şişirmeye çalışıyordu. Az önce gökyüzünden süzüldüğünde ölüm korkusuyla var olan sağduyu, yerini mağrur bir edaya bırakmıştı.

Göksu'daki son anlarıydı. Az sonra Fırat'a karışacaktı. Çok geçmeden Fırat’ta buldu kendini. Bu birleşim anında, sörf yapan birinin gelen dalgalar üzerinde hissettiği o tarif edilemez duyguları hissetmişti. Bir çaydan koca bir nehre atlayış kolay değildi, çok hoş bir duyguydu ona göre. Fırat'ın azgın sularında daha da bir azmıştı sanki. Kapladığı alan da büyümüştü. Sağından, solundan yine bir şeyler kapmıştı. Nasıl olsa ileride, ölüm anı yaklaştığı zamanlarda bunları affettirecekti. Şimdi ise daha yaşaması gereken güzel bir hayatı vardı ve dünyaya ne için gelmişti ki?

Bunu kendi içine kabul ettirerek farkında olmasa bile, telafisi belki de mümkün olmayan büyümüş dünyasında ilerliyordu. Üzerine vuran güneşe doğru gözlerini çevirdi, gözleri kamaştı. Fakat kendini bakmaktan alıkoyamayarak yine denedi. Bu sefer de gözleri yaşardı. Gözlerini ovuşturduktan sonra üzerinde bir ağırlık hissetti. 

Kolay değildi. Uzun bir yoldan geliyordu. Önce dikine, ardından enine bir güzergâh üzerinde ilerlemişti. Üstelik eskisi gibi de değildi. Hacmi daha da çaplanmıştı. Koca cüssesiyle böbürlenerek, yanındakilere kendisinin rahatsız edilmemesini söyledi. Hatta söylemedi, adeta emretti. 

Bu gayet normaldi; çünkü oranın en büyüğüydü. Kendince tek büyüktü. Gözlerini açtığında havanın daha da sıcak olduğunu anladı. Fırat, Dicle ile çoktan birleşmişti bile. Mezopotamya’nın Şattü’l-Arap noktasına gelmişlerdi. 

Artık başka bir coğrafyada olduğunu anladı. Burada silah sesleri duyuyordu. İnsanlar bağırıyor, sağa sola kaçışıyorlardı. Kanlar suya karışmış ve üzerine doğru geliyordu. Birden yerinden doğruldu. Vücudunun ne kadar da ağırlaştığını hissetti. Hareket etmekte zorlanıyordu. O esnada kendini yaratanı, meydana getirip şekillendireni hatırladı. Aynı anda ölüm korkusu sardı. Hem bunları düşünmeye hem de kendine doğru gelen kanlardan kaçmaya çalışıyordu. Koşmaya başladı, üzerindeki fazlalıkları silkinerek sağa sola atıyordu.

Şimdi biraz rahatlamış ve daha kolay hareket eder olmuştu. Ama yine de eskisi gibi değildi. Nasıl da civa gibiydi o zamanlarında. Kanlar üzerine geliyor, o ise Basra yollarına doğru kaçıyordu. Önlerden birisi geriye doğru dönerek "Az kaldı." diye bağırdı. "Az kaldı Basra'ya.” Bu sesle üzerinde bir rahatlama hissetmişti. Kısa süre sonra Basra'ya vardılar. Derin bir "oh" çekti. 

Fakat geriye doğru baktığında kanlar da yerlerinde saymamıştı. Onlar da aynı hızla takip halindeydiler. Yeni bir hamleye ihtiyacı vardı. "Allah'ım yardım et." dedi gökyüzüne bakarak. Son gücüyle davrandı ve gözlerini kapatarak bir panter misali ileriye doğru atıldı. Gözlerini açtığında arkaya döndü, inanılır gibi değildi. Gözlerini elleriyle ovuşturdu. "Yaşasın." diye haykırdı. "Kurtuldum."

Yine kurtulmuştu. Lakin kendi azminin buna sebep olduğuna inanmdı. Tek sebebin o olmadığını nefsi kabul etmekte yine zorlandı. Basra'dan sonra yoluna eskisinden daha da büyüyerek devam etmişti. "Burası daha büyük yollara açılacak besbelli." dedi yanındakilere. "O zaman ben en büyük olacağım" diye bağırdı. "Ne olacakmışım?" Söylediklerinin teyit edilmesini istedi. Etraftakiler koro halinde bağırdılar: "En büyük olacaksınız efendimiz. “

Gözünde eski günlerini canlandırdı. O küçük günlerinden bugünkü büyük günlerine gelişini hatırladı ama mütevazı duruşunu terk edişini hatırlamadı. Belki de hatırlamak istemedi. Hint Okyanusu’na doğru büyük bir akıntıyla ilerledi. ‘Bu ne güzel bir yer’ diye düşündü. Güzeldi fakat bir o kadar da ihtişamlı ve acımasız... 

Kendini tüm kâinatın hâkimiymiş gibi görerek göğsünü öne doğru çıkardı. "Belli ki bunun daha da ötesi var. O zaman benimle hiç kimse baş edemeyecek." Etrafındakilere ‘bunları zihninize kazıyın’ dercesine bağırdı ve üstüne vurgu yaparak tekrar etti: "Hiç kimse." Gururu kendini görmesini engellemişti. 

Uykuya daldı. Rüyasında dünyaya sığmadığını, herkesin kendi karşısında eğilerek selam verdiğini görmesi mışıl mışıl uyumasını sağladı. Aniden, bir terleme hissiyle uyandı. Sırt üstünden oturur vaziyete geçti. "Ne oluyor?" diye sordu anlamsız gözlerle etrafına bakınarak. Çevredekiler cevap vermedi. Cevap verilmemesine daha da kızdı. Kırmızı görmüş bir boğa kızgınlığıyla hiddetli bir şekilde yineledi: "Ne oluyor dedim sizeee?" 

Yine cevap yoktu. Herkes sağa sola kaçışarak çevresinden yardım istiyordu. İçlerinden bir tanesi, efendisinin seslendiğini geç de olsa fark etti: "Eriyoruz efendim, eriyoruz." 

"Nasıl yani?” 

Öbürü cevapladı: "Sıcaktan hepimiz eriyoruz." 

"Hah hah hah." dedi vurdumduymaz bir edayla. "O zaman başınızın çaresine bakın. Bana bir şey olmaz. Siz bir nefeslik canınızı kurtarmak için başınızın çaresine bakın."

Kendisine bir şey olmayacağına inanıyordu. Hatta bundan o kadar emindi ki erise bile çok az bir kısmının gideceğini düşünüyordu. Koskoca cüssesi için küçücük bir parçanın ne önemi olabilirdi ki?

Az sonra terini silmek için elini alnına götürdü. Fakat o da ne? Bedeninden, düşündüğünden daha fazlası gidiyordu. "Olamaz." diye bağırdı. Gittikçe azalıyordu. Üzerinden geçtiği ırmakların akışı misali kendi üzerinden bir şeyler akıyor, eriyordu. 

Birden ‘ölüm daha sonra gelecektir’ düşüncesinden kaynaklı, inandığı ama hep sonraya bıraktığı, sadece zor günlerinde el açtığı, iyi günlerinde terk ettiği yaratıcısının bu evrenin tek hâkimi oluşunu, kendisinin yola çıkışta sadece ufak bir yağmur damlası olduğunu, dönüşün er veya geç ona olacağını hatırladı. 

Eriyip buharlaşmaya yüz tutan dizlerinin üzerine oturdu, ellerini açtı, ardından Firavun misali secdeye kapanarak evrenin tek yaratıcısından af dilemek istedi. Fakat iş işten geçmiş, gökyüzüne doğru buharlaşıp çoktan uçmuştu bile. 

* (90) "Ve sonra İsrail Oğullarını denizden aşırdık. Firavun, düşmanca saldırmak için derhal adamlarını ve askerlerini arkalarına düşürdü. Ta ki, suda boğulmaya başlayınca 'İnandım, gerçekten de İsrail Oğullarının iman ettiğinden başka tanrı yoktur. Ben de ona teslim olanlardanım.' dedi. * (91) "Şimdi mi? Oysa bundan önce hep isyan etmiştin ve fesatçılardan idin." * (92) "Biz de bugün senin bedenini arkandan gelenlere bir ibret olsun diye kurtaracağız. Bununla beraber, insanların birçoğu ayetlerimizden yine de gafildirler." (Yunus Suresi–90, 91, 92)

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi